2019’a mektup: Ölü gömme töreni

Ne olacak canım şunun şurasında bir Kürt öl(dürül)müş! Nefretmiş, ırkçılıkmış, bunlar ancak modern Batı'nın yüksek ahlakımızı bozmak için uydurduğu laflar olsa gerek. Zinhar kültürümüze, siyasetimize bulaştırmaya çalışanın vay haline!

Google Haberlere Abone ol

İnan Kızılkaya*

Nisan, en zalim ay; doğurtur

Leylakları, ölü topraktan; harmanlar

Anıyı ve tutkuyu; kışkırtır

Ölgün kökleri bahar yağmuruyla.

Kış bizi sıcak tuttu, örterek

Yeryüzünü unutkan karla; besleyerek

Küçük bir yaşamı, kuru yumru köklerle.

(T. S. Eliot, Çorak Ülke şiirinden)

Şairin dediği gibi sadece nisan değil bütün aylar zalimdir, coğrafyamızda. Muktedirin şaha kalkmış, geri tepmesiz saldırganlığı, ancak “ölü gömme töreni”ne selam duran figüranlar olarak bir fotoğraf karesinde kendimize yer bulmamızı salık veriyor. Son üç yıldır karabasan çöktü üzerimize ve ülkemize. Acıyla yoğrula yoğrula iyi niyet dileklerimizi bile ağzımızda geveleyerek dökebiliyoruz. Bir ihtimal olarak beliren ‘barış’ın hayalini kurmaya başlarken neden temkinli olmamız gerektiğinin sağlaması bize kirli savaşın geçmişinin misliyle dönmesi oldu.

Dünya deneylerinden farklı olarak, müzakereyi, sorunu çözme zemini olarak değil de; yeni bir yok etme konseptini devreye sokmak için fırsat gören iktidar, namlularını vicdanları köreltmeye, beynimizi uyuşturmaya ve belleğimizi silmeye yöneltmiş durumda. Dünyayı fethetme naraları atarak, ben merkezcil kuvvetinin önünde engel olarak gördüğü her şeyle ve herkesle hırlaşmaya ayarlı saatlerde sessizliği örüyor. İçte yeterince semirdiğine inancı pekişmiş olacak ki, sınırın ötesine yaptığı saldırılara da koşulsuz destek bekliyor. İlelebet süreceğine kendini inandırdığı doğrularına yönelik en ufak bir memnuniyetsizliği büyük bir alarmın ilk işareti olarak gördüğünden tehdit dilinde saklı zehrini boca edeceğini söylüyor. Artık kavga edecek birilerini bulmadığında gölgesini takip ederek hırsını çıkaracağı durumları da kendisi yaratıyor. Bu nedenle bir özyıkım pratiğinin ortasında paslı dişleriyle hep hücum diyor. Muktedir de biliyor ki en büyük korkusu sessizliği bozacak bir olayın yaşanması. Fransa’da Sarı Yeleklilerin eyleminden bu kadar çekinmesinin nedenini iyi biliyorlar. Gazeteci Fatih Portakal’ın iktidar koalisyonu sözcüleri tarafından hedef seçilmesi ise, sokağın ihtimalinin bile uykularını kaçırdığına işaret.

ÖLÜ ELE GEÇİRİLME!

Sakarya’da bir baba ve oğulun yolunu faşistin biri keser; “Kürt müsün, Suriyeli misin?” diye sorar. “Evet Kürdüz” cevabını alan faşist silahını çeker, baba Kadir Sakçı katledilir, oğlu yaralı olarak hastaneye kaldırılır. Sakarya Valiliği, “Meydana gelen cinayet olayının sebebinin çarpıtılarak ‘etnik bir nedenden kaynaklanmış gibi algı yaratılmaya çalışmasının’ gerçekle hiçbir alakası yoktur” açıklaması yaptı. 1980’lerin ortasından itibaren hayatımıza giren “ölü ele geçirilen” yaşamlardan sonra yeni bir dil üremeye başladı. Artık yeterince “ölü ele geçirildiğine” kanaat getirilircesine Kürtlerin başına ancak vaka-i adiyeden bir şey gelmiş olabilir. Ee tabii ki yönetici buyurur da basınımız geri durur mu? Ne olacak canım şunun şurasında bir Kürt öl(dürül)müş! Nefretmiş, ırkçılıkmış, bunlar ancak modern Batı'nın yüksek ahlakımızı bozmak için uydurduğu laflar olsa gerek. Zinhar kültürümüze, siyasetimize bulaştırmaya çalışanın vay haline!

Hadi hasmınız olur, kişisel, grupsal, ideolojik kavgaya tutuşursunuz, ölüm de kaçınılmaz diyelim. İyi de yaşamına son verdiğiniz canlıyı bir de etkisiz hale getirdikten sonra “ele geçirmek” de neyin nesi? Bu nasıl bir ‘ölü sevicilik’tir ki, 1990’larda çatışmalarda yaşamını yitirenlerin bedenlerine neler yapıldığı aklımızdan çıkmadığı gibi, Şırnak-Silopi’de Aralık 2015’te vurulduktan sonra cenazesi yedi gün boyunca sokak ortasında bekletilen yurttaş Taybet İnan’ın başına gelenler, ibreti alem olsun diye yeni bir ceza yöntemi olarak topluma sunuldu. Ölüye duyulan saygının kalmadığını, yaratılan lümpen kültürün nereye vardığını ise Eylül 2017’de Hatun Tuğluk’un cenazesinin Ankara’da gömülmesinin nasıl engellendiğini canlı izleme hakkını bize tanıyarak ispatladılar. “Ölü ele geçirilen” hayatlardan “gömülme hakkı”nın çok görülmesine sonunda vardık. Ee canım bunlar da özde değil sözde vatandaş olsa gerek!

İftiharla “kazdıkları hendeklere gömdük” söylemi de artık toplu ölümlere alışmamızın provası gibi. Çatışma, şiddet, gözyaşı ve ilelebet sürecek bir kan banyosunu kaderimizmiş gibi kabul etmemiz isteniyor. Dili bilinmeyen dil, kimliği yasaklı ve talepleri görmezden gelinen bir halkın şimdi de yaşadığı coğrafyanın haritası Google hazretlerinden kaldırılmış. Resmi başvurunun ne karşılığında kabul edildiği bir soru olarak kenarda duruyor. Bilginin erişilebilirliğine de müdahale edebilen devletimizin şanına da yakışır yani!

Sekizinci yılına girecek Suriye savaşında vekalet savaşına kendisi de direkt dalmış iktidar, ABD lideri Trump’ın “çekiliyoruz” açıklamasıyla eldeki saldırı planının boşa çıkmasıyla karşı karşıya. Analistlerce yeni bahislerin açıldığı Suriye sahasında kim, kiminle, nasıl el tutuşacak diye bire ondan bire yüze kadar oranlar arttırılmış durumda. Herkesler efendim, “Acep bu Kürtler nasıl paçayı kurtaracak” diye etrafında dört dönmekte. Hep yanlış ata oynamanın diyetini ödesinler de akılları başlarına gelsin korosu gayet uzun menzilli salvolarla caka satmakta.

Öyle ki, iktidarın sırtını sıvazladığı Münbiç’e hareket ettirilen ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) mensuplarından biri, “Oraya kafir Kürtlerin kafasını kesmeye gidiyorum” diyor. Hep yok edilecekler listesinin en başında yer alan bir topluluğun Ortadoğu kültürüne namzet bir söz ile düşman hukukunun bile fazla görüldüğünün ifşası.

ULUSALCI VE OLMAYANI!

Değinmeden geçemeyeceğim Roboski katliamından sonra gazeteci Yılmaz Özdil ne demişti: “Babası eşek. Anası attır. Eşek atı becerir. Katır doğar. Kimin kimi, hangisinin hangisini becerdiğinin bir önemi yoktur... Neticede, devletle kaçakçının çiftleşmesidir. Entel barların romantik tayfası, '50 liracık için canını tehlikeye atmak zorunda kalan masum köylü' filan diyor ama... Haftada iki sefer yaptığında, ayda 15 bin lira kazanıyor!” Günümüzün en gözde ulusalcı muhaliflerinden Özdil, kendisiyle ne kadar gurur duysa yeridir. İnsanın en hafifinden dilini eşek arısı soksun diyesi geliyor.

Güncele gelirsek, yüzünde semirmiş bir boğanın özgüveniyle gazeteci Fatih Altaylı, “PKK-YPG’nin kocası kim olacak!” diyerek kaleminden testosteron damlattı. Her konuda baş ombudsmanımızın cinsiyetçi bir söylem ile bir topluluğun parçası olan politik bir yapıyı kendince aşağılamasına aşinayız. Yıllar önce de; “Ben bu Eren Keskin’i ilk gördüğüm yerde cinsel tacizde bulunmazsam namerdim” sözünü unutmadık. Suriye sahasında da analize bile gerek duymadan ‘bir bilenin’ özlü tespitini yapar. Öyle Hariciyeci falan olmaya, tarihi olgular ve güç ilişkileri üzerinden ince ayar değerlendirmelere gerek duymaz. Herkesin az biraz çuvalladığı Ortadoğu cehenneminde en keskin öngörüyü yapmakta bir beis görmemesini her konudaki engin deneyimine bağlamak gerekli.

ÜYESİNİ CEZAEVİNDE UNUTAN MECLİS!

Biçimsel hukukun bile uygulanmaya tenezzül edilmediği bir yönetim anlayışını bize reva gören iktidar koalisyonu, kendi meclisinin seçilmiş bir milletvekilini cezaevinde unutmuş görünüyor. 24 Haziran’da Hakkari’den HDP vekili seçilen ve aynı zamanda Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı olan Leyla Güven 31 Ocak’tan beridir tutuklu. Erkler ayrılığının erklerin kördüğümüne dönüştürüldüğü ve TBMM’nin kendi varlık nedenini hükümsüz kıldığı bir durum ile karşı karşıyayız. CHP’li Enis Berberoğlu’nun tahliye edilmesine rağmen aynı hukuk Güven’e işlemiyor. “Öcalan üzerindeki tecrit kaldırılsın” talebiyle 56'ıncı gününü açlık greviyle deviren Güven, bize Ortadoğu coğrafyasında Leyla karakterinin ne anlama geldiğini de bir daha yüzümüze çarpıyor.

‘Gece saçlı kadın’ Leyla Qasim, 13 Mayıs 1974 yılında dört arkadaşıyla birlikte Saddam rejimince idam edildiğinde henüz 22 yaşındaydı. Halkına dayatılan zulmü dünyaya duyurmak için uçak kaçırma planı yaptı, yakalandı, işkence gördü. Çıkartıldığı mahkemede ise yargılanan değil yargılayandı Leyla Qasim ve kısacık yaşamından geriye “Benim ölümüm halkımın uyanışı olacak” sözlerini ve “Saç örgülerimden bayrak yapın”ı bıraktı.

Leyla Xalit, Filistin Kurtuluş Örgütü’ne katıldıktan sonra 1970’li yıllarda uçak kaçırma eylemleri ile halkının davasını dünyaya duyurdu. Çocuk yaşta sürgün ve kamp yaşamından İsrail sömürgeciliğine karşı uzanan hayat hikayesiyle Xalit, kadim toprakların nelere gebe olduğunu da mücadelesiyle kulağımıza fısıldıyor.

Artık ana akım mı, yandaş basın mı, iktidar borazanı mı, hangi tanımlamaya kafamıza uzatsak elimizde koca bir çöplük kalıyor. Hadi boyalı basınımız gerçeğe karşı gözünü kapatmış ve yaşananlara kayıtsız kalmayı tercih etmiş olabilir. Ya hakikat arayışında olduğunu iddia eden ‘diğer’ basın Güven’in durumunu ve eylemini yeterince haberleştiriyor mu? Nuriye-Semih’in açlık grevi ve oturma eyleminde haklı olarak sözünü, fotoğrafını, manşetini sakınmayan ‘diğer’ basın ne kadar duyarlı? Yoksa haber değeri mi görmüyor? Ya da eylemin meşruluğundan mı şüphe duyuluyor? Hadi dilimin ucundakini çıkarıvereyim; Kürt meselesinin can yakıcılığı mı asıl uzak durma nedeni?

KÜRTSÜZ MUHALEFET

Memleketin hal-i pürmelali ortada. Savaş naralarının atıldığı ve Emevi Camii’nde secdeye varamayan iktidar ve borazancıları, abdest tazeleyip Kürtleri hem içeride hem de dışarıda nasıl hizaya getireceklerinin hezeyanıyla yatıp kalkmakta. Görsel ve yazılı basının kısmi çoğulculuğunun ruhuna Fatiha okuduktan sonra nereden ve nasıl ve de hangi birikim ve sıfatla söz söylemeden ziyade dikte ettirmeye ayarlı saatlerde doğan bu yeni ‘gasteci’ güruhunu midemiz de kaldırmıyor. M. Akpınar ve M. Gezen’e Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik sözlerinden dolayı dava açılması, Sözcü gazetesi yazarları Emin Çölaşan ve Necati Doğru ile diğer üç kişiye “FETÖ’ye yardım” iddiasıyla açılan davada aslında yeni rejimin kendisine kimi muhalif seçtiğini de gösteriyor. F. Portakal’a yönelik tehdidi de buraya not edelim. Elbette ismi geçen sanatçı ve yazarlara yapılan muamelenin hukukla alakası yok. Fakat büyük basının dar alanda kısa paslaşmalarla önüne atılan yemi yutması ne anlama geliyor? Kürtler ile temasa asla izin vermeyen ve Kürtleri tamamen diğer toplumsal kesimlerin gözünde netameli noktada tutulmasının gereğidir yeni politika. Yani iktidar Demirtaş, G. Kışanak, S.S. Önder, F. Yüksekdağ ‘neden içeri de tutuluyor’a ilişmeyen bir muhalifliği tercih ediyor. Güven’in tavrının görülmemesinin altında kanımca bu saik yatıyor.

HERKESİN GÖZLERİNDEN ÖPERİM!

Yedi düvele karşı bağımsızlık savaşı verdiğiyle böbürlenen ve kendisi dışındaki dünyayı hasım belleyen siyasi çapsızlığın, Kürtlerin neler yaşadığına dikkatimizi çekelim. Son sözü idam karşıtı uluslararası dayanışmayla idamı ertelenen ve açlık grevine başlamasına rağmen 8 Eylül günü idam edilen Ramin Hüseyin Panahi’yi hatırlatarak bitirelim. 23 Haziran 2017 tarihinde Sine kentinde yaralı olarak İran güvenlik güçlerince gözaltına alınan ve ‘silahlı örgüte üye’ olduğu iddia edilen 24 yaşındaki Panahi’nin Reminşar Cezaevi'nde infazı gerçekleştirildi. Panahi ile birlikte iki kuzen Loghman ve Zanyar Moradi de idam edildi. Panahi ne diyordu: “Hakkımdaki iddiaları bir kez daha tekzip ediyorum. Ben terörist değilim. Sivil bir aktivistim. İran halkının, özellikle de Kürdistanlıların özgürlüğü için mücadele ediyorum. Herkesin gözlerinden öperim.”

*Gazeteci