Buralarda bir ‘adalet’ var; bilmediğimiz, okumadığımız…

KCK ve FETÖ gibi önemli davaların yanı sıra siyasetçi, gazeteci, akademisyenlerin yargılandığı yüzlerce davayı gazeteci olarak izledim. Ama elim bu kez not defterime gitmiyor, sanık sandalyesinde oturan 60’lı yaşlardaki tutukluyla göz göze gelme çabası içindeyim, kapıdan girer girmez. Bir açık görüşü saymazsak, birbirimizi 27 aydan sonra ilk kez canlı, kanlı göreceğiz.

Google Haberlere Abone ol

Hayri Demir*

Türkiye’de yargı mekanizmasının gittikçe kabaran siciliyle ‘anti-hukuk’ mekanizmasına dönüştüğüne her gün yeni örnekleriyle tanık oluyoruz. 15 Temmuz sonrası daha da derinleşen bu durumu, toplumun muhalif olan kesimlerinin karşı karşıya kaldığı davalardan biliyoruz.

Bu davalarda çıkan kararlar film şeridi gibi ardı ardına gözümüzün önünden geçerken, kiminizin yolunun düşmediği, belki de asla düşmeyeceği Türkiye’nin en ücra köşesindeki kentlerden birinde adaletin nasıl çırayla bulunmaya çalışıldığından bahsedeceğim.

Bir plazayı andıran Bitlis Adliyesi’ne kimlikle giriş yaptırdıktan sonra adaletin nasıl tecelli edeceğine tanık olmak ve insani bir özlemin de son bulması umuduyla duruşma salonunun bulunduğu kata çıkıyorum. Yakın zamanda çalıştığım basın organından ayrılıp, henüz yazacak mecra bulmamış olmasam da her şeye yine gazeteci refleksi ile yaklaşıyorum.

KCK ve FETÖ gibi önemli davaların yanı sıra siyasetçi, gazeteci, akademisyenlerin yargılandığı yüzlerce davayı gazeteci olarak izledim. Ama elim bu kez not defterime gitmiyor, sanık sandalyesinde oturan 60’lı yaşlardaki tutukluyla göz göze gelme çabası içindeyim, kapıdan girer girmez. Bir açık görüşü saymazsak, birbirimizi 27 aydan sonra ilk kez canlı, kanlı göreceğiz.

İzleyeceğim davanın sanık sandalyesinde bu kez babam var.

Duruşma belirlenen saatten geç başlıyor. Dosyayı daha önce okumuş olmama rağmen merakla dinliyorum, suçlamaların ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Mahkeme başkanı, yargılamanın dayanağı olan ve soruşturma aşamasında ortada olmayan ancak bu duruşma öncesi nihayet dosyaya ulaşan “gizli tanık” beyanlarını okuyor. Her cümlede nasıl bir yargılama (!) yapıldığı da gözler önüne seriliyor.

“Gizli tanık” öyle bir gizlenmek istenmiş ki kendisine “KZR21TTPZ” gibi bir acayip kod verilmiş. Ne kadar da “gizleme ihtiyacı” duyulmuş diye geçiriyorum aklımdan.

Sanık tutanaklara geçen beyanlarında babam Halis Demir ile ilgili şöyle diyor: “Sanık Halis Demir belediyede çalışan bir personeldir. Kendisi ölen örgüt mensuplarının cenazelerini taşırdı. Cenaze taşıma işlemini belediyenin aracı ile yapardı. Bitlis’te ölen örgüt mensuplarının cenazelerini diğer şehirlere taşırdı.”

Babamın 27 aydır tutuklu olarak yargılandığı duruşmadaki bu beyanlara bakılırsa, babam büyük bir suç(!) işlemiş. İsnat edilen “suç” ise babamın yapması gereken resmi görevi.

Evet, doğru, babam Bitlis Belediyesi’nde taşeron işçi statüsünde çalışıyordu. Kendisi belediyenin resmi plakalı aracı olan cenaze aracıyla belki de yüzlerce cenaze taşımıştır. Bunun için gizli tanığın beyanına gerek duymadan da bilmek elbet mümkün. Çünkü belediyenin tek bir aracı vardı, bu aracı da babam kullanıyordu. Doğalında bir cenaze Bitlis’ten başka bir yere götürülecekse belediyenin ilgili amirliğinin onayıyla babam işinin gereği olarak bu cenazeyi götürüyordu.

Belki de öğretmenin ders vermekten, fırıncının ekmek pişirmesinden yargılandığına henüz tanık olmadığımıza sevinmemiz gerek.

Bunlara dair görevlendirme yazıları belediyede mevcut. Ancak her duruşmada belediyeden bunların istenilmesi talebi mahkemece reddedildi. Bizim çabamız ise kayyum atanan belediyede muhatap bulamamış olmamızdan sonuçsuz kaldı. Beş duruşma sonunda bugünkü mahkemenin ara kararında nihayet bu belgelerin istenmesine karar verildi.

Beyanlar devam ediyor:

“Halis Demir’in oğlu muhabir olarak çalışır. Dicle Tv diye bir kanal vardı, orada çalışırdı. Gazetenin ismini hatırlayamadım.”

Şaşırıyorum, afallıyorum…

Gizli tanık babamla ilgili beyanlarda bulunduktan sonra gazeteci olduğumu da bilmiş ve babam hakkında ifade verirken bir de benden bahsetme ihtiyacı duymuş. Beni şaşırtan ise “Dicle TV” diye bir televizyon kanalında çalışmış olmam. Mesleğim gereği Diyarbakır’da çalıştığım dönemler ismini duyduğum ancak hiç izlemediğim gibi binasını, stüdyosunu, yerini, yurdunu bilmediğim bir televizyon kanalında çalışıyor muşum da meğer haberim yokmuş.

Bitti mi?

Hayır bitmedi.

Dosyada babamla birlikte yargılanan ikinci kişi E.B. O da 27 aydır tutuklu ve Bitlis’e en uzak mesafedeki Tekirdağ’dan duruşmaya SEGBİS ile katılıyor.

Aynı tanığın E.B. ile ilgili beyanları da şöyle: “2014-2015 yıllarında HDP ve BDP partilerinde yöneticilik yapardı. Kendisi KCK, YDG-H ve YPG’li örgüt mensuplarının avukatlığını yapardı. Ayrıca hakkında kararı, dava olan veya cezası kesilen örgüt üyelerine önceden bilgi verirdi.”

Tanımayanlar E.B.’nin ne kadar önemli bir görev üstlenerek, avukatların bile kimi zaman ulaşmakta zorluk çektiği bilgilere ulaşıp, bunları ilgililerine aktarmasına şaşıracaktır. Ama durun hemen şaşırmayın, asıl şaşılması gereken bir başka husus var. 1964 doğumlu E.B. bir dönem HDP il başkanlığı yapsa da avukatlık yapmayı bırakın herhangi bir Hukuk Fakültesi'nin kapısından içeri adım atmış değil. Kendisi 45 bin nüfusluk bir ilde yakinen tanınan bir esnaf olmasına rağmen rüyalar alemindeki “gizli tanık” kendisinin avukat olduğunu söyleyecek kadar gizli birisi!

Beyanları devam ediyor: “Örgüt mensupları hastaneye gidecekler ise hastaneye gitmelerini sağlardı.” E.B, gizli tanığa göre sadece avukatlık yapmakla yetinmiyormuş, bir de tedavileri için örgüt mensuplarının hastaneye gidişlerini sağlıyormuş!

Oysa Bitlis’te sadece bir tane devlet hastanesi var. Bir hastaneye tedavi için giriş yapıldığı anda ilk işlem bunun kayıt altına alınmasıdır, ardından tedavi gelir. Bu kayıtlar da belli bir süre diliminde saklı tutulmak zorunda. Oysa bu beyanın dışında hangi örgüt mensubunun hastaneye götürüldüğü, hangi tedavilerin uyguladığına dair somut tek bir belge dava dosyasına konulmuş değil.

Bir sayfayı geçmeyen beyanlar bitiyor...

Mahkeme heyetinin arkasındaki “Adalet mülkün temelidir” yazısında sarkmış olan “ün” harflerine gözlerim takılıyor. Bu boyun bükmüşlüğünün nedeni belki de… Avukatlar beyanları çürütse de sonuç değişmiyor: “Sanıkların delilleri karartma ve kaçma şüphesi nedeniyle tutukluluk hallerinin devamına.”

Duruşma bitiyor, altıncı duruşma 27 Aralık’a erteleniyor. Koridorda bu duruşmadan hemen önce görülen davada 6 yıl 3 ay hapis cezası alan M.B’nin ailesiyle ayaküstü sohbet ediyorum. 13 aydır tutuklu, davanın bugün görülen üçüncü celsesinde karar çıkmış.

Dosyanın içeriğini soruyorum: “Gizli tanık ifadesinden başka bir şey yoktu.”

Bir ay önce yine Türkiye’nin ücra köşesi Muş’ta duruşma salonlarından birinde gazeteci Seda Taşkın’da yargılanmasına tanık olmuştum. Birkaç meslektaşı ve avukatlarının dışında kimsenin olmadığı o duruşmada salonunda da bu kez “kod isim” üzerinden yapılan yargılama sonrasında Seda’ya 7 yıl 6 ay hapis cezası verilmişti. Kimlikte “Seher” ismine karşılık günlük hayatta, yaptığı haberlerde “Seda” ismini kullanması “kod isim” olarak görülmüş ve yargılama sonunda bu ceza kesilmişti.

O gün karar sonrası henüz adliye bahçesinden çıkmamışken, bir avukatın “Aslında hiçbir şey bildiğiniz gibi değil. Burada adalet, ne kadar çok ceza verileceği üzerinden tecelli ettiriliyor” sözleri kulaklarımda yeniden çınlıyor.

Evet, buralarda bir ‘adalet’ var; bilmediğimiz, okumadığımız…

Not: Duruşma 8 Kasım günü görüldü.

Evet, buralarda bir ‘adalet’ var; bilmediğimiz, okumadığımız…

*Gazeteci