Savaş çağı kitapları: Tractatus ve Varlık ve Hiçlik

Felsefî metinler; bu korkunç hâfızanın en yürekli ve en ateşvâr taşıyıcılarıdır. Tractatus Logico-Philosophicus ile Varlık ve Hiçlik’in tarihsel olarak üstlendiği görev de kabaca budur.

Google Haberlere Abone ol

Hamza Celâleddin/[email protected]

Hiç kuşku yok ki; Ludwig Wittgenstein’ın hayatı boyunca yayınlanmış tek eseri olan Tractatus Logico-Philosophicus ve Sartrean felsefenin doruk noktası olan Varlık ve Hiçlik, özelde yirminci asır felsefesinin ve genelde ise bütün felsefe tarihinin en önemli metinleri arasındaki saygın yerlerini sonuna kadar hak ederler. Bu metinlerin saygınlığı, önerdikleri felsefelerin kuramsal ve kılgısal yeteneklerinin yanında, ortaya çıktıkları çağın koşullarından da ileri gelir – ki zaten bu ikisi arasında göz ardı edilemeyecek denli sıkı bir bağ bulunmaktadır. On dokuzuncu asrın sonlarında Friedrich Nietzsche’nin işaret ettiği nihilistik çağların ilki olan yirminci asırda (ki tam da şu ân, nihilistik çağların ikincisinin içindeyiz), “kusursuz şiddet hâli”nin zihinsel olandan fiziksel olana geçişinin dehşetvâr bir öyküsü gibidir. Bugün için anlaşılan şey, Nietzschean kehânetin kendisine tarihsel alanda pek sağlam bir yer bulduğudur. Yirminci asrın henüz ilk yarısında, yeryüzü iki Dünya Savaşı’na sahne olur. Lâkin bu iki Dünya Savaşı, yirminci asrın durumunu anlatmak için kâfi gelmez, eklememiz gerekenler ise kabaca şunlardır: Toplama kampları, atom bombaları, faşizmin politik bir zemin bulması, büyük ekonomik buhranlar, toplumsal “değer yitimi”, sürgünler, intiharlar, kültürel saldırılar, Öteki’nin belirginleşmesi − Ben’in bir başka iradeye devredilmesi, kurtarıcı arayışları, herkes tarafından ve her şeye yönelmiş şiddet ve bundan çok daha fazlası… Ve işte böylesi bir çağın felsefî ürünleri olarak Tractatus Logico-Philosophicus ve Varlık ve Hiçlik… Lâkin bu metinlere dair söylenebilecek daha tuhaf şeyler hâlen var:

Birinci Dünya Savaşı 1914 senesinde başladı ve dört yıldan fazla sürdü. Bu sürede milyonlarca insan öldü – ve bu ölenler arasında, henüz bir yaşını doldurmamış Albert Camus’nün babası Lucien Auguste Camus de bulunuyordu. Ludwig Wittgenstein ise, savaşın başladığı sırada yirmili yaşlarının ortasında, genç bir dehâ olarak parlıyordu. Bertrand Russell ile henüz tanışmıştı ve Tractatus’a dair notlarını almaya henüz başlamıştı. 1914 yazında savaşın patlak vermesiyle birlikte orduya katılan Ludwig Wittgenstein, Tractatus’un notlarını almaya askerliği boyunca da devam etti. Savaşın bütün yıkıcı tesirleriyle birlikte, Tractatus’un felsefî eğilimi de büyük ölçüde değişmiş gibiydi. Belki de savaş koşulları, daha cüretkâr bir felsefe ortaya koyabilmesi için Wittgenstein’ı yüreklendiriyordu. Lâkin bu yüreklilik, daha sonraki zamanlarda Wittgenstein’ı “kendine itiraz eden bir filozof” durumuna düşürebilirdi. 1918 senesinde, savaşın sonuna yaklaşıldığı sırada, Wittgenstein da Tractatus’un sonuna gelmişti. Bu sırada İtalyanlar tarafından esir edilen Wittgenstein ancak 1919 yazında salıverildi ve büyük eseri Tractatus Logico-Philosophicus ise 1921 senesinde ilk kez yayınlandı. Eserin önsözü Bertrand Russell tarafından yazılmıştı. Özgün bir dil felsefesi öneren Tractatus kısa zaman içinde bütün felsefe çevreleri için –ve bilhassa Viyana çevresi için− etkileyici olmuştu. Ve bugün artık Tractatus’tan, geçtiğimiz yüzyılın en önemli felsefî metinlerinden birisi olarak bahsedecek konumdayız.

Öte taraftan Birinci Dünya Savaşı sırasında Jean-Paul Sartre henüz onlu yaşlarının başında bir çocuktur. Lâkin Birinci Dünya Savaşı’ndan yaklaşık yirmi sene sonra, yeryüzü İkinci Dünya Savaşı’na sahne olduğunda (ve altı sene süren savaşta yine on milyonlarca insan yaşamını yitirmişti); Jean-Paul Sartre da Fransız ordusuna meteorolog olarak katılır ve −Wittgenstein’ın yazgısını paylaşır şekilde− yaklaşık dokuz ay boyunca (Nazilerin idaresindeki Alman güçleri tarafından) esir edilir. Sartre, yine tıpkı Wittgenstein gibi felsefesinin başyapıtını, yani Varlık ve Hiçlik’i savaşın sürdüğü yıllar boyunca kaleme alır. Ve henüz savaş sona ermemişken, 1943 senesinde yayınlanan Varlık ve Hiçlik, ilkelerini ilk kez Sartre’ın ortaya koyduğu yirminci yüzyıl varoluşçuluğunun en temel metni olarak ortaya çıkar. Buradaki felsefî düşüncelerin − ve daha çok felsefî tavrın, tıpkı Tractatus’ta olduğu gibi Dünya Savaşı’nın izlerini taşıdığı da açıktır. Ve burada açık olan başka bir şey daha vardır: Yirminci yüzyıl; nasıl ki İkinci Dünya Savaşı yordamıyla –toplumsal hâfıza olarak− tam ortasından yarılmışsa, Varlık ve Hiçlik yordamıyla da –felsefî hâfıza olarak− tam ortasından yarılmıştır. Böylelikle Varlık ve Hiçlik’in kendisinden sonraki felsefî metinlere nasıl bir tesirde bulunduğu da anlaşılmış olacaktır. Kuşkusuz ki bu metin, “yeni” ve lâkin kendisini kabul ettirmekte hiç de güçlük çekmeyen bir öneri içermektedir.

Gel gelelim, yirminci yüzyılın ilk yarısında patlak veren iki Dünya Savaşı yüz milyona yakın insanın ölümüne ve bir o kadarının da sefil düşmesine yol açmasının yanında; üç büyük epistemik kırılma ile birlikte –yani Kopernik Devrimi ve sayesinde “evrenin merkezinde olmadığımız” hakikatiyle, Evrim Teorisi ve sayesinde “varlıklar arasında en üstün varlık olmadığımız” hakikatiyle, Freudiyen bilinç-dökümü ve sayesinde “eylemlerimizi motive eden şeyin bütünüyle akılsal olmadığı” hakikatiyle− yüzleşmiş olan insan soyunun hâfızasında silinmesi imkânsız izler bırakmıştır. Böylesi dehşetengiz bir iklimde felsefî metnin arz ettiği önem, daha eski çağlara nispetle çok daha fazladır. Zirâ felsefî metinler; bu korkunç hâfızanın en yürekli ve en ateşvâr taşıyıcılarıdır. Tractatus Logico-Philosophicus ile Varlık ve Hiçlik’in tarihsel olarak üstlendiği görev de kabaca budur. Ve bundan da ziyade, bu iki metin, çağımızın ödevini bize tekrar anımsatır: Bugün, göğüs göğüse çarpışma yordamıyla olmasa dahi –ki bizim yüzyılımız için artık bu imkânsızdır− düpedüz içinde bulunduğumuz savaş durumunu metnin yetkinliğine teslim etmek zorundayız – Zirâ bunu tarihe borçluyuz.

Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,

Camus yâr ve Nietzsche yardımcınız olsun.