Bize ne oldu böyle?

Kutsal annelik metaforuyla yüceltilerek ayaklarının altına cennet serilen kadın, sıra bilimsel etkinliğin bir parçası olmaya geldiğinde birdenbire “saçı uzun aklı kısa” addedilmekte, “kan ayaklı” olması temelinde mutedil düşünme ve eyleme süreçlerinden mahrum bir varlığa dönüş(türül)mektedir.

Google Haberlere Abone ol

Fatma Zehra Fidan

Şiddet, Freudyen bir yaklaşımla ifade edersek, insanın saldırgan özünün bir uzantısı olması bakımından öncelikle insani bir yönelimdir. Ancak konu Türkiye toplumu, özellikle de akademik camia olduğunda, şiddetin ne’liği ve nasıllığı neredeyse bütünsel olarak eril bir hüviyet kazanır.

Son dönemlerde şiddetle birlikte anılır olan akademi (academia), bilgi ve bilgelik sevgisiyle yola koyulan insanların özgürce soru sordukları ve farklı cevaplara ulaştıkları kadim coğrafyayı hatırlatması bakımından iç sızlatıcı bir kavram olarak temayüz ediyor. İç sızlatıcı, çünkü bilgi ve bilgelik sevgisiyle düşülen yoldan ve bu bağlamda kendisini çağrıştıran özgürlükten yoksunluğun belki de en kanırtıcı dönemlerinden birini yaşıyoruz. Seslenme ve sözlenme pratiklerinin en çok renkli olması beklenen üniversite camiası, tarihinin belki de en renksiz ve sessiz döneminden geçiyor. Ancak yazının konusu bu sessizlik ve sözsüzlük değil, üniversite ortamında özellikle son yıllarda çoğalan şiddettir.

Son dönemlerde saldırıya uğrayan ve öldürülen akademisyenlerin cinsiyet tablosuna bakıldığında, konunun sadece kadınlara yöneltilen eril bir şiddet olmadığı düşünülebilir. Ancak ben, şiddetin kapsamından ve içeriğinden, ayrıca kadın mücadelesinin ülkemizdeki uzantısından yola çıkarak akademideki şiddetin ataerki kökenli eril özellikler taşıdığını savunuyorum.

Özellikle lisansüstü eğitime devam edenler ve meslek hayatına akademinin en alt basamağı olan araştırma/öğretim görevliliğinden başlayanlar, üniversitelerdeki hiyerarşinin ezici ve öğütücü sürecini çok iyi bilir; farklı kalemlerde ayrıntılı şekilde betimlenen bu tabloyu tekrar etmekte fayda görmüyorum. Zaman zaman “hoca terörü” olarak kavramsallaştığına da şahit olduğumuz bu durumun genellenmesi şüphesiz yanlıştır. Hocalığı bir tutku olarak yaşayan, lisansüstü öğrencisini “meslektaşı” olarak kabul edip ona saygı duyan, zorlu yetişme dönemlerinde onu sevgiyle kanatları altına alan, bu koruyucu tutumunun yanında öğrencinin zihnini alabildiğince özgürleştiren bilim insanlarının varlığı konuyu genelleştirmeyi mümkün kılmaz. Ne var ki, üniversitelerdeki hiyerarşik ağda ezici, hatta yok edici bir mobbingin normalleşerek devam ettiği hemen herkesçe bilinen bir gerçektir. Konunun benim açımdan en anlaşılmayan ve acıtan tarafı ise, zayıfın, güçlü tarafından örselene örselene ulaştığı noktada, kendisini örseleyenden daha acımasız birine dönüşmesi ve bunu doğal bir izleğin uzantısı görerek meşrulaştırmasıdır.

Bu durum geleneksel toplumda ataerkinin acımasız çarklarında ezilerek insanlığını ve dahi kadınlığını fark edemeden yaşlanan, aldığı yaşla güçlenen kadınların halini akla getiriyor. “Belli bir yaşanmışlıktan sonra bu kadim coğrafyada kendisi için taktir edilen güce bulanan kadın, genç hemcinslerinin kaderleri üstünde olumlu bir etki yaratmak yerine “erkek sesli” öznelere dönüşür ve ataerkinin iktidarını sürdürmesine katkıda bulunur.” diyordu Kandiyoti, mealen. Burada sözün konusu edilen kadın artık kendinde özellikleri olan bir kadın değildir. O, kendini tanıma/anlama olanağına dahi uyan(a)madan ataerkinin harcı tarafından tuğla tuğla örülen, bu bağlamda kendisine tam olarak yabancı bir inşadır.

Akademide kadın olmak, -uç iddialarda bulunduğum düşünülse de buna hazırlıklıyım- gelenekte kadın olmaktan çok farklı değildir. Tekrarla vurgulamak sanırım temkinli bir yaklaşım olacaktır; bu durumun Türkiye üniversitelerinin tamamına, hatta üniversitelerin fakülte ve bölümlerine genellenemeyeceği açıktır. Hayatın her alanında olduğu gibi, akademide de, geleneksel kültür formlarını –bilinç düzeyinde veya değil- benimseyerek, dahası onu idealize ederek inşa edilen kimlik eril bir kimlik olarak temayüz etmekte ve böylece eyleme yönelmektedir. Bu kimliğin hangi cinsiyet kategorisinde görünür olduğu o kadar önemli değildir, Kandiyoti’nin kavlince erkek sesli kadınlar bu bağlama dahildir.

Söz konusu kimlik inşasının nazarında “bilgi peşinde koşan” kadın figürü hiçbir zaman hoş karşılanmamış, kadının bilme edimiyle ilişkili bir özne olduğu kabule karin olmamıştır. Bu, şüphesiz kendi coğrafyamıza özgü bir körlük değildir; Aristoteles’ten Rousseau’ya ve hatta daha sonrasına uzanan çizgide kapkaranlık bir tarih yazan Batı, tarihsel gerçekliğinden bağımsız yüzümüzü döndüğümüz ve ulaşmaya çalıştığımız bir nirvana değildir. Ancak kendi coğrafyamızda, içinde var olma mücadelesi verdiğimiz toplumsal gerçeklik özgür kadın kimliğinin inşası bakımından karanlık Batı'nın kadınlarının bugün ulaştığı seviyeye ulaşamamıştır. Bunun nedenlerini tartışmak da bu yazının konusu değildir, ancak bu tartışmanın temel meselesi olan şiddet, mevcut durumun hem sonucu hem de nedenleri arasındadır.

Eril şiddettin dayanağı olarak imlediğim “geleneksel kültür formları” kavramı, ülkemizdeki İslâm dinini benimseyen teoloji/ilahiyat fakültelerinin bakış açısı başta olmak üzere, kadının ikincil bir varlık olduğu iddiasını savunan ve bu iddiayı besleyen bütün muhafazakâr yaklaşımları içermektedir. “Muhafazakâr” kavramı ise, sadece dinsel yaklaşımları değil, sol hareket içinde temayüz eden ve varlığını sürdüren geleneksel/ eril kadın bakış açısını da ihtiva etmektedir. Kendisini din dışı veya din karşıtı olarak konumlandıran hareketlerin muhafazakâr tutumu farklı tartışmaların konusu edilmiştir şüphesiz; onlar bir tarafa, günümüzdeki kadın karşıtlığı İslâm dininin araçsallaştırılmasıyla sanki her gün yeniden inşa edilmektedir.

Yazıda birbiri içine giren her konunun yepyeni ve upuzun bir tartışma konusu olduğuna işaret ederek metnin merkezinden uzaklaşmamayı tercih ediyorum. İslâm dininin geleneksel eril formlarda yorumlanması ve araçsallaştırılması karmaşık bir tablo ortaya çıkarmaktadır: Kutsal annelik metaforuyla yüceltilerek ayaklarının altına cennet serilen kadın, sıra bilimsel etkinliğin bir parçası olmaya geldiğinde birdenbire “saçı uzun aklı kısa” addedilmekte, “kan ayaklı” olması temelinde mutedil düşünme ve eyleme süreçlerinden mahrum bir varlığa dönüş(türül)mektedir.

Burada anlaşılması güç olan konu şudur: İnsani melekelere (akıl, itidal vs.) sahip olmak bakımından bu kadar yetersiz görülen, bedensel özellikleriyle yetkin erkek varlığı için “fitne” olma özelliğini hiç kaybetmeyen bu dişil varlığa, gelecek nesillerin inşası gibi ciddi bir görev nasıl tevdi edilebilmektedir? Konuyla ilgili çelişki açıktır; mantık silsilesini devam ettirmeye kalktığımızda hem sorular hem cevapları sağlıklı bir zihne kendisini dayatacaktır. Buna gerek duymuyorum. Bu kadar işlevsel olan zihinsel bir faaliyeti gereksiz addetmek, belli ölçüde kapıldığım umutsuzlukla ilintili olabilir. Çünkü sorgulayıcı insan zihnini kötü addederek kendi kurallarını dayatan sistemlerin bu ve benzeri sorulara cevap aradığı, cevap arayanlara iyi baktığı tarihin hiçbir döneminde görülmemiştir.

Sonuç olarak, kendi yaşıtı bir öğretim görevlisini katleden veya zarar vermeyi meşrulaştıran zihniyetin arka planı sadece bugünde aranmamalıdır. Bilindiği gibi şiddet, zihinsel/duygusal platformdaki yetersizlik duygularıyla beslenen ve ortaya çıkan bir edimdir. Başka bir deyişle, fizikselin harekete geçebilmesi zihinsel bir arka planı gerekli kılar.

Bizler, bugünün inşa edici özneleri olan insan tekleri olarak, başımızı ellerimizin arasına alarak bir kez daha, bin kez daha düşünmemiz ve sormamız gerekir.

Biz kendimize ne yaptık böyle?

Bizler; hepimiz, kadınlar, erkekler, kendi sesini arayanlar, bulanlar, kendi sesini kendi rızasıyla başkasının sesine dönüştürüp kendiliğini kaybedenler…

Sormalı, en azından sormayı denemeliyiz: Biz kendimize ne ettik böyle?

Ceren, benim adımdır, ayrıca kızlarımın ve öğrencilerimin de adıdır.

İçimiz katledicinin adını öğrenmeyi ve zikretmeyi kaldırmıyor ancak bizleri katletmeye cesaret eden ve bunu kendisinde hak gören kişi, ya oğullarımıza ad verirse?

O zaman ne yapacak, hangi mezar taşının başında ağlayacağız? Cerenlerin mi, katlediciler olarak yetiştirdiğimiz oğullarımızın mı?