Biz kimin çocuklarıyız?

Kendi iktidarları için özne inşa eden ve o özneleri siyasi sürece dâhil etmeden kendine tabi kılan, hatta gitgide bu öznelerin kendi sosyolojik habituslarından uzaklaşması sonucunu doğuran iktidar olma rutini, bir çeşit boşlukta savrulma sonucu parçalanmaya doğru giden bir sürece maruz kalır.

Google Haberlere Abone ol

Ahmet İlhan

İbn Haldun, “İnsanoğlu, atalarının değil, alışkanlıklarının evladıdır.” der. Ünlü İslam düşünürü bu ifadeyle uzak ve yakın tarihimize bir ayna tutmuş gibidir. Özellikle temelde hukukun, teamüllerin ve belli normatif değerlerin değil de çıplak ve sarih bir biçimde zorun, şiddetin güçlü ve köklü bir alışkanlığa dönüştüğü bizdeki gibi iktidar olma kültürlerinde, alışkanlıklarımızın habis evlatları olduğumuz daha da görünür bir gerçeklik olarak belirmektedir. İbn Haldun, söz konusu özdeyişinde her ne kadar bütün insanlığı işaret etse de bu değerlendirmenin daha çok bizim de içinde olduğumuz Müslüman Şark’ı tarif ettiğini düşünmek için elimizde yeterli veri var. Zira yüzyıllara varan iktidar tecrübeleri bir yana, son otuz-kırk yılın siyasi hareketlerine bakıldığında dahi, muktedirlerin bütün evrensel, insani, vicdani normları dışta tutan; bunun yerine alışılagelenin rutinine bağlı tutumları açıkça görülebilir.

Muhtelif iktidar figürlerinin iktidarlarının kuruluşu aşamasında umut ve heyecan yaratan görece adaletli, çoğunluğun sorunlarını kavramış ve çözüme yakın adımlar vaat ettiklerine şehadet edilse de ne yazık ki çok kısa süre sonra başlangıçtakinin tam tersi yıkıcı bir iktidar etme fiiline dönüldüğüne de şahit olunmuştur. Her nedense bütün iktidarlar; başlangıçtaki iyicil adımların ve vaatlerinin ardından şeytani bir başkalaşmaya uğrayarak geçmişin bütün gayriinsani, hukuksuz, şedit yöntemlerine dönmekten ve bu yolda çürüyüp dağılmaktan azade olamamışlardır. Medeni ülkelerin hukuki, yasal, sosyal, toplumsal, insani gelişim seviyesine bir türlü ulaşılamadığı gibi, bu yoldaki görece iyicil niyetlenmeler de kısa sürede yüzyıllardır kullanılagelen desise, entrika, şiddet dolu gayrihukuki, zorbaca iktidar alışkanlıklarına evirilmekten kurtulamamıştır. Gerçi İbn Haldun, Max Weber, Machiavelli ve başka da teorisyenlerin devletin temelini, kuruluşunu bir haklılık (meşruluk) payı da tanıyarak zora dayandırdıklarını da okuruz ancak hiçbiri tam bir keyfiyet hali içeren bütünüyle dayanaksız, hukuksuz, denetimsiz, normsuz bir şiddet tekeli önermezler. Tam tersi, şiddet tekelini elinde bulunduranın da meşruluğunu bu şiddetin meşru sınırlar, hükümler, normlar dâhilinde kullanılmasına bağlı olduğuna işaret ederler. Zira şiddetin bu çeşit kullanılması, şiddet sahipleri için devlet olgusunu da yerinden eden, devlet olma halini askıya alan daha ilkel, despotik, devlet öncesi zorbalık hallerini içeren bir iktidar alanına taşınmaları anlamını taşır. Bu aşamadan sonra artık dış formun, içeriği temsil etmediği; devlet olmanın biçimsel şartlarının da yerine getirilmediği ancak şiddet araçlarını ele geçirmiş bir grubun keyfi iktidarını sürdürdüğü tarih dışı bir fiili sürecin işlediği söylenebilir.

İbn Haldun’un ilk cümlede ifade ettiğimiz yargısı ışığında baktığımızda; güncel ve tarihi siyaset tecrübelerimizde iktidarların başlangıçta topluma sundukları sözleşmeye aykırı olarak iktidarlarının tesis edilme süreçlerini kan, gözyaşı ve kıyımlar üzerinden sürdürmeleri, medeni dünyanın gelişim düzeyini hiç kavramamış ve üstelik atalarının da iyicil, hikmet dolu ve kâmil tecrübelerini göz ardı eden, yani soylarının evlatları olamayıp onun yerine sadece kötücül iktidar olma alışkanlığın evlatları olarak zorbalık tecrübesinin döngüsü içine sıkışıp kaldıklarını söyleyebiliriz. İbn Haldun, İslam dünyasının medeniyet ve şiddet ilişkisini ve bu şiddeti sorgulamadığı gibi, bir de iktidara mutlak bir itaat ile bağlı kalan İslam ulemasının siyasal sürecin despotizme evrilmesindeki rolünü de sorgular. Görüldüğü kadarıyla bu sorgulamama durumu; İslam dünyası için, upuzun bir medeniyet yürüyüşünün esasında yürünmemiş, içselleşmemiş olması sonucunu doğuruyor ve bu da zihni kapasitesini baştaki fetihçi, savaşçı, ganimetçi bir itkinin dar, tehlikeli akidesine çakılı kılıyor. Üstelik kendi akidesini güncellerken basit birkaç slogan, cümle ve aforizmaya indirgeyen güncel siyaset de geçmişin ruh haliyle dolu motivasyonuyla hem kendi siyaset aktörleri hem temsil ettikleri sosyolojik tabanları hem de kendi habitusu dışında kalan siyasi fiiller için tehlikelerle dolu bir siyasetsizlik alanı yaratıyor. Ancak Türkiye özelinde düşünüldüğünde bu kötücül alışkanlıkları sürdürenlerin sağ-sol birçok siyaset merkezini kapsadığını da ifade etmek gerekiyor. Üstelik atalarının evladı değil de alışkanlıkların evladı olmanın siyaset pratiğinde işlevsel ve işlemsel avantajlar sağladığı pragmatizminden çıkamayan döngüsel tarih ediminin, siyasi aktörlerle birlikte hem bütün bir toplum sosyolojisini hem de bir ideal olarak yararlı işlevleri olabilecek akideleri çürüten, yozlaştıran kötücül sonuçları olduğunu idrak etmek bu aktörler için ne yazık ki pek mümkün görünmemekte.

Michel Foucault’nun iktidar tanımında da İbn Haldun’un yaklaşımına benzer bir yaklaşımla kötücül alışkanlıkların iktidar olmada daha geçerli olduğunu çağrıştıran ifadeler var: “ İktidar verilmez, değiş tokuş edilmez, yeniden ele geçirilemez; ama…icra edilir ve (…) sadece edim olarak mevcuttur. İktidar birincil olarak ekonomik ilişkilerin sağlanması ve devam ettirilmesi değildir; o, öncelikli olarak bir güç ilişkisidir.”(Hamit Bozarslan, Lüks ve Şiddet, s. 100) der. Bu sözlerden iktidarın sahip olunacak maddi bir form olmaktan çok etkileme, icra etme gücünü elinde bulundurma hali olduğunu çıkarabiliriz. İktidar bir güç ilişkisinin girift, dinamik sürecini dizayn etmek dışında bir görünürlük taşımamaktadır. Bu anlamda kendini sürdürmenin koşulu olarak da sürecin bütün dinamiklerine etki edebilen bir kudrette olması gerekiyor. İktidar, akidesini eylemin özüne katabildiği ölçüde maddilik de kazanabilir belki ancak İbn Haldun’un da işaret ettiği gibi iktidar, sağlamlaşıp genişledikçe akidesini ve bir bütün olarak hafızasını silerek ilerlediği için artık belli bir idealin taşıyıcısı olmaktan çıkıyor. Sadece kaba anlamda iktidar olma fiilinin içine taşınıyor. Retoriği de bu geçici fiilin yüzeyselliğinde kısa sürede parçalanıp, yok oluyor. Foucault’nun tarifine benzer bir tarif Gilles Deleuze’de de vardır: "…İktidarın özü yoktur; o tamamen operasyoneldir. O bir sıfat değil, bir ilişkidir: İktidar ilişkisi, güç ilişkilerinin tamamıdır ve egemen güçler kadar tahakküm altındaki güçler de buna dâhildir." (age. s. 100) Bu operasyonel siyaset etme, mülk olma halinin güncel tarihimiz için çağrıştırdığı şey, süreklileşen bir gerilim halinin diri tutulması ve bu gerilimin yarattığı çelişki ve zaaflardan yararlanmadır. Ancak iktidar varlığını, zamanın ve uzamın tam olarak kontrol edilmesine bağlı olarak sürdürebilir ki bu da gerilim ve çelişkilere dayalı siyaset etmenin kendine içkin çelişkilerinin harekete geçmesiyle mümkün görünmemektedir. Üstelik yakın tarihimizde bu iktidar etme biçimine içkin olan arızi durumların, iktidarları, yine kendini yok etmeye taşıyan fiillerin sonuçlarıyla baş başa bıraktığı defalarca tecrübe edilmiştir. İbn Haldun, iktidarların bu kendini yok etme süreçlerini, yüzyıllarca önceden günümüzü de güçlü bir ışıkla aydınlatan bir projeksiyonla sunuyor: “ …Öncelikle kendine dair bir hafıza kaybı söz konusudur. Çünkü iktidar gücünü pekiştirip ardından lüksü üretip onun esiri haline gelirken, aslında kendisi için ‘geçmişin artı değeri’ niteliğindeki tüm tarihsel hafızadan mahrum kalır, kendi geçmişini unutur(...) Ardından genelleşmiş bir hafıza kaybı söz konusudur; çünkü bir olgu haline gelecek kadar sıradanlaşan ve herkesin cesaret ve çabasını gerektiren bir mücadelenin konusu olmaktan artık çıkan iktidar, kendi tebaasına da kendi tarihini unutturur.” (age.s.53) Düşünür, bu noktadan sonra iktidarların kaçınılmaz olarak zorbalaşacağını ve zaman ve uzam üzerindeki etkisini kaybederek onlarla beraber katılaşacağını öngörür.

Kendi iktidarları için özne inşa eden ve o özneleri siyasi sürece dâhil etmeden kendine tabi kılan, hatta gitgide bu öznelerin kendi sosyolojik habituslarından uzaklaşması sonucunu doğuran iktidar olma rutini, bir çeşit boşlukta savrulma sonucu parçalanmaya doğru giden bir sürece maruz kalır. İnşa edilmiş öznelerini bir tahakküm edilgenliğine tabi kılarak onları, hakiki bir sosyolojik forma entegre etmeden kullanmayı seçen iktidar olma edimi, bütün bunların sonucu olarak ‘dava’sını sürdürecek organik ilişki ve düşünürlerden de mahrum kalır ve iktidar süreci için bundan sonra tam bir çöküş başlar. Ki bu aşamada bir ‘dava’dan söz etmek de pek mümkün olmamaktadır. Foucault’cu bir bakışla söylersek iktidar olmanın gayrimaddi ve sadece bir icra sürecine denk gelen doğası; iktidar olma duygusunu yaşayan bütün öznelerin rol dağılımlarındaki orantısızlık nedeniyle yapay işbirliklerinin altına gizlenmiş nefret ve aşk çelişkisiyle, her birinin bir diğeri için muhtemel bir tuzağa, düşmana, intikam failine dönüştüğü bataklık bir alan yaratır. Kimse düşenin elinden tutmaz; her biri, düşenin üstüne basarak yukarıda kalmaya çalışır. Tüm öznelerin birbirleri için ‘intikam saati’ni ertelemelerinin yegâne koşulu ortak çıkarların korunmasındaki sürecin sürdürülebilir olmasıdır. Türkiye özelinde bakıldığında iktidar savaşlarına dair eylemlerin kaynağının ayrıca psişik durumlara işaret etmesi de bu kötücül alışkanlıkların evlatlarının; iktidar üretirken daha çok desise, entrika ve öngörülemez fiillerle dolu bir alışkanlık zeminde mücadele ettikleri görülmektedir.