Bir Kırmızı Pazartesi cinayeti olarak 28 Kanunisani*

Komünist heyetin “sınır dışı edilmesi” (ya da bugünkü terminolojiyle etkisiz hale getirilmesi) birkaç ayaklı bir planla gerçekleştirilecekti. Önce heyet mümkün olduğunca bekletilecek, daha sonra kötü koşullarda önceden ayarlanmış paramiliter güçlerin ve yerel destekçilerinin protesto gösterileri eşliğinde “komünistlerin bu ülkede istenmediklerini kati biçimde” hem kendilerine hem de cümle aleme göstereceklerdi.

Google Haberlere Abone ol

Besim Erarslan* 

Mustafa Kemal ve “yol arkadaşları” tarafından sürdürülen Milli Mücadele ve kuruluş yılları sırasında bu yol arkadaşlıklarının pek çoğu zamanı gelince dramatik biçimde son bulmuş, her seferinde kazanan Mustafa Kemal Paşa olmuş ve tek adamlığa doğru adım adım ilerlemiştir. Bu tarihsel süreçlerde temelini iktidar mücadelesinin oluşturduğu bir nevi ittifaklar ve tasfiyeler tarihi olarak da okuyabileceğimiz bu süreçte Türkiyeli sosyalistler açısından en can alıcı nokta TKP’nin kurucu ve önder kadrosunun katledildiği 28 Ocak 1921 tarihidir.

Milli Mücadele’nin “konjonktürel” gerçeklerini “doğru okumaya” çalışırsak 1918-1920 yılları arasında artık devletleşmiş sosyalizmin dünya kapitalizmi için giderek “ana tehdit” şeklinde algılanmaya başlandığını da görürüz. Dünya kapitalist (eski Çarlık Rusya’sının da müttefiki olan başta İngiltere olmak üzere) devletlerine karşı konuşlanmayı yeni Sovyet Devleti'nin (bir savunma refleksi olarak) ana politik ekseni haline geldiğini görmek gerekir. Bu eksenin belirlediği dış politika kapitalist sistemin diplomatik lideri İngiltere ve müttefiklerinde anti Bolşevizm olarak ifade bulurken Yeni Sovyet Devleti’nde ise sosyalist devrimin içe ve dışa karşı savunulması (yani içeride muhaliflerin ezilerek Bolşevik iktidarının pekiştirilmesi dışarıda da yeni müttefikler edinilmesi dünya devletleri düzeyinde meşruiyetin ve sosyalist Sovyetlere sempati cephesinin genişletilmesi) olarak yansıyordu. Bu konjonktüre göre yeni Sovyet Devleti’nin elindeki tüm enstrümanlar yeniden tanımlanmalı içeride ve dışarıda kurulacak ittifaklar ya da tasfiyeler hem konjonktüre hem de başta İngiltere’yi hedef alacak uluslararası diplomasiye uygun olmalıydı. Bu durum kısa sürede meyvelerini vermekte gecikmedi ve (1. Dünya Savaşı ile birlikte kendi sermaye temsilcilerinin yanında sosyal şoven bir tutum alarak yer tutan Avrupalı sosyal demokrat partilerin dağılmasına yol açtıkları) II. Enternasyonal yerine “muzaffer” Bolşevikler önderliğinde III. Enternasyonal (Komintern) kuruldu. III. Enternasyonal’in I. ve II. Enternasyonal’den farkı proletaryanın fiilen “muzaffer” bir temsilcisi (Bolşevik Partisi) tarafından kurulmasına öncülük edilmiş olmasıydı. Buradan hareketle “muzaffer” ülkenin proletaryasının temsilcisinin yeni Enternasyonal'in kurucusu ve öncüsü olması, “muzaffer ülkenin” başkentinin (Moskova) yeni Enternasyonal'in merkezi olması “muzaffer Bolşeviklerin” hiyerarşik örgütlenme biçimi olan (Lenin’in ayrıntılı biçimde formüle ettiği) “demokratik merkeziyetçiliğin” de yeni Enternasyonal’in örgütlenme biçimi olarak kabul edilmesi, kısa adı Komintern olarak kabul edilen yeni Enternasyonal'in öncekilerden farklı olarak eşitler arası bir konferans yerine aldığı kararlarla bağlayıcılığı olan merkezi ve hiyerarşik bir seksiyon örgütlenmesine (yani SBKP’nin yukarıda ve merkezde diğer partilerin de aşağıda ve çeperde olduğu bir biçime) dönüşmesi de kaçınılmazdı. I. ve II. Enternasyonallerde olmayan şey (**) gerçekleşmiş Komintern merkezi ve hiyerarşik bir dünya partisi olarak tüm seksiyonlarına (dünya komünist partilerine) doğrudan komuta edebilecek bir duruma dönüşmüştü. I. ve II. Enternasyonallerde politik ve ideolojik ağırlığı olan Enternasyonal kararları, artık tüm dünya komünistleri için merkezi birer talimata dönüşmüştü. Bu durum kısa sürede Komintern’i ve onun dünya ülkelerindeki bileşenlerini yeni Sovyet Devleti’nin tek ülkede sosyalizmin inşası (Sosyalist Anavatanın savunulması) paradigmasının Bolşevik SBKP’nin yeni ideolojik, politik ve dolayısıyla da diplomatik hattına egemen olması anlamına geliyordu. Lenin bir teorisyen olarak “sol komünizm”, “ulusal sorun” ve “ezilen halklar” vb. konularında yeni “teorik açılımlar” yaparak yeni Soyvet Devleti’nin geleceğinin önündeki ideolojik mayınları temizlemeye girişmiş ve yeni Sovyet diplomasisinin yolu “ideolojik açıdan” açılmıştı. Yeni durum kısa sürede Komintern’in faaliyetlerine yansımakta gecikmedi. Artık Komintern dünya devriminin yayılmasından çok “biricik sosyalist anavatan”ın (Sovyet Devleti'nin çıkarlarının) savunulması amacına yönelik bir örgütlenme idi. Komintern’in tüm seksiyon faaliyetlerini, dünya ülkelerinden gelen temsilcilerin eğitilmesini bu doğrultuda okumak gerekir. Hazır yeri gelmişken kısaca değinmek gerekirse Rus devriminin ardından dünyada gelişen Sovyet sempatisinin (1917-1918) kısa bir süre sonra yerini özellikle Batılı metropollerde anti komünizme bırakmasını sadece Batılı kara propaganda kampanyasına bağlamak oldukça yetersiz bir açıklama olurdu. 1919 sonrası Avrupa ve ABD’de gelişen anti komünizm propagandasında yeni Sovyet Devleti’nin Komintern’i Sovyet Devleti’nin çıkarları doğrultusunda adeta “beşinci kol” faaliyeti gibi kullanmak istemesinin de hatırı sayılır ölçüde payı olduğunu kabul etmek gerekir. Hal böyle olunca İngilizlerin desteklediği Yunanlılarla savaşa girişen Anadolu hükümetini “anti emperyalist” ilan etmek büyük resme son derece uygundu. Böylece gerekli boşlukları doldurmak için Komintern ve onun ideologları devreye girdi (ideoloji tam da mevcut gerçekliğin teorik ilkelere uydurulması değil miydi zaten?) Lenin’in “Marksist ulusal sorun”a getirdiği yeni açılımlar ve katkılar ışığında Anadolu’daki milli mücadele” anti emperyalist bir milli mücadele olarak Bolşevik devlet aklı tarafından okundu (bu aklın içine SBKP, Komintern, Mustafa Suphi ve TKP önderliğini de koyuyorum, onlar başarısız oldukları gibi yaptıkları hataların bedelini de canlarıyla ödediler).

SBKP ve Komintern’i o dönemde Yeni Sovyet Devleti'nin en önemli iç ve dış politika enstrümanları olarak kabul edersek, Anadolu’da sosyalist ya da Sovyetik bir seçeneğin zaten çok gerçekçi olmadığını çok iyi bilen SBKP ve Komintern liderlerinin, TKP önderlerinin katledilmesi ile çok fazla bir şey kaybettiğini söyleyemeyiz. Burada en zararlı çıkanlar, süreci doğru okuyamayarak hatalarını hayatları ile ödeyen Mustafa Suphi ve yoldaşlarıdır. Bu yazı en çıplak gerçekliğiyle aynı zamanda Mustafa Suphilerin ve onların ardından “bayrağı devralan” Türkiyeli sosyalistlerin yaptıkları hataları ya da başka bir deyişle düştükleri trajik durumu dile getiren bir yazı. Aslına bakılırsa bu satırlarda söyleyeceğim şeyler tarafımdan ilk kez dile getiriliyor değil; sadece belli ideolojik angajmana sahip olmadan tarihe bakmayı becerebilmenin, ortada apaçık duran ve ideolojik önyargılarla göz ardı edilen argümanların farkına varmanın, ağacı görürken ormanı da görebilmenin avantajını kullanacağız.

1920’ DE DURUM NEYDİ?

İzmir’in işgali üzerine 15 Mayıs 1919’da Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal’in amacı, dağılan Osmanlı ordusunu toparlamak, Anadolu’da büyük oranda İttihatçı kadrolarca kurulmakta olan yerel Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerini Bölgesel Kongreler toplayarak hem kontrol altına almak hem de uzun sürmesi muhtemel bir milli mücadele sürecinde yurt dışında diplomatik meşruiyet oluşturacak Milli Meclis'in temellerini atmaktı. Padişahın yasal İstanbul hükümeti, İngiliz işgali altında tüm prestijini ve taşra üstündeki merkezi kontrolünü neredeyse yitirmişti. Ülkenin en örgütlü siyasi gücü İttihat ve Terakki Partisi’nin önder kadrosu (troyka denen Enver, Talat ve Cemal Paşalar) müsebbibi oldukları Osmanlı Devleti'nin savaşa katılması sorumluluğu yüzünden yenilgiyle birlikte ülkeyi terk etmek zorunda kalmışlardı. Aynı zamanda İttihatçı olan ve Teşkilat-ı Mahsusa geleneğinden gelen Mustafa Kemal Paşa merkezdeki bu boşluğun kendi iktidarını kurmak için elverişli olanaklar sunduğunun farkındaydı. Yapması gereken İttihat ve Terakki tekrar hortlamadan yeni bir devletin omurgasını oluşturacak siyasal, askeri ve diplomatik bir örgütlenme oluşturmaktı. Şunu kabul etmek gerekir ki Mustafa Kemal Paşa pragmatik olduğu kadar öngörülü biriydi de. En baştan itibaren yeni kurulacak devlet üstüne kafasında belirli bir resim vardı. Trablusgarp, Balkan ve 1. Dünya savaşları ona yeni Türkiye Devleti'nin sınırlarının neresi olması gerektiğini öğretmişti. Ünlü Alman Gorz Paşa’nın bir süre önce söylediği “Osmanlı'nın artık Avrupa ve Trakya’daki toprakları elinde tutmayacağı ve yeni kurulacak devlette Anadolu’yu merkez alması gerektiği gerçeğini” iyi kavramıştı. Ancak Enver Paşa kadar hayalci olmadığı için her ne kadar zaman zaman Pan Türkizm’e göz kırpsa da bunun üstüne büyük hayaller kurmadı. Onun kafasındaki Misak-ı Milli savaş öncesi elde kalan son Osmanlı topraklarının sınırları ile sınırlanmış, elde edilebilmesi mümkün olan en geniş coğrafyadan ibaretti. Bu coğrafyada Batılı normlara uygun olarak başkenti Anadolu’nun merkezinde yer alacak, Batılılarca da kabul görecek ve ana harcı Türk milliyetçiliği (İdeolojik olarak Pan Türkizmi de dışlamayacak) olacak laik (iktidarı tarikatlar ve ruhban kesim ile paylaşmasına gerek kalmayacak) bir devlet kurmak istiyordu.

Bunun için;

1) Önce kendisine temsili bir meşruiyet alanı açmalı bu yoldan yürüyerek merkezi Anadolu’da işgal edilmeyen topraklarda yer alacak bir mebuslar meclisi oluşturmalıydı.

2) Bu meclis ile kendisini bir milletin seçilmiş temsilcilerinin lideri olarak sunabilecek, hem padişaha karşı hem de işgalci batılı ülkelere karşı masaya oturma pozisyonunu güçlendirecek, hem de yeni müttefik Sovyet Devleti'nden yardım istemede elini güçlendirecekti.

3) Başsız kalmasına rağmen ülkede etkinliğini hâlâ sürdürmekte olan İttihat ve Terakkici kadroların ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın etkisiyle kurulan ve Anadolu’da mantar gibi biten Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’nin oluşturduğu örgütlenmelerin mutlaka kontrol altına alınması, kendi liderliğinin bu kadrolara kabul ettirilmesi gerekiyordu.

4) 1. Dünya Savaşı esnasında özellikle 1915 tehciri ile Osmanlıdaki ermeni nüfus büyük oranda “azaltılmış” nerdeyse sıfırlanma noktasına getirilmişti, Ancak Karadeniz Bölgesindeki Pontus azınlığı hala kabul edilebilir bir azınlık olmanın çok ötesindeydi ve savaş sonrası 1918-1920 arasında Anadolu’dan göçe zorlanarak, amele taburlarında köleleştirilen, Teşkilat-ı Mahsusa destekli paramiliter Türk komitacılarınca mallarına ve canlarına kastedilen Pontus Rumları partizan direnişine girişmişlerdi ve bu meselenin acilen halledilmesi gerekiyordu.

5) Kısmen terhis edilmiş olup isyanlar ve asker kaçakları ile dağılma durumuna gelmiş orduyu yeniden toplamalı, bu orduyu para, cephane ve teçhizat ile donatmalıydı.

6) İşgal kuvvetlerine karşı silahlı mücadeleye girişen silahlı gayri nizami birlikleri (çeteleri),bir an önce merkezden koordineli belli bir emir komuta zincirine bağlamak gerekiyordu.

7) Bu gayri nizami kuvvetler arasında öne çıkabilecek olan yerel figürlere (Çerkes Ethem gibi) inisiyatif kaptırmamak için bir an önce dağılan askeri kuvvetleri toparlamak ve düzenli orduya geçmek gerekiyordu.

Konuyu fazla dağıtmamak için burada duralım.

MUSTAFA SUPHİ ve TKP MERKEZ KOMİTESİ’NİN KATLEDİLMESİ

Yeniden Komintern’in anti emperyalizm ve Doğu halklarının ulusal mücadeleleri politikalarıyla paralel olarak Türkiye’ye dönerek legalize olma ve milli mücadele de yer alarak örgütlenme imkanlarını geliştirme kararı alan TKP’ye dönelim. Mustafa Suphi’ye kalsa TKP yönetimi vakit geçirmeksizin ülkeye dönmeliydi. Ancak hem Komintern’in Doğu halkları komiserliğinin zamanı uygun bulmaması (burada zamanın uygun bulunmaması için muhtemel nedenlerden birincisi SBKP içinde Anadolu’da İngilizlere karşı kimin destekleneceğine gelişmelerin henüz yeterince olgunlaşmaması nedeniyle tam karar verilememiş olması) TKP’ye tahsis edilecek bütçenin verilmemesi sebebiyle dönüş programında yaklaşık üç aylık bir gecikme oldu. Bu arada Sovyet Yönetimi ile Mustafa Kemal arasında temaslar, mektuplaşmalar devam ediyordu. Bu dönemi iki tarafın da birbirini tarttığı bir dönem olarak anlamak gerektiğini düşünüyorum. Zira SBKP yönetimi bir yandan Mustafa Kemal ile görüşürken diğer yandan da Enver Paşa’yı olası bir alternatif olarak düşünüyordu (Enver Paşa, Eylül 1920 de Bakü’de yapılan 1. Doğu Halkları Kurultayı’na delege olarak katılmış ve büyük ilgi görmüştü) , Mustafa Kemal’in başarısız olması halinde Türk-Sovyet ilişkilerini Enver Paşa üzerinden yürütmeyi planlıyordu. (Kaldı ki Mustafa Kemal’in hareketini yakından takip eden Enver Paşa, olası bir yenilgi halinde yeniden Anadolu’ya dönmek için fırsat kolluyordu). 28 Aralık 1920’de Kars’tan giriş yapan TKP kafilesinin sayısı hakkında farklı görüşlere rağmen biz araştırmacı Hamit Erdem’in 19 sayısını esas alıyoruz. (Daha sonra kafile’den Ankara ajanı olan iki kişi artı birinin karısı ve aşağıda hikayesini anlatacağım Baytar Yüzbaşı Abdülkadir olmak üzere dört kişi ayrılacaktı.) Kafile Ankara’ya gelmekte olan yeni Sovyet Elçisi ile birlikte olduğu için Kars’ta olaysız karşılandılar. Ancak daha sonraki karşılama heyetinin ve bu operasyonun sahadaki sorumlusu (Mustafa Kemal’in telgrafının da teyit ettiği biçimde) Kazım Karabekir’in, bölge vali ve yöneticilerinin ve de Mustafa Kemal’in ortaya çıkan telgraflarından anladığımız kadarıyla plan öncelikle Sovyet Elçisi'nin gitmesini beklemek ardından da kafileyi “ne pahasına olursa olsun ülkeye sokmamak” üzerine kurulmuştu. Planın görülen şekli buydu ama görünmeyen şekli en baştan beri var mıydı yoksa baştan yoktu da günbegün gelişen olaylar karşısında mı böyle neticelendi, tam da bunun üstüne düşünmek gerekiyor, bu yazının asıl konusu biraz da bu nokta. Komünist heyetin “sınır dışı edilmesi” (ya da bugünkü terminolojiyle etkisiz hale getirilmesi) birkaç ayaklı bir planla gerçekleştirilecekti. Önce heyet mümkün olduğunca bekletilecek, daha sonra kötü koşullarda önceden ayarlanmış paramiliter güçlerin ve yerel destekçilerinin protesto gösterileri eşliğinde “komünistlerin bu ülkede istenmediklerini kati biçimde” hem kendilerine hem de cümle aleme göstereceklerdi. Sonunda da Trabzon’da bir tekneye bindirilip denize açılacaklardı. Burada bir konuya açıklık getirmek istiyorum. Adeta bir tehcire dönüşen bir aylık bu uzun ve heyet açısından çilekeş yolculuk esnasında Mustafa Kemal ile başta Kazım Karabekir ve diğer askeri mülki erkan arasında yoğun bir telgraf trafiğinin olduğunu görmekteyiz. (Bu trafik esnasında en ilginç konulardan biri de Mustafa Kemal’in kafilenin hareketlerini çok yakından ve titizlikle takip ediyor olması ve sık sık TKP heyetinin sayısını yetkilerden teyit ettirmesidir.) Bu planın içinde adeta “komünizmle mücadele derneği” gibi çalışan yerel “müdafaa-i hukuk cemiyetleri”, yerel polis ve jandarma güçleri ve yerel medya büyük rol oynuyordu. Kars’tan Erzurum’a, oradan Bayburt’a oradan da Maçka’ya ve Trabzon’a varan kafilenin yolculuğu neredeyse bir ay sürmüştü. Plan fiziki olarak bitkin ve moral bakımından yıkkın heyetin Trabzon’da kendilerine güçlük çıkarmadan “sınır dışı edilmeye” razı olmasıydı. Bu aşamadan sonrası Trabzon Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Başkanı Barutçuzade Ahmet Efendinin sağ kolu , Kuvayı Milliye’nin bölge komutanı ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın has adamı bölgedeki Rum ve Ermeni mallarına el koyarak nam ve zenginlik kazanmış biri, kısacası paramiliter güçlerin reisi kayıkçı kahyası (bir bakıma Trabzon limanının haracını yiyen kişi) Yahya’ya kalıyordu.

Bir ay boyunca yollarda aç susuz bir biçimde gittikçe daralan bir nefret çemberine kıstırılmış olan heyetin Ankara’ya asla varamayacağını belki de geriye dönmenin kötü bir seçenek olmadığını düşünmeye başlamış olması uzak ihtimal değildir.

28 Ocak (Kanunisani) 1920 akşamı heyet anayolda bekleyen yakınlarına gösterilmeden alt yoldan “güvenlik koridoru” altında hakaretler ve tehditler altında Trabzon limanına ulaştı. Sovyet Yönetiminin Trabzon Konsolosu Bagirov’a diplomatik bir dilde o gün evinden dışarı çıkmaması tembihlenmişti. O da söyleneni yaptı ve evinden çıkmadı. Heyet yine yüksek gerilim altında alelacele bir tekneye bindirilip denize açıldı. Sonrası malum… Açıklarda arkadan gelen ve içinde Kayıkçı Yahya’nın adamı Faik Reis ve silahlı adamlarının bulunduğu ikinci tekne karanlıkta TKP’lilerin bulunduğu tekneye rampa etti. Mustafa Suphi ve arkadaşları hunharca katledildi, cesetleri ayaklarına taş bağlanıp denize atıldı. Heyetten tek sağ kurulan Mustafa Suphi’nin karısı (asıl adı Maria olan Rus asıllı) Meryem Suphi idi. Onu da heyetin üstündeki altınlara el koyan Kayıkçı Yahya kendine seks kölesi olarak aldı bir süre sonra da Rize’nin kabadayılarına sundu. Ağır tecavüzlere dayanamayan kadıncağız kısa bir süre sonra hayatını kaybetti.

TKP HEYETİNİN KATLİNİN DUYULMASI VE SONRAKİ SÜREÇ

Bu olayın hemen ardından Trabzon’da çıkan İstikbal gazetesi “Denizin dibini boyladılar” diye manşet attı. (Bu başlık bile gazetenin heyetin ölümünden ayrıntıları ile haberdar olduğunu gösterir. Zira denizde boğulan birinin cesedi bir süre sonra şişerek yüzeye çıkar “denizin dibini boylamak” için cesetlere bir ağırlık bağlanması şarttır.)

Birkaç günlük sessizlikten sonra Konsolos Bagirov’un kulağına gelenleri teyit ettirmek istemesi ile Ankara ile Moskova arasında diplomatik trafik işlemeye başladı ve Moskova TKP heyetinin akıbetini sordu. Ankara’nın resmi ilk cevabı “Can güvenliği nedeniyle Batum üzerinden Sovyetler Birliği'ne geri döndüler” şeklindeydi. Ancak Moskova bu cevabı kabul etmedi ve heyetin geri dönmediğinde ısrarcı oldu. Sonraki yazışmaların ardından yaklaşık bir ay sonra Ankara “heyetin geri dönüş yolunda yaşanan talihsiz bir deniz kazasıyla hayatını kaybettiği”ni açıklayarak 15’lerin ölümünü resmen kabul etti ama sorumluluğu üstlenmedi.

Olay bir süre resmi olarak “sır” kaldı. Bir süre sonra Bakü’deki TKP dış büroya bölgeden ulaşan ve heyette yer alıp son anda babasının çektiği bir telgraf üstüne heyetten ayrılan Baytar Yüzbaşı Abdülkadir’ın (***) yazdığı bir raporla heyetin korkunç akıbeti belli olmuştu.

Sovyet makamları 15’lerin ölümünün ciddi takipçisi olmaz ve olayı düşük perdeden bir tepkiyle geçiştirirler. Bu olayın üstünden iki ay geçmeden 16 Mart 1921’de Moskova’da imzalanan Türk –Sovyet dostluk anlaşması, bu düşük perdeden tepkinin nedenini açığa çıkartır. Zira tam da TKP heyeti Kars’tan giriş yapmışken 6 Ocak 1921’de Yunan Ordusu ilk kez düzenli ordu olarak Eskişehir yakınlarında karşısına çıkan Türk ordusuna karşı saldırıya geçer ve 10 Ocak’ta yenilgiye uğrayarak geri çekilmek zorunda kalır. (1. İnönü Muharebesi) Bu olay SBKP’nin bekle gör politikasının meyvelerini toplamasına imkan verir. Düzenli ordu ile ilk zaferini kazanan Ankara hükümetinin SBKP’nin İngilizlere karşı Anadolu’daki asıl partneri olduğu hususu teyit edilmiş olur, kenarda Mustafa Kemal’in yenilgisini bekleyen Enver Paşa’nın Anadolu’ya dönüş hayalleri son bulur. Soyvet hükümetinin Ankara hükümetine silah ve para yardımı yapmasının önü açılır.

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Bu yazıda hiç değinilmese de; Mustafa Suphi İttihatçı gelenekten gelerek 1914’de sürgünde olduğu Sinop’tan Rusya’ya kaçmak zorunda kalan ve orada sosyalist fikirlerle tanışıp sosyalist devrimcilere yakın olan bir kişi idi. Bu görüşlerini ne zaman tam olarak değiştirdiğini bilmiyoruz ama 1917 Şubat Devrimi'nden sonra Ekim’e kadar olan hararetli süreci yakından takip ettiğini biliyoruz. Ekim 1917’den sonra sonraki süreçte ünlü Tatar sosyalisti Mirsaid Sultangaliev’den çokça etkilendiğini ve birlikte çalıştıklarını biliyoruz. Mustafa Suphi’nin siyasal geçmişinin dalgalı olması ve eski sosyalist devrimci ve sonradan gözden düşen Sultangaliev’e yakın olması SBKP yönetimi tarafından “zorunluluk halinde harcanabilecek bir unsur” olarak değerlendirilmesine yol açmış olabilir.

Bu olayda TKP heyetinin yok edilmesinin sorumluluğunun kime ait olduğu konusunda üç farklı görüş mevcut. Benim de katıldığım birinci görüş katliamın bizzat Mustafa Kemal ve Ankara tarafından organize edildiği şeklinde.

İkinci görüş Mustafa Kemal ve Ankara’nın Sovyet iktidarı ile arasını açmamak için heyeti sınır dışı etmek istediği, İttihatçı olup kerhen Milli Mücadele'ye katılan Enver Paşa yanlısı grupların (Kayıkçı Yahya vb.) bu cinayeti tertipleyerek durumu Ankara ile Moskova’nın arasını açmak için kullandıkları şeklinde.

Pek sık dile getirilmese de bazı metinlerde geçen Kemal Tahir’in de katıldığı üçüncü bir görüş ise başında Stalin’in bulunduğu Doğu Halkları ile ilgilenen SBKP liderliğinin eski İttihatçı ve Enver Paşa düşmanı, aynı zamanda eski sosyalist devrimci ve Sultangaliev sempatizanı olan idealist Mustafa Suphi’nin Moskova için güvenilir bir temsilci olmadığı, ilerde Anadolu’da olası Enver Paşa ya da o andaki Mustafa Kemal önderliğindeki Ankara iktidarı ile kurulacak ilişkilerde sorun yaratabileceği hesaba katılarak sipariş bir cinayet ile bizzat Kemalistlere öldürtüldüğü ve bu biçimde TKP’nin yeniden “yüksek Sovyet çıkarlarına” uygun biçimde yeniden dizayn edildiği görüşü. Bu görüşe dair yeterince destekleyici delil bulunmamakla birlikte 15’lerin ölümü sonrasında SBKP içinde Skaçko adlı birinin “TKP’lilerin maceracı bir politika izlediklerine” dair bir broşür yayınladığı kayıtlarda geçiyor.

Bu görüşler arasında yukarıda da belirttiğim gibi bana göre en gerçekçi görünen birinci görüştür.

Çünkü;

1) Ankara’da BMM açıldıktan ve özellikle tam o tarihlerde Merkez ordusu kurulduktan sonra Anadolu’da Mustafa Kemal iktidarını pekiştirmeye başlamıştı. Eski bir İttihatçı olan Mustafa Kemal yapı olarak kendi topraklarında ikinci bir iktidar odağına şeklen bile izin verecek biri değildi. (Mustafa Kemal’in sonraki icraatları da bunu doğrulamıştır.) İttihatçı cenaha ve Enver Paşa’ya yakın Çerkes Ethem ve Yeşil Ordu’nun tasfiyesi ile SBKP’ye yakın Mustafa Suphi ve TKP’lilerin tasfiyesi neredeyse eş zamanlı olarak gerçekleşmiştir ki bu bir rastlantı değildir.

2) "1. İnönü zaferi" ile Ankara ve Moskova arasında kağıtlar yeniden karılmış ve bu konuşlanmada Enver Paşa açığa çıkarak denklem dışı kalmıştı. Bu Mustafa Kemal’in ve Ankara iktidarının Moskova’nın İngilizlere karşı destekleyecekleri ana aktör olduğu anlamına geliyordu. Bu stratejik ortaklık TKP heyetinin önemini Mustafa Kemal ve Ankara iktidarı karşısında azaltmaktaydı.

3) TKP kafilesi Kars’a geldiğinden itibaren askeri ve mülki erkan ile bizzat Mustafa Kemal arasında yoğun bir telgraf trafiği gözlenmekte. Mustafa Kemal, Mustafa Suphi’nin nasıl biri olduğuna dair izlenimleri sormakta ve adeta yoklama yapar gibi sık sık kafilede kaç kişi olduğunun bilgisini sormakta. Buradan Mustafa Kemal’in durumu çok yakından takip ettiğini anlıyoruz. Benim görüşüm Mustafa Kemal kafileye dair yoklama yaparak hem sadece kendisinin varlığını bildiği Ankara ajanlarının kafileden ayrılıp ayrılmadığını öğrenmekte hem de varılacak Trabzon’da onların bineceği teknenin büyüklüğünü Kayıkçı Yahya için teyit ettirmeye çalışmaktadır. (Ancak bunun bir tahmin olduğunu da tekrar belirteyim.)

4) 28 Aralık’ta Kars’a gelen ve 28 Ocak’ta Trabzon’da biten bu acıklı yolculuğun bu kadar uzun ve acıklı olmasını günbegün değişen politik durumlara ve Mustafa Kemal’'in heyetten nasıl kurtulacağına tam karar verememiş olmasına bağlıyorum. Belki de plan ilk başta heyetin sınır dışı edilmesi üstüne kurulmuş olabilir. (Kazım Karabekir’in ilk günlerde mülki amirlere çektiği “heyeti korkutun ama sakın fiziki müdahalede bulunmayın” minvalindeki telgrafı da bu düşünceyi güçlendirmekte.) Ancak gerçek olan şuydu ki, Mustafa Kemal zaman kazanmaya çalışıyordu ve gönlünden geçen heyeti sınır dışı etmek değil imha etmekti. Bu süre zarfında muhtemelen diplomatik kanallarla TKP heyetinin imhası halinde Moskova’nın tepkisinin ne olacağını ölçmeye çalışıyordu. Ona aradığı kozu "1. İnönü zaferi"nin verdiğini ve bu başarıdan sonra Moskova’nın Ankara ile bir dostluk ve işbirliği anlaşması yapılmasını istediği doğrultusundaki sinyallerini doğru okuyarak imha planını kotardığını düşünüyorum. Şöyle ki, heyet Trabzon’un Maçka ilçesine vardığında hem Kayıkçı Yahya, hem Baytar Yüzbaşı Abdülkadir’in kardeşi Davavekili Mehmet Efendi, hem de Maçka Kaymakam Vekili Murat Efendi heyetin başına neler geleceğini biliyordu. Bu yüzden Baytar Yüzbaşı Abdülkadir’in hayatını kurtarmak için buraya gelmişlerdi. Çünkü kardeşinin kendisine Kars’tan telgraf çekerek Trabzon’a gelen TKP’li kafilede olduğunu haber verdiğini Kayıkçı Yahya’ya söyleyen Davavekili Mehmet Efendi Kayıkçı Yahya’dan “Ankara’dan emir var kardeşinin hayatını kurtarmak istiyorsan heyetle birlikte gelmesini engelle” uyarısını almıştı. Bu ölüme giden yolda geri sayımın başladığını anlamına geliyordu.

5) Katliamı gerçekleştiren Kayıkçı Yahya’nın bu işi Enver Paşa adına değil de Ankara adına yaptığının en iyi kanıtı kendisinin olaydan sonra korumaya alınması ve Moskova ile dostluk ve işbirliği anlaşmasının imzalandığı gün olan 16 Mart 1921 tarihinde bizzat Mustafa Kemal tarafından Kayıkçı Yahya’ya “Vatanperverâne hissiyat ve temennilerinize teşekkür ederim” yazılı kısa bir telgraf gönderilmesidir. Daha sonra Trabzon’daki Kuvayı Milliyeci diğer çevreler Kayıkçı Yahya’nın açgözlülüğü ve zenginliğini eleştiri konusu yapmışlar ve bu iddialar Kayıkçı Yahya’nın TKP heyetini öldüren bir katil olduğu söylentilerine kadar varmıştır ancak yerel iktidarın baskıları sonucunda zimmete para geçirmek vs. suçlardan yargılanmak zorunda kalan Kayıkçı Yahya “çok üstüme gelmesinler ben ne yaptıysam tek başıma yapmadım” mesajını gerekli yerlere gönderince beraat etmiştir. Ancak yine de bu olay onun tehlikeli bir canlı tanık olduğunu kesinleştirmiş olaydan iki yıl sonra daha sonra yanında Mustafa Kemal’in o zamanki fedaisi (tetikçisi) Topal Osman Ağa’nın iki adamı ile birlikte Mustafa Kemal’in koruması İsmail Hakkı (Tekçe) tarafından öldürülmüştür. On beşlerin katledilmesine dahil olan Faik Reis de ortadan kaybolmuş, kendisinden bir daha haber alınamamıştır. Bu olaylardan bir yıl kadar sonra Mustafa Kemal’e muhalif ateşli ittihatçı Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey Topal Osman tarafından öldürülmüş konu gazetelerde ve mecliste ayyuka çıkınca Topal Osman gözden düşmüş ve o da öldürülerek konuyla ilgili tüm olası riskler sıfırlanmıştır.

6) Bu işin Enver Paşa tarafından tertiplenmediğine dair önemli bir belge de Murat Bardakçı tarafından açıklanmış Enver Paşa’nın hanımı Naciye Sultan’a yazdığı mektuptur. Burada TKP heyetinin yanlarındaki para için öldürülmesine değinmiş ve arkadaşlarına “bu işin benim için yapıldığını ve buna sevindiğimi düşünmeyin dedim, düşman da olsalar mademki Müslüman, sonları böyle olmamalıydı” diyerek görüş belirtmişti.

7) Yine Mahmut Goloğlu’nun anılarında Kayıkçı Yahya’yı bizzat öldürdüğünü itiraf eden İsmail Hakkı Tekçe’nin “Kayıkçı Yahya’nın 15’leri konuşmaması için ortadan kaldırdığını” kendi yakınlarına söylediğini yazar.

8) Yine yıllar sonra Kayıkçı Yahya’nın oğlu tarihçi Mete Tunçay’a gönderdiği bir mektupta “TKP heyetini babasının öldürdüğünü ama bunu tek başına yapmadığını asıl emri veren kişinin bugün herkesin tapındığı biri olduğunu” söyler.

9) Bu konuda başka bir ifade de başka bir tarihçi Halil Berktay’dan gelir. Berktay; “TKP heyetinin öldürülmesine dair Ankara’dan gelen şifreli bir telgrafı bizzat okuduğunu” söyleyen emekli bir subay ile tanıştığını söyler.

----------------------------------------------------------------------

(*)Kanunisani o zamanki Rumi takvime göre ocak ayının adı.

Kırmızı Pazartesi ise Ünlü Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’in işleneceği zamanı ve yeri kurban hariç herkesçe bilinen bir cinayeti anlatmak için dünya literatürüne yerleşmiş ünlü romanı. Zira bu yazının hazırlanması ve gerekli kaynakların taranması sonucunda TKP (Türkiye Komünist Partisi)’nin kurucu kadrosu Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının öldürülmesi olayının Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanında geçen durumla büyük benzerlik gösterdiğini fark ettim. O yüzden de yazının başlığı “Bir Kırmızı Pazartesi cinayeti olarak 28 Kanunisani” oldu.

(**) Şunun da hakkını vermek gerekir; aslında Enternasyonal’in merkezi ve hiyerarşik bir dünya partisi olarak örgütlenmesi düşüncesi Marx’a aittir. Fakat Komün sonrası 1872 Lahey Konferansı'na kadar bu arzusu gerçekleşmemiştir. Ancak 1872’de Marx ve arkadaşlarının, Bakunin ve taraftarlarını Enternasyonal’den tavsiye etmekle, Enternasyonal’i uluslararası merkezi bir dünya partisine çevirmek ve nihayetinde de merkezini Avrupa’dan Amerika’ya kaçırmakla bu arzusunu gerçekleştirmiş oldu, bu da 1. Enternasyonalin sonunu getirdi.

III. Enternasyonal’de ilişkinin eşitler arası bir ilişki olmadığı tersine büyük ağabey ile küçük kardeşler arasında bir ilişki olduğu Zinoviyev’in Komintern oturumlarındaki konuşmalarında çok açık vurgulanır.

(***) Buradaki Yüzbaşı Abdülkadir aynı zamanda baytar olup TKP kafilesinde yer alan kişidir. Trabzon’da dava vekili olup Trabzon Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyesi Mehmet Efendi’nin de kardeşidir. Başına geleceklerden habersiz olan Baytar yüzbaşı Abdülkadir, memleketine dönmenin sevinciyle Kars’tan kardeşine telgraf çekerek yakında kavuşacaklarını müjdelemek istemişti. Telgrafı alan kardeşi Mehmet Efendi de koşarak Kayıkçı Yahya’ya gitmiş , kafilede kardeşinin de bulunduğu bilgisini vermişti. Ancak Kayıkçı Yahya’nın kendisini sıkıntılı bir şekilde ”Ankara’dan emir var, kardeşini kurtarmak istiyorsan şehre heyet ile birlikte girmesini engelle” diye uyarması ile yine Dava vekili Mehmet Efendi ve Maçka kaymakamı vekili tarafından kafileden ayrılmaya ikna edilen kişidir. Kaderin cilvesi sonucu baytar yüzbaşı Abdülkadir hayatını kurtarmak için ölüm yolundaki yoldaşlarını yalnız bırakmak durumunda kalmıştır.

KAYNAKÇA:

1) Mustafa Suphi, Hamit Erdem (Sel Yayınları, Genişletilmiş 3. Baskı 2010)

2) Öteki Tarih II, Mondros’tan İzmir Suikastına, Ayşe Hür (Profil yayıncılık, 6. Baskı 2016)

3) Pontos Gerçeği, 1914-1923 yılları arasında Karadeniz’de yaşananlar, Tamer Çilingir (Belge Yayınları, Aralık 2016)

4) Türkiye Komünist ve İşçi Hareketi, Komintern Belgelerinde Türkiye Dizisi -4- (Aydınlık Yayınları, Mart 1979)

5) Nutuk, Mustafa Kemal Atatürk.

6) https://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/1190077-mustafa-suphiyi-kim-oldurttu

7) http://ozguruniversite.org/2018/11/19/buyuk-projenin-kurbanlari-mubadiller-1-gungor-senkal/?

8) http://ozhanozturk.com/2017/11/19/mustafa-suphinin-katli-yahya-kahya-olayi/

*Blog yazarı