Filistin’de bela içinde bela

Golan’ın Sina Yarımadası'ndan temel farkı şudur: Söz konusu tepeler, askeri bakımdan yani kara savaşında önemli bir stratejik mevkidir. İsrail, bir kere kaptığı bu toprağı asla geri vermeyi düşünmez. Dahası, son zamanlarda Suriye ve Lübnan’daki İranlı askeri birimler ile Lübnan’daki baş müttefiki Hizbullah, hem güney Lübnan hem de Golan Tepeleri’nde adım adım mevzileniyorlar.

Google Haberlere Abone ol

Faik Bulut

İsrail devleti (Başbakan İzak Rabin) ile Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ adına Yaser Arafat) arasında imzalanan 1993 Oslo Çerçeve Anlaşması gereğince, 1967’de İsrail tarafından işgal edilen Filistin toprakları, öz sahiplerine yani Filistin halkına devredilecek ve Ramallah şehrinde bir Filistin Yönetimi kurulacaktı. Nitekim öyle de oldu. Bu yönetimin başına Yaser Arafat getirildi. FKÖ’nün bu tarihi önderi, on yıllar boyu uğruna ölümüne mücadele ettiği esas düşünden, ülküsünden hiç vazgeçmedi: 2-3 bin yıldan beri Filistinlilerin tarihi yerleşim yeri olagelen Doğu Kudüs’ü, günün birinde kuracağı bağımsız Filistin devletinin başkenti yapmak. Oysa İsrail sömürgeci ve yayılmacı Siyonist rüyası (Nil nehri ile Dicle arasında ideal bir Yahudi devleti kurmak) ile büyümüş olan günümüz İsrailli yöneticileri, hangi anlaşmayı yaparlarsa yapsınlar, diplomatik oyunlarını yahut askeri güçlerini kullanarak Filistinlileri aldatma, engelleme, geriletme ve mümkünse imha etme gayretlerinden asla geri durmadılar. Somut örneğine, şu iki demeçte rastlıyoruz: İsrail’in eski Genelkurmay Başkanı Moşe Yaalon, emekli olunca sağcı-ırkçı Likud Partisi listesinden milletvekili (2009) oldu. Hükümette Stratejik İşler ve Savunma Bakanı (2012) olarak görev aldı. Yaalon, “(Filistinlilere) özerklik veririz, onlar da bunu devlet olarak isimlendirirler” demişti. (Globes dergisi, 28 Ekim 2015) Yaalon, aslında suikasta kurban giden (4 Kasım 1995) eski Başbakan İzak Rabin’in, “Filistin mücadelesini bitirmenin yolu şudur: FKÖ yetkililerine, devlet statüsünden daha düşük seviyede siyasi bir varlık (idari sistem) inşa etme imkânı tanımış olacağız” yolundaki taktiğinden ilham alarak yukarıdaki görüşünü dile getirmişti.

1948 yılındaki işgal sırasında anayurdundan göç etmeyen/edemeyen Filistinliler, o tarihten bu yana başka seçenekleri olmadığından, kerhen bile olsa İsrail vatandaşı oldular. Ancak onlar, Yahudi vatandaşlarla eşit haklara sahip değillerdi. İkinci sınıf vatandaş konumundaydılar; baskı, zulüm ve haksızlıklara maruz bırakıldılar. Denize düşenin bir dala sarılması misali, Yahudilerin kurdukları görece ilerici, sol veya komünist partilere oy vermek suretiyle hem kendilerini korumaya aldılar hem de varlıklarını sürdürdüler. 1993 Oslo Anlaşması’nı imzalayan İzak Rabin bir fanatik tarafından katledilince, siyonist sosyal demokrat diye isimlendirilen İşçi Partisi’nin başına güya ılımlı ve barışsever Şimon Peres geldi. İzleyen ilk seçimlerde 1948 işgali sırasında topraklarında kalan Filistinliler, “Bakınız, İşçi Partisi, barışa imza attı. Bir süre sonra Filistin devleti de kurulacak. Ya biz, Filistin devletinin himayesine girer; 1967’de işgal edilen Batı Şeria ve Gazze’deki kardeşlerimizle birlikte yaşarız yahut en azından şimdiye kadar gördüğümüz baskılardan kurtulmuş olur, eskisine oranla barış ortamında rahat ederiz” diye düşündüler. Bu yüzden 1948’li Filistin toplumunun yüzde 94’i Peres’in partisine oy verdi. Bu halk, kendince siyonist devletin sağ kanadı (Likud ve daha sağdaki bağnaz partiler), sol kanadı (İşçi Partisi ve benzerleri) ayrımına bakarak tutum belirliyordu. Oysa Peres iktidarının düşmesinden sonra Ariel Şaron-Netanyahu ikilisinin temsil ettiği ırkçı ve saldırgan siyonist kanat yükselişe geçti. Ona paralel olarak giderek sağcılaşan sosyal demokrat Siyonistlerin iktidarı, Ehud Barak’ın şahsında somutlaştı. Başbakanlık koltuğuna oturan Barak, ABD’deki Camp David müzakereleri sırasında Filistin lideri Arafat’ı oyalayan kurnaz diplomasisini, askeri gücüyle takviye etti. Bunu gören Arafat, 2000 yılında El Aksa İntifadası diye bilinen ikinci büyük halk ayaklanmasının işaretini verdi. İkinci İntifada, 2005 yılına kadar sürdü. Sosyal demokrat ve barışsever diye sahnede boy gösteren Şimon Peres ise, daha sonra cumhurbaşkanı (2007-2014) olunca Filistinlilere yönelik savaş ve operasyonlarda Başbakan Netanyahu’nun bütün ırkçı ve şiddet politikalarını benimsedi, savundu. Sağcılaşma ve ötekileştirmeye dayalı bu dengeler, Türkiye’deki Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı’nın başta HDP olmak üzere muhalif Kürt hareketinin farklı türevlerine ve bazı sol kesimlere olumsuz bakışlarını, hatta kendi aralarındaki suçlamalarda bile Kürtleri dışlayan, “Kuzey Irak’a gitmelerini” emreden ve seçmenlerini “terörist” gibi gören tutumlarını akla getiriyor.

Oslo Anlaşması gereğince İsrail, Filistin’in doğal coğrafyasının sadece yüzde 22 oranındaki toprakları (Batı Şeria ile Gazze) geri vermeyi taahhüt etmişti. Fakat Şaron ve Netanyahu’nun günümüze kadar süren iktidarları sürecinde geri verilmesi vaat edilen Filistin topraklarında çok sayıda Yahudi yerleşim yeri kuruldu, özellikle Batı Şeria bölgesinde. Böylece Oslo’nun Filistinlere üç kötü mirası oldu: Bir, Filistin topraklarından kolay kolay sökülemeyecek olan iskân edilmiş bir Yahudi yerleşimci azınlık, emrivaki olarak ortaya çıktı. İki, devlet kurma rüyası görürken gerçekte giderek yıpranan, eli kolu bağlı ve halkının gözünde itibarını yitirmiş güdük bir Filistin Eyalet/Özerk Yönetimi oluştu. Üç, Filistinli kardeşleriyle bağımsız bir devlet himayesinde yaşayacağını hayal eden 1948’li Filistinli toplumu ile 1967 işgalindeki topraklarda yaşayan Filistin halkı arasındaki ayrılık, Oslo marifetiyle kesin sınırlarla belirlendi. Daha beteri var: İsrail parlamentosunun “İsrail bir Yahudi devletidir” yasasını çıkarmasından sonra 1948’de işgale uğramış Filistinliler, birbirinden beter iki mecburiyetle karşı karşıya geldiler: Ya İsrail devletinin bugünkü sınırlarını tanımayıp vatandaşlıktan çıkarak Filistin Yönetimi altındaki topraklarda mülteci olmak yahut İsrail Devleti’nin Yahudiliğini kabullenerek Tevrat kurallarına göre ikinci/üçüncü sınıf vatandaş sıfatıyla yaşamak-ki bu, bir anlamda dini ve etnik açıdan Yahudi asimilasyonuna maruz kalmayı da içeriyor.

Anlatmak istediğimiz şey şudur: Filistinliler, özellikle 1948’de işgal altında kalan topraklarda yaşayan Filistin toplumu, siyonist devletin “sol kanadı”nın, “sağ kanadı”ndan farklı olmadığını anlamış oldu. Oslo’dan önceki süreçte, biraz da HAMAS örgütünü model alan İslami bir hareket siyaset sahnesinde yer aldı. Bunu, Arap ulusalcılığına ağırlık veren bazı oluşumlar izledi. Yahudi ağırlıklı sol/sosyal demokrat partilerden ayrılan bazıları, İsrail yasaları çerçevesinde parlamento (Knesset) seçimlerine katıldılar. Azmi Bişara gibi bir şahsiyet milletvekili seçildikten sonra, Arap dünyasında pek tanınan bir isim oldu. Ne yazık ki Bişara, “Arap Baharı” diye isimlendirilen halk ayaklanmaların ruhunu ve perde arkasını iyi okuyamadı. Mesela Suriye rejimine başkaldıran sivil itaatsizliğin, dış müdahaleyle nasıl mecrasından saptırılarak silahlı cihat savaşına dönüştüğünü kavrayamadı. O, Arap diktatörlere karşı derin kini nedeniyle bazen Müslüman Kardeşler (İhvan) Hareketi'ni demokrasinin havarisi, sivil toplum örgütü olarak gördü. Netice olarak ayaklanmaların olduğu ülkelerdeki diktatörlere karşı, İhvan hareketlerini destekleyen Katar’a gidip sığındı. Esas konumuza dönersek, böyle bir çaresizlik içinde günümüzdeki 1948’li Filistin toplumunu temsil eden bazı hareketler, İsrail siyasal sistemi içinde kalmak şartıyla bazen kimi Yahudi (aslında İsrail) partileriyle ittifak yapıp diğerlerine karşı cephe oluşturuyorlar. Söz gelimi artık sosyal demokratlığı, barışseverliği bile kalmamış olan İşçi Partisi veya onun daha solundaki diğer oluşumlarla (mesela Araplarla Yahudilerin kurdukları Barış ve Eşitlik İçin Demokratik Cephe ya da Meeretz Partisi, Komünist Partisi gibi) dayanışma içinde, Netanyahu’nun siyonist ırkçı ve Tevratçı kanadına karşı varlık yokluk çabası veriyorlar. İslami hareket, el Tecemmu, Arap Değişim Hareketi, isimli oluşumlar, bu taktiği “mevcudu korumak” ve fanatik ırkçılığı geriletmek” gerekçesiyle benimsiyorlar. Buna karşılık kökü 1970’lere kadar uzanan Ebna-ül Beled (Bu Toprağın Evlatları) Hareketi, İsrail seçimlerini tümüyle boykot etmekten yana bir tutum alıyor. Kırk yıldan beri Yahudi Devleti’ne bağlılık ve sadakat göstermeyi reddediyor. Yasalarına uymama yönünde çağrı yapıyor. Hareketin içinde yer aldığı Ortak Arap Listesi bileşeni, 2015’teki seçimlerde 500 bin Filistinlinin oyunu almıştı. 1948’deki topraklarda yaşayan Arap toplumunda 900 bin kişi oy hakkına sahip olduğuna göre, bu kez boykot kesin sonuç almazsa bile Filistinlilerin yarısından fazlası boykot yapacağa benziyor. Boykot, aynı zamanda İsrail rejimini tümüyle reddetme manasına geliyor. Boykotun temel tezlerini ve gerekçelerini yazan Filistinli Velid Dıqqa, görüşlerini bir broşürde toplayıp kamuoyuna sunmuş. Başlığı “Tutumumuz, Boykottur. Yalnız Değilsin. Ben de Boykotçuyum!” Kendisi 32 yıldan bu yana İsrail cezaevlerinde tutsak hayatı yaşıyor. Kampanya nereye kadar tutar; o ayrı bir konu. Mesele hayatta kalma, kimlik ve insan olma diğer bir deyişle ölüm-kalım mücadelesi.

Filistin’deki siyonist belanın bir yanı budur. Diğer yanlarına gelelim: Filistin Araştırmaları (El Deraset-ül Flıstiniye, İlkbahar 2019) dergisi, İsrail işgal kuvvetlerinin Filistin yönetiminin başkenti sayılan Ramallah kentinde son zamanlarda başlattığı bir dizi operasyonu kapak konusu yaptı. Buna göre; sıradan olmayan ve adeta imha amaçlı baskınlar söz konusu. Adeta İsrail’in biraz özerk valisi derecesine düşürülmüş Filistin Yönetimi, tepki verip tutum almaktan aciz. Arap dünyası ve uluslararası kamuoyu, adeta suskunluğa bürünmüş, Başka bir olayda, Yahudi yerleşim bölgelerindeki bazı fanatik gençler, Hz. Meryem’in ölüm yeri olarak kabul edilen duvara Filistinli Hıristiyanlara hakaret içeren sloganlar yazdılar. İlgili İsrail mahkemesi, failleri salıverdi. İş başa düşünce Filistinliler, bireysel eylemlerle direnişlerini sürdürme yoluna gidiyorlar. İsrail’in toplu cezalandırma operasyonlarına misilleme babından bir genç, Batı Şeria’daki Yahudi yerleşim yerlerine yakın bir yerde fedai eylemi yaptı. Bir asker öldü, bir haham ağır yaralandı ve başka yaralılar da oldu. Bir başka eylemde ise fanatik Yahudi yerleşimcileri taşıyan bir taşıt silahla tarandı. Hakeza Arapların yoğun yaşadığı Doğu Kudüs’teki bir polis karakolunu yanıcı bomba atıldı. Olay üzerine Filistinli üç genç, “şüpheli fail” diye gözaltına alındı ve şehrin eski tarihi giriş kapıları kapatıldı. Son olayın anlamı şudur: Trump'ın desteğini alan Netanyahu, Kudüs şehrini İsrail’in ebedi başkenti olarak ilan etme planında bir adım daha attı: Doğu Kudüs’te zaten yaşam alanları gittikçe daralmış olan Filistinlilerin son topraklarına, köylerine ve evlerine el konulması. Kısacası Kudüs’ün topyekun Yahudileştirilmesi planı gündemde. Aynı kapsamda Trump, İsrail, kendi sınırının Suriye tarafında faaliyet gösteren bir “Hizbullah şebekesi”ni yakaladığını duyurdu. İddiaya göre bu şebekenin sorumlusu Ali Musa Daqduq olup, İranlı Devrim Muhafızları’yla birlikte sınırda faaliyet gösterip istihbarat topluyor. Güya şebeke, Suriye Başkanı Beşar Esat’tan habersiz olarak çalışıyormuş. Malum, İsrail işgalindeki Golan Tepeleri, uluslararası devletlerin nezdinde ve Birleşmiş Milletler’in kararıyla Suriye toprakları sayılıyor. 1967’de bu toprakları işgal edip bir daha geri vermeyen İsrail, Filistin yurduna ek olarak Golan Tepeleri’nin işgalini hem Trump ve diğer müttefikleri aracılığıyla meşrulaştırmak hem de Yahudileştirmek amacıyla hareket ediyor. Halbuki 1973 Arap-İsrail savaşı sonrasında, Mısır yönetimiyle müzakerelerinde barış karşılığında işgal ettiği Sina Yarımadası'nı geri vermişti. Aynı süreçte Suriye ile görüşmelerde Golan Tepeleri’nin önemli kısmını elden çıkarıp asıl sahibine teslim etmeyi peşinen kabullenmişti. Golan’ın Sina Yarımadası'ndan temel farkı şudur: Söz konusu tepeler, askeri bakımdan yani kara savaşında önemli bir stratejik mevkidir. İsrail, bir kere kaptığı bu toprağı asla geri vermeyi düşünmez. Dahası, son zamanlarda Suriye ve Lübnan’daki İranlı askeri birimler ile Lübnan’daki baş müttefiki Hizbullah, hem güney Lübnan hem de Golan Tepeleri’nde adım adım mevzileniyorlar. Olası bir İsrail saldırısına karşı caydırıcı bir pozisyon alıyorlar. İç savaştan çabuk sıyrılıp tez elden toparlanabilirse, Suriye ordusu da İsrail’in Golan Tepeleri'nde İslamcı silahlı örgütlere verdiği desteğin öcünü alma yolları arayabilir. En azından Hizbullah gibi vurucu bir gücün arkasında durarak, onu Golan üzerinden İsrail’i taciz edecek veya İsrail saldırılarına karşı misilleme yapabilecek konuma getirebilir. Bundan öte; İsrail’in su kaynakları genelde Lübnan, Golan Tepeleri ve Celil gibi bölgelerden geliyor. Golan tarımsal açıdan devasa su deposu olmanın ötesinde, meyve (üzüm ve elma başta olmak üzere) bağlarıyla doludur. Yıllardır bu kaynakları alabildiğine kullanan ama aslında Suriye vatandaşı ve rejim yanlısı Dürzi topluluğu etnik ve dini bakımdan asimile etmenin bir yolu da Golan’ı İsrail’e ilhak etmek ve yörenin Yahudileştirilmesinin zeminini hazırlamaktır.

Başından sonuna kadar yolsuzluk ve hukuksuzluğa saplanmış Başbakan Netanyahu, çareyi daha fazla ırkçılaşma (Siyonizmin milliyetçi ve dini türevi) din, iman, Tevrat ve siyonizm ülküsü naraları atmakta buluyor. Bu nedenle kendisinden daha fanatik Yahudi şeriatçısı hareketlerle ittifak kuruyor. O tür ırkçıların insanlık dışı ve soykırımcı hedefleri bellidir. Bu faaliyetlerini Tevrat’taki kimi tefsirlere dayandırıyorlar. Örneğin Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimcilerin desteğine sahip olan Mihail ben Ari, olur olmaz her münasebette Filistinlilere karşı nefret duygularını ve dinci faşist tutumunu dile getiriyor. Kendisi ırkçı fanatik Başhaham Meir Kahane’nin tilmizi/müridi olup, İsrail parlamentosunda milletvekilliği de yapmıştır. Mart ortasındaki bir televizyon kanalındaki konuşmasında şöyle demişti. “Netanyahu, siyasetçilerin kralıdır. İsrail milletinin nabzını tutuyor. Onunla koalisyona varız.” Ağustos 2018’de ise, “Kim Yahudileri diline dolayıp eleştirirse, hayatta kalamaz. Sonu, ölümdür. Öyle birisini hapse atmayız, sürgün etmeyiz ve vatandaşlıktan çıkarmayız. Kafasına kurşun sıkar gebertiriz. Bu, ırkçılık değildir; Onların (lanet Filistinlilerin) diliyle konuşmaktır. Kim ki Arapların sadık ve devlete bağlı olduğunu söyler, onlardan gelecek tehlikeyi küçümsemiş olur!”

Bağnaz Zehot Partisi mensubu Moşe Fieglin ise, mart ayındaki seçim konuşmasında parlamentodaki yurtsever bir Arap milletvekilinin katledilmesini, bütün Filistinlilerin yurttan sürülmesini ve İsrail’in tam anlamıyla Tevrat devletine dönüştürülmesini söyledi.

14 Mart gecesi Gazze’den İsrail hedeflerine fırlatılan bazı füzeler, İsrail askeri ve siyasi çevrelerini harekete geçirdi. HAMAS ile İslami Cihat örgütleri, füzelerin kendileri tarafından atılmadığını, muhtemelen bir teknik hata sonucu olayın meydana geldiğini açıkladılar. Ancak İsrail tarafı, maksatlı bir füze atışı olduğu noktasında ısrar etti. Zaten sıkıştıkça Gazze bölgesine karadan ve havadan bomba yağdıran, asker sivil ayrımı yapmadan katliamını sürdüren İsrail, bunu bahane ederek neye mal olursa olsun Gazze şeridini yeniden işgal etmeyi planlıyormuş. Bu iddiaya göre İsrail ordusu, işgal ettiği Gazze’de HAMAS yönetimini devirecek ve idareyi, kendi suyunda giden Abbas yönetimine devredecekmiş. Bu arada hem Gazze’deki halkı ve örgüt elemanlarını silahlardan arındıracak hem de Batı Şeria’da, kolluk kuvvetlerinin dışında kimsenin elinde silah bırakmayacak. Anlaşılan, HAMAS ile İsrail arasında çıkabilecek muhtemel bir savaşı önlemek üzere devreye girmiş bulunan Mısır, henüz beklenen ateşkes ve mutabakatı sağlayamamış.

Durum bu minval sürerken, mart ayı ortalarında Gazze’de açlık isyanı patlak verdi. Geniş kitlelerin aktif katılımı ve desteğini alan bu halk hareketinin üç temel sloganı vardı: Özgürlük, geçim ve onur! Ancak yıllardan beri fiili yönetimi tekeline almış bulunan HAMAS, masum taleplere amansız bir polis-milis saldırısıyla karşılık verdi. Kitlelere sıkılan kurşun, barut, bomba gibi bastırma araçları yetmiyormuş gibi gece-gündüz demeden evlere baskınlar düzenlendi, göstericilere karşı acımasız bir şiddet kullanıldı. Tutuklananlar, kaybedilenler ve ender olsa bile infaz/idam edilenler bile oldu. Oysa aynı HAMAS, yeri geldikçe, İsrail saldırılarına karşı zorla hükmettiği insanları icabında canlı kalkan olarak mevzilere ve meydanlara gönderebiliyor yahut onların arkasına sığınabiliyor. “Geçinmek ve yaşamak istiyoruz”şiarıyla sokakları inleten göstericiler, esasen HAMAS’ın yanlış politikaları neticesinde kötüleşen ekonomik durumun düzeltilmesi için harekete geçmişlerdi. Zira artık geçim sıkıntısından bıçak kemiğe dayanmış, geçim kaynakları tümüyle kurumuştu. Doğrudur; ekonomik ve sosyal hayatın bozulmasının baş müsebbibi, Gazze’ye çok yönlü ambargo uygulayan, yetmezmiş gibi bölgeyi bombalarla alt üst eden İsrail’dir. Buna rağmen HAMAS yönetiminin bozuk düzeni; adam kayırma, yöneticilerin ranta el koymaları, adil bir paylaşımın olmaması, aslında ekonomiden anlamayan HAMAS sorumlularının plansız programsız, günübirlik ve eyyamcı politikaları da kötü durumu, bir sosyo-ekonomik felakete sürüklemiştir. HAMAS’ın Gazze halkına yönelik baskı ve zulüm uygulamaları, Uluslararası Af Örgütü veya insan hakları kuruluşlarının bültenlerinde devamlı teşhir edilmektedir. İslamcı HAMAS, özellikle son protesto hareketini, “dış güçlerin komplosu” olarak suçlayarak halka karşı başvurduğu şiddet yöntemini haklı gösterme çabasında. Oysa HAMAS ile iktidar kavgası içinde olan Filistin Yönetimi’nin itirazını “husumet ve rekabet” hanesine yazmış olsak bile, Filistin’deki ilerici, demokrat, sosyal demokrat, sosyalist ve hatta kimi İslamcı oluşumlar, açlıktan can verme aşamasına gelmiş halkı haklı bulan, HAMAS şiddetini ve zulmünü kınayan ortak bir bildiri yayınladılar. Müslüman Kardeşler geleneğine bağlı olan HAMAS, geçmişte kurtuluş, özgürlük, insanlık, dürüstlük ve adalet söylemiyle halkı kendisine oy vermeye ikna eden, bu arada Filistin yönetiminin yolsuzluklarına karşı kararlı bir kampanya yürüten, bir anlamda “Adil düzen, temiz ve ak yönetim” sloganıyla kendisini alternatif bir yönetim olarak gösteren HAMAS, yıllardır dayattığı yasakların ve zulmün ötesinde, çokça eleştirdiği Filistin yönetiminin yolsuzluklarını aratmayacak oranda rüşvet, yolsuzluk ve ranta bulaşmış durumda.

Halkın protestolarından ders almak yerine, “yönetimimize karşı komplo” bahanesine sığınmak, bu örgütü ve Filistin halkını İsrail’e karşı savunmasız bırakmak anlamına gelir. Hele hele Trump’un İsrail fanatiği damadı siyonist Jared C. Kushner, Suudi yönetimiyle birlikte “yüzyılın barış planı” adı altından Filistin davasını tümüyle tarihe gömme hesabı yaptığı; Suudilerin petro-dolarıyla da itiraz edebilecek Filistinli yetkililere “sus payı” verip, onların seslerini kısmayı planladığı bir dönemde. Times of Israel gazetesinin İngiliz kadın araştırmacı Vicky Ward’dan aktardığına göre Kushner planı şunu öngörüyor: “Yahudi yerleşimcilerin Batı Şeria’da fiili olarak ele geçirdikleri topraklar kadar bir toprak parçası Ürdün tarafından Filistinlilere verilecek, o da buna karşılık Suudi sınırlarındaki toprakları (Kızıldeniz’deki iki Suudi adasını) almak suretiyle durumu telafi edecek. Bu arada Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, Filistinlilere tazminat ödeyecekler. Bugünlerde bölge ziyaretleri turuna çıkan ABD Dışişleri Bakanı Mark Pompeo’nun dağarcığında, “horizontal change” (yatay değişim) adı altında şunlar var: Netanyahu’nun seçimi kazanmasına tam destek. Sağlık durumu kötüye giden Mahmut Abbas’ın yerini alabilecek teknokrat olmayan popülist bir Filistin koalisyon hükümeti kurmak, bazı muhalif kesimleri de bu koalisyona katmak. Barış konusuna bağlı olarak Ürdün hükümetini maddi bakımdan desteklemek. Ülkede hâlâ devam eden ve bir başkaldırıya dönüşme potansiyeli taşıyan halk protesto hareketini teskin etmek üzere, teknokrat olmayan farklı bir hükümet kurmak ve yeni bir yönetim modeli uygulamak. Dört bir yandan kuşatılmış Filistin halkına daha fazla zarar getirecek bela içinde belanın diğer adıdır bütün bu gelişmeler.