Türkiye Soçi’de, ABD Varşova’da umduğunu bulabildi mi?

Netice itibariyle, Varşova’da umduğunu bulamayan ve yalnızlığı artan ABD olmuş, dolaylı bir biçimde de olsa kaybetmediği için kazanan taraf ise İran olmuştur. Soçi zirvesine gelince, yayınlanan kapsamlı ortak bildirinin kayda değer yanı Suriye’nin bağımsızlık, egemenlik, toprak bütünlüğü ve birliğine taraflarca yapılan vurgudur.

Google Haberlere Abone ol

Faruk Loğoğlu*

ABD’nin öncülüğünde Varşova’da 13-14 Şubat tarihlerinde Ortadoğu başlıklı bir uluslararası konferans düzenlendi. Konferansın ilan edilmeyen ancak herkesin bildiği gerçek amacı, ABD ve İsrail’in İran’ı kuşatma siyasetlerine yeni ortaklar arayışlarıydı. 14 Şubat tarihinde bir başka toplantı da Soçi’de Türkiye, İran ve Rusya arasında yapıldı. Konu Suriye’ydi. Bu iki toplantının da ortak özelliği, asli muhatapların (İran ve Suriye) masada yer bulamamış olmalarıdır. Varşova ve Soçi göstermektedir ki, asli muhataplarının bulunmadığı ortamlarda onların meselelerinin ele alınması, sorunların çözümünde uluslararası toplumu yetersiz kılmakta, hatta o anlaşmazlıkları daha da derinleştirmekte ve karmaşık hale getirmektedir. İrdelendiğinde, Varşova ve Soçi sonuçlarının İran ve Suriye için çözüme yönelik haberler içermediğini görüyoruz.

Önce Varşova. İran’ı kuşatma gayretkeşliğindeki ABD, ikili planda bazı vaatlerle Polonya’yı geniş çaplı bir konferansa ev sahipliği yapmaya ikna etmiştir. Toplantıya 70’den fazla ülke dışişleri bakanları ve üstü seviyelerde çağrılmış, ancak 50 civarında ülke, o da çoğunlukla alt düzeylerde temsilcilerle katılmışlardır. Türkiye, İran politikası ve komşu ülkeyle ilişkilerinin önemi ışığında doğru bir kararla Varşova’daki Büyükelçisini görevlendirmekle yetinmiştir. Diğer bir deyişle, ABD katılım sayısı ve seviyesi bakımından istediğini bulamamıştır.

ABD, konferans sonunda bir ortak bildiri dahi yayınlatamamıştır. Ev sahibi Polonya’yla birlikte eş-başkanlar olarak yaptıkları ikili ortak açıklamada ise İran’dan ismen bahis yoktur. Bununla beraber, bildiride kurulmasının kararlaştırıldığı açıklanan yedi ayrı çalışma gruplarının konuları ABD’nin İran’a yönelik suçlamalarını kapsayan başlıklardan oluşmaktadır: 1. terörizm ve gayrimeşru finansmanla mücadele, 2. füzelerin yaygınlaşması, 3. denizcilik ve havacılık güvenliği, 4. siber güvenlik, 5. enerji güvenliği, 6. insani sorunlar ve sığınmacılar ve 7. haksız tutuklamalar ve insan hakları. Ancak bu grupların ne zaman, nerede ve kimlerin katılımıyla toplanacağı, ne yapacakları, yaptıklarının ne işe yarayacağı belli değildir. Dolayısıyla, göstermelik bir tasarım olarak kalma ihtimali çok yüksektir.

Her hâlükârda eş-başkanların ortak açıklamasının hiçbir yerinde İran’ın adının geçmemesi çok manidardır. Bu yalın gerçek, konferansa katılanların dahi ABD’nin İran çığırtkanlığına itibar etmediklerini göstermektedir. İran’la nükleer anlaşmayı ve ilişkileri sürdürmek isteyen AB’den yüksek seviyede katılım olmamıştır. Bir anlamda ABD ile AB/Avrupa arasındaki mesafe daralmamış, daha belirgin hale gelmişti. Üstelik ev sahibi Polonya bile İran’la nükleer anlaşmanın korunmasından yana olduğunu konferans vesilesiyle de teyit etmiştir.

Netice itibariyle, Varşova’da umduğunu bulamayan ve yalnızlığı artan ABD olmuş, dolaylı bir biçimde de olsa kaybetmediği için kazanan taraf ise İran olmuştur. Bu sonuçtan ABD gereken dersi çıkarıp, İsrail’in telkinlerine rağmen daha ölçülü ve barışçıl bir İran politikasına yönelir mi, yoksa daha da şahinleşir mi, bunu görebilmemiz için biraz beklememiz gerekecek. Ancak Trump-Pompeo-Bolton üçlüsünün İran’a diz çökertme istek ve hırsından vazgeçebileceğine dair bu aşamada en ufak bir belirti yoktur.

Soçi zirvesine gelince, yayınlanan kapsamlı ortak bildirinin kayda değer yanı Suriye’nin bağımsızlık, egemenlik, toprak bütünlüğü ve birliğine taraflarca yapılan vurgudur. Öte yandan, görüşmelerin ağırlık noktasını İdlib’in oluşturduğu açıktır. 17 Eylül 2018 tarihli İdlib mutabakatının gereklerinin Türkiye tarafından yerine getirilemediği, Rusya’nın da bundan rahatsız olduğu bilinmektedir. Rusya ve İran, İdlib dahil, tüm ülke topraklarının Suriye yönetiminin kontrol ve egemenliğinde olmasını isterken, Türkiye terör örgütü olarak gördüğü YPG’nin Türkiye için yarattığı tehlike ve tehdit gerekçesiyle, İdlib, Menbiç ve Fırat’ın doğusunda askeri olarak alan tutmanın yollarını aramaktadır. Rusya ve İran, Ankara’nın Şam’la ilişki kurarak görüşmesinin zamanının artık geldiğini açıkça belirtirlerken, Ankara Suriyeli yetkililerle sadece “alt-düzeyde” temaslardan bahsetmektedir. Bu koşullarda, Suriye ordusunun Rusya’nın hava desteğinde İdlib’e yönelik bir operasyon düzenlemesi ihtimali şimdi biraz daha güçlenmiş gözükmektedir. Bu itibarla, Türkiye’nin öncelikle gözlem noktalarındaki askerlerimizin güvenliğini sağlamak ve olası bir göç dalgasını yönetmek için şimdiden ayrıntılı önlemler alması uygun ve yerinde olacaktır.

Güvenli bölge konusunda ise, Rusya Türkiye’ye Şam’ı adres göstermiştir. Öte yandan, ABD’nin çok uluslu bir güçten bahsediyor olması bu güvenli bölge konusunun derhal rafa kaldırılması için başlı başına yeterli bir nedendir. ABD’nin hedefi bir yanda PYD/YPG unsurlarını güvence altına almak, diğer yanda güvenli bölgeye yerleştirmeyi düşündüğü bölgedeki yandaşları vasıtasıyla Suriye üzerindeki etki ve nüfuzunu sürdürmektir. Şu açıktır ki Rusya, İran, ABD ve Suriye yönetimi farklı nedenlerle de olsa hepsi Türkiye’nin kontrolünde bir güvenli bölge oluşumuna taraf değildir. Türkiye’nin kontrolünde bir güvenli bölge, kendisine yönelik tehdit ve tehlikeleri ortadan kaldırmayacak, sadece tehdit kaynağını sınırlarımızdan göreceli olarak uzaklaştıracak, fakat aynı zamanda YPG aşağılarda daha korunaklı hale gelecektir. Bu itibarla Ankara’nın güvenli bölge ısrarından vazgeçmesi ve güvenlik ihtiyaçlarını Şam yönetimiyle Adana mutabakatı çerçevesinde ele alması en uygun yol olacaktır. Bu, ne kadar çabuk olursa, o kadar yararlı olacaktır.

Duruma topluca baktığımızda, Türkiye İdlib’de gereksiz ve yerine getirmekte zorlandığı sorumluklar üstlenmiştir. Menbiç’te ABD’nin ayak sürmeye devam ettiği bir anlaşmanın hâlâ hayata geçmesi için nafile bir beklenti içindedir. Fırat’ın doğusunda Suriye devletinin kontrolünde olmayan herhangi bir bölge ise, adı ne olursa olsun, Türkiye için güvenli değil, ancak tehlikeli ve Suriye’nin toprak bütünlüğü için netameli bir bölge olur.

Sonuç olarak, Soçi zirvesinde Türkiye umduğunu bulamamıştır. Fakat zirve Türkiye’nin Suriye politikasına bir çeki düzen vermesi gereğinin altını çizen bir vasatta cereyan etmiştir. Türkiye, kendini sıkıştırmakta olduğu köşeden çıkmak için Suriye’nin egemenlik ve toprak bütünlüğü esasına dayalı, Şam’la siyasi seviyede diyalogun yeniden tesis edildiği, Suriye Kürtleriyle Şam yönetiminin diyaloğunun desteklendiği, Suriye’nin geleceğinin tüm Suriyelilerin işi olduğu gerçeğini vurgulayan net ve tutarlı bir politikaya yönelmelidir. Bu doğrultuda, Astana sürecini anlamlı ve etkili kılmak için belli bir formül tahtında Suriye’nin de bu sürece katılmasını sağlamak seçeneği ayrıca değerlendirilmelidir.

*Emekli diplomat, eski CHP milletvekili