Düşmanın için ne kadar hakkaniyetlisin?

Atatürk’e hakaret ettiği iddia edilen birinin tutuklanmasını histerik bir heyecanla alkışlayanlarla Erdoğan’a hakaret ettiği iddia edilen birinin tutuklanması söz konusu olduğunda aynı duyguyu hissedenler arasındaki farkı bulabilir misiniz? Herkesin kendi kutsalından zırhlara sarıldığı ve o zırhın içinde, diğerlerine her şeyi yapabileceğini zannettiği bir yerde hukuk neye dönüşür?

Google Haberlere Abone ol

Çiğdem Koç*

Elinize bir şerit alıp bir ucunu 180 derece çevirerek birleştirdiğinizde, iki yüzü var gibi görünen ama aslında tek yüzü olan bir şekil elde edersiniz. Möbiüs şerididir bunun adı. Alman matematikçi August Möbiüs bulmuş, onun adıyla anılıyor. Bir yerinden başlayıp elinizi hiç kaldırmadan sonuna kadar çizdiğinizde sadece tek tarafını çizebiliyorsunuz. Çünkü dediğimiz gibi tek yüzü var sadece.

Bazen Türkiye’nin yargısının tarih çizgisinin de bir Möbiüs şeridine benzediğini düşünüyorum açıkçası. Nereden çizmeye başlarsan başla hep aynı yere dönüyorsun sonunda. Çünkü tek bir yüzü var, o da toplumsal hakkaniyet duygusunun yoksunluğunun birebir karşılığı olan düşman hukukunun herkesin vicdanında meşruiyet kazanması.

Atatürk’e hakaret ettiği iddia edilen birinin tutuklanmasını histerik bir heyecanla alkışlayanlarla Erdoğan’a hakaret ettiği iddia edilen birinin tutuklanması söz konusu olduğunda aynı duyguyu hissedenler arasındaki farkı bulabilir misiniz? Herkesin kendi kutsalından zırhlara sarıldığı ve o zırhın içinde, diğerlerine her şeyi yapabileceğini zannettiği bir yerde hukuk neye dönüşür? 15 Temmuz sonrası yapılan yargılamalardaki evrensel hukuk ilkeleri ihlallerine bakın. Asker yargılamalarında yaşanan hukuksuzluklara ses çıkarmayanlar-çılgınca alkışlayan hamaset düşkünlerini ayırıyoruz zaten-Barış Akademisyenlerinin yaşadıklarına verdikleri tepkilerdeki haklılıklarında bile bu ikilemin tam da kucağındalar. Bu cümleyi tersten de kurabilirsiniz, gerçek aynı kalır. Barış Bildirgesini imzalayan akademisyenlerin uğradıkları haksızlık ve hukuksuzlukları görmezden gelenlerin, hatta “hak ettiler” diyenlerin vatan ve Atatürk vurgusu kendi zırhları içinde dokunulmaz doğrular yarattıklarını düşünenlerin zulmüdür aslında. Hemen akıllarına gelen “kumpas davalarla yargılanan şerefli Türk ordusu” tamlamasına sığınmakla, barış istemekten başka bir şey yapmamış hocaların karşısında durmayı nasıl bağdaştırabildiklerini kendilerine sormak gerekir elbette. Peki, Ergenekon davaları sürecinde yaşanan hukuksuzluklara, bu davaların sulandırılmasına kurban edilen masumların haklarına ses verenler dışında kalanların derdi neydi?

PKK davasından yargılanan biri işkence görmeyi hak ediyor mu, ya da onun adil yargılanması umurumuzda olmamalı mı? Cemaatçi olduğuna şüphe olmayanların mesela, yok mu böyle bir hakları? Bir insan “terörist” olmakla suçlandığı andan itibaren bütün hukuki ve vicdani korumalardan muaf mı tutuluyor? Bir kadını terörist olduğu için öldürdüğünüzde, onun çıplak bedenini teşhir etmeye de hak kazanıyor musunuz? Ahmet Altan’ı dilediğiniz kadar şeytanlaştırın, onun uğradığı haksızlığı ve yaşadığı hukuksuzluğu yok saymak için kendinize cehennem taşlarından gerekçeler inşa etmek hoşunuza gidiyor mu? Peki ya bir asker sadece asker olduğu için sizin entelektüel vicdanınızdaki kapalı gişeye mi çarpıyor?

O kadar çok soru var ki, sürekli sormaktan yorulduğumuz ve her seferinde, üzerinde yürüyüp aynı yere vardığımızı fark etmeden, sadece tek yüzü olan tuhaf bir şeridin üstündeki karıncalar misali manasız bir kısır döngü içinde debelenip durduğumuz. Halbuki hepsi aynı soru zaten; bu döngüyü kırabilecek tek bir soru: Düşmanın için ne kadar hakkaniyetlisin?

Sürekli kendini tekrar eden bir hukuk tarihi, kimsenin değiştirmek istemediği bir kadere teslim olmanın rahatlığını dönem dönem herkese sunuyor. Kim daha güçlüyse onun daha haklı olduğu dönemler yaşanıyor; güçlü olan diğerine yaşattığı haksızlık üstünde yeni meşruiyetler yeşertip bir sonraki kendi haksızlık dönemine yatırım yapıyor sanki. Herkes biliyor; devranlar dönecek, egemenler değişecek ve sıra kendisine mutlaka gelecek. Ama yine herkes sadece beklemeyi tercih ediyor:Bu salt korkuyla açıklanabilir bir durum olamaz; korku bir yerden sonra kendini aşabilen bir duygudur çünkü. Bu,herkesin kendi dönemindeki sopasını cilalamak için geride durmasına dair bir hazırlık evresinin dehşet verici sessizliği. Birkaç kurban veriyor belki ama sıranın ona gelmesini ve o sopayı “hukuksallaştırıp” düşmanının kafasına indireceği o anı kolluyor,sabırla bekliyor, daha da bilenerek ve daha da kinlenerek bekliyor.

Siyasetin yargıyı şekillendirmesi kabusu, yargının siyaseti şekillendirmesi kabusu haline geliyor sonra ve biz hangisi daha fena bilmiyoruz; hangisinden uyanmak daha olası, onu da bilmiyoruz. Üstelik tam da şu anda hangisi oluyor, ondan dahi emin olamıyoruz. Bu gün yargı Barış Akademisyenlerini hukuksuzca yargılıyor, çünkü siyasetin böyle bir dönüşümü vardı; vatansever ve milliyetçi olmak gerekiyordu, üstelik bu sadece iktidarın değil, kendini muhalif zanneden ama o da milliyetçi ve vatansever kitlenin de pek hoşuna gidiyordu. Hukuka uygun bir siyasete, siyasetten beslenen bir hukukla oynaşma izni verdiğinizde olan oluyordu.Yarın, yeni bir çözüm süreci siyasetine evrilmek gerekirse ne olacak? Derin devletle hesaplaşacağı iddia edilen bir yargının ne hale geldiğini görmedik mi mesela? Aynı yargının yaşattıklarından ders alınmadığını da görmüyor muyuz? Peki kim çıkıp bu şeridin üstünde yürümeye devam edersek aynı yere varacağımızı nihayet itiraf edebilecek? Kim aslında yargı tarihimizin bir Möbiüs şeridi olduğunu ve artık bunu kırmak gerektiğini söyleyebilecek? Daha da önemlisi, kim çıkıp da artık konuşmanın bir adım ötesine geçmek için harekete geçmeyi göze alabilecek?

Bu bir korku filminin nedense hiç bıktırmayan klişesi sanki; biliyoruz ama korkuyoruz ve biliyoruz ama zevk alıyoruz içten içe. Müziğin yükseldiği ve o kapının arkasından bir şey çıkacağı çok belli sahnelerde gözlerini kapatanlar, filmin sonundaki mutlu sonu izlemeden beklemeye çalışıyorlar. Bir başka klişenin de farkındalar üstelik; ev ahalisi kurtulmuş gibi görünse de o iblis ruh, devam filmi için birinin içine girmiştir çoktan. Hep aynı senaryonun içinde aktörlerin ve mekanların değiştiği ama ezberlerin aynı kaldığı bir öykünün bizi korkutmasına izin vererek ya zevkten dört köşe ya da gözlerimizi kapatarak izliyoruz olup bitenleri.

Artık elimizi kaldırmanın ve tek yüzü olan bu şeridi çizmeyi bırakmanın zamanı geldiğini nasıl anlayacağız? Hep aynı korku filminin içinden çıkmanın zamanı geldiğini nasıl anlayacağız?

*Avukat