Bir süreç olarak insan

İnsan son satırı yazılmamış ve yazılamaz olan kitap gibi bitimsiz bir süreçtir. O sürekli kendini aşma yolunda içten içe uyarılması ile bulunduğu duruma tutunma isteği arasındaki karşıtlığın bitmeyen gerilimiyle yaşar. Bu durum insanda varoluşsal bir huzursuzluğa yol açar.

Google Haberlere Abone ol

Mustafa Alagöz

İnsan pek çok nitelikle yüklü karmaşık bir varlıktır. Karmaşıklık onun zihnindeki tortulardan, geçici duygusal dalgalanmalarından, inançlarından ve kişiliğindeki iniş çıkışlarından kaynaklanmaz. Bunlar karmaşıklığın sebebi değil, varoluşundaki farklı yaşamsal enerji kaynaklarının uyumsuzluğunun ürünleridir.

İnsan son satırı yazılmamış ve yazılamaz olan kitap gibi bitimsiz bir süreçtir. O sürekli kendini aşma yolunda içten içe uyarılması ile bulunduğu duruma tutunma isteği arasındaki karşıtlığın bitmeyen gerilimiyle yaşar. Bu durum insanda varoluşsal bir huzursuzluğa yol açar. Söz konusu bu huzursuzluktan kastımız biyolojik, içgüdüsel, doğal yaşamsal süreçten kaynaklanabilecek olanlar değil, anlam arayışına bağlı olarak ortaya çıkan tinsel kökenli bir kaygıdır.

Genel olarak tanımlar tanımı yapılan olgunun temel özelliklerini ortaya koyan ve sınırlarını çizen düşünsel belirlenimlerdir. Tanımlar bu haliyle olguları süreç olarak değil donmuş bir suret olarak ortaya koyarlar. Öte yandan her tanım olguların derinliğine dalıp varoluş süreçlerini anlamak için bir zemin ve hareket noktası olarak da işlev görürler.

Bu bağlamda insana dair pek çok tanım yapılagelmiştir. Tanımların çokluğu insanın “pek çok nitelikle yüklü” olmasından kaynaklanır. Farklı bilimsel disiplinler kendi durduğu yerden yöntemine bağlı olarak konuya açıklık getirmeye çalışırlar. Ancak bunların hiçbiri insan kavramını bize eksiksiz veremez, çünkü insan bir nesneyi bilmesi gibi kendini bilemez: bilen ve bilinen aynı olduğu için her bilme girişimi bileni önceki durumundan yukarı çıkarır, böylece bizzat bu yolla insan yeniden kendi kendisine konu haline gelir. Onun bitimsiz bir süreç oluşunun temeli “tam olarak yakalanamaz” gerçeğinden kaynaklanır. Yunus Emre’nin “bir ben var benden içeri” ya da Musa Peygamber'in “Ben olan ben” (“aşer ehye aşer) “İnsan dünyaya sonsuz olarak açılmış olarak davranabilen bir X’dir.” (M. Scheller) gibi söylemler bu gerçeğe işaret eder.

Dünyaya sonsuzca açılmış olarak davranmak onun bilgi kapasitesinin, yaratım yeteneğinin sonsuz olduğuna işaret eder. Beyin insanın pratik ve düşünsel etkinliklerini algılarken bunu yeni akson ve dendrit bağlantıları kurarak gerçekleştiriyor. Fizyolojik olarak gerçekleşen bu sürecin felsefi boyuttaki karşılığı “el-beyin”, “dil-düşünce”, “hayal gücü- beyin” diyalektiği olarak kavramsallaştırılır. Ayrımın her birisi kendine göre farklı işlevlerine bağlı olarak yapılır.

El-beyin bağıntısı doğrudan pratik etkinliklere, bedensel gücün kullanımında; dil-düşünce bağıntısında düşünsel arayışlar, sorgulamalar, sorun çözme, teoriler üretme vb. süreçlerde. Üçüncüsü ise gelecek tasarımları planlama, hayaller kurma, ütopyalar üretme; özlemler ve dilekler oluşturma biçimindeki tinsel çabalara karşılık gelir.

İnsanın tüm etkinliklerinde bu diyalektik bağıntılar yaşanır, ancak hepsinde ortak olan bir başlangıç noktası var ki, o da seçim yapmaktır. Seçim yapmak insanı tüm varlıklardan ayıran bir yetidir; çünkü seçim yapmak düşünmek demektir, eyleme geçmek üzere bir yol belirlemektir.

Biyolojik evrim bilincin ortaya çıkmasıyla tamama ermiştir, çünkü varlık tüm niteliklerinin bilinip kavranabileceği aşamaya insanla ulaşmış oldu. Evrimin tamama ermesi derken anlatılmak istenen, canlıların gelecekte de aynı biçimde kalacakları, görünüşlerinin değişmeyeceği anlamında değil; elbette bu değişimlerin sonu gelmez, ancak onlarda içkin olan fiziksel, kimyasal, biyolojik yasaları değişmeden kalır.

Bilincin ortaya çıkmasıyla insan seçim yapma, iradesini özgürce kullanma, sorumluluk alma yetkinliğine erişmiş oldu. Bu aşamadan önce sorumluluk doğadaydı, bilincin ortaya çıkmasıyla artık insan kendi sorumluluğunu üstlenmek sorunsalıyla yüz yüze geldi. İşte insanın varoluşsal, tinsel huzursuzluğu da bu nokta kendini göstermiş oldu.

Öte yandan doğa kuvvetlerinin zorunlu, şaşmaz işleyişi karşısında özgürleşmenin yolu da açılmış oldu. Huzursuzluk, kaygı ve korkunun getirdiği gerilimler, özgürleşme yetkinliğinin edimselleşmesiyle tersine çevrilebileceği de mümkün olabildi.

Bilinç doğanın zorunluluklarını, yani doğa yasalarını ortadan kaldıramaz, değiştiremez de; ancak onu keşfederek ve boyun eğerek ona hükmedebilir, amacı ve istekleri doğrultusunda kullanıp işletebilir. Boyun eğdiği ölçüde onu kendi hizmetine koşar, ama o ölçüde de özgürleşir. Bu özgürlüğün edimselleşmesi, zorunluluk-özgürlük diyalektiğinin tinsel alanda gerçekleşmesidir.

Genellikle özgürlük keyfilikle karıştırılır, oysa özgürlük sorumlulukla, zorunlulukla sınırlanan ve biçimlenen keyfiliktir. Bütün yapıp etmelerimiz bir isteğin itkisiyle olur. İtkiler içten ve dıştan ya da ikisinin birleşmesiyle olabilir, ama istekleri gerçek kılmak, istekle onu doyuracak nesneyi buluşturmak gerekir. İstekle onun nesnesini buluşturmanın itkisi sorumluluk üstlenmeyi ve özgür irade koymayı talep eder.

Seçim yapmak bir isteğin yerine getirilmesi ya da isteği karşılayacak nesneye, dileğe, yaşam biçimine yönelmektir. İsteklerle onun nesnesinin buluşması insanın emeğini ve eylemini gerektirir. İrade istekle eylemin birliği, bir isteğe tutkuyla bağlanmaktan oluşur.

Seçim yapmak bir irade koymaktır, ama seçmemek de bir seçimdir ve bu sadece insana özgü bir yetidir. İnsan olumluyu olduğu gibi tersini de, kendi arzularına, içgüdüsel itkilerine, çıkarlarına aykırı seçimler de yapabilir; dahası bir başkasının iyiliği için, yaşama alan açma konusunda kendini feda edercesine fedakârlıkta ve feragatta bulunabilir. Ona “eşrefi mahluk” denmesinin nedeni bu olsa gerek. “arzularına sınır koyması ve özgür irade sahibi olması insanın onurudur” (Descartes). Söylemlerimizde “beşer” kavramı da geçer, ama özellikle tasavvufi bilgelik, Kuran kaynaklı olarak “İnsan” kavramıyla “Beşer” kavramını aynı içerikte kullanmaktan ısrarla kaçınır.

Bir seçimde bulunmak, bunu eylemlerinin ruhu haline getirip bir amaca bağlanmak insanda sorumluluk bilincini ve duygusunu yaratır. Sorumluluk üstlenir olgunluğa gelmek insanı toplum, hukuk ve varoluş karşısında muhatap haline getirir; başta kendi doğal yetilerini açığa çıkarmak ve özgür iradesiyle eylemde bulunmak onun özgürlüğünü edimselleştirmesi, kendi benliğini inşa etmesi, beşerlikten insanlığa yükselmek anlamına gelir; yani keyfiliğin rastgeleliğinden ve savrukluğundan özgür iradenin bilinçli sorumluluğu ile yaşamanın doyumuna erişir.

İnsan akıl, irade, vicdan sahibi olmakla doğasına aşkın tinsel bir yetkinliktir de. Bu üçlü birlik kendiliğinden canlanmıyor, bireyin seçimli eylemlerini gerektiriyor. Akıl-irade-vicdan kavramlarının toplumsal yaşamda olgusal karşılığı kurumlar olarak ortaya çıkar. Modern toplumu ölçü olarak alırsak üniversiteler, bilim ve teknoloji kurumları toplumun aklı; siyaset kurumları ve başka iktidar birimleri iradesi; yasama-adalet-hukuk ise vicdanıdır. Bunlar birbirinden ayrılmaz, bütünsel bir varlığın (insanın ve toplumun) olgusallık kazanmasının ve etkinliğinin uyumunu sağlayan olmazsa olmaz sacayaklarıdır. Zorunlu olanla keyfi olanın, bilimsel olanla iradi olanın diyalektik bağıntısı bireysel ve toplumsal yaşamın kendi içinde olan dirimsel süreçlerin yönünü ve etkinliğini belirler.

Bilimin gelişimi, doğa yasalarının daha kapsamlı ve derinlikli olarak keşfedilmesi insanı doğa karşısında daha hükümran kıldı; dolayısıyla geleceğe yönelik projeler oluşturma, hayaller kurma ufkunu da genişletti. Giderek doğayı hoyratça kullanma, onun efendisiymiş gibi davranma, topluma yönelik olarak da “mühendislik” heveslerinin, ütopik hırsların dayatmayla gerçekleştirileceği varsayımlarının doğmasına yol açtı.

Tarihsel olgular, bilimsel gerçekler, akli yargılar ve sosyal pratikler bu heveslerin boş olduğunu acı deneyimlerle bize gösterdi; insan bilincinde devrimsel nitelikte dönüşümlere yol açan keşifler bunu kanıtladı.

Darwin’le, organize dinlerin insanın (Âdem'in) yaratılmasına dair tasarımsal söylemlerinin tutarsızlığı en azından bilimsel açıdan kanıtlanmış oldu. Aklına, bilincine, özgür iradesine güvenen insanın kibri Freud’la yıkıldı. Çünkü biz insanlar bütün yapıp etmelerimizde aklımızın kudreti, bilincimizin somut düşünceleriyle davranıp-yaşadığımızı zannediyorduk; meğer bilinç altı diye bir güç içimizde yaşıyormuş ve bunun büyüklüğü buz dağının görünmeyen yanı kadar devasa çaptaymış. Ekonomik ve toplumsal kararlarda, organizasyonlarda, uygulamalarda keyfi olamayacağımızı, bu alanların da yasalılık altında olduğunu Marx gösterdi. Nihayet Nietzsche, yaşantımızı ve benliğimizi ne kadar dinsel, ideolojik ve değişik aidiyet duygularıyla, kavramın kaskatılığı ile yaptığımızı zannetsek de içimizde “güç istemi” olarak ifade ettiği varoluşsal bir itki varmış.

Bir şeyi anlamak onun oluş nedenlerini bilmekle olur. Bu doğal bağıntı hiçbir keyfiliğe meydan vermeyecek şekilde herkese karşı eşit mesafede durur; hangi niyet ve yöntemle ele alınırsa alınsın süreç aynı zorunluluk altında akar. Bilimin nesnel olması ya da hakikatin herkese eşit mesafede duruyor olması, her kim yöntemine uygun olarak deney yaparsa sonuç aynı olacak anlamına gelir.

Tinsel alanın ve insanın kendini bilme, kişilik oluşturma sürecinde yolculuk bu denli kesinlik içermez. Çünkü her bireyin yeteneği, ilgi alanları, alışkanlıkları, beklentileri ve arzuları farklıdır. Olguları anlama, yorumlama ve içselleştirme derecesi aynı olamaz. Bu durum insanı iradesini nereye yönlendireceğini belirler. Bireyin benlik düzeyi ne olursa olsun, yeteneği ve amaçları ne kadar farklı olursa olsun sonuçta seçim yapmak, iradesini kullanmak zorundadır. Ancak düşünsel kaynaklı, iradeye bağlı eylemlerin ve ürünlerin ilkesiz, içsel-varoluşsal yasalılık içermediği de söylenemez.

Tinsel alan doğada hazır bulmadığımız, doğanın kendiliğinden var edemediği ilişkiler, olgular, yaşam biçimleri gibi insan üretimlerinin tamamından oluşur. Düşünce bu âlemin merkezinde bulunur, çünkü bütün etkinlikere eşlik eder; etkinlik alanları ve ürünleri ister doğal nesneler üzerinde dönüştürücü etkinlikler olsun, ister öznel tasarımların, hayallerin dışavurumu yoluyla sanatsal yaratımlar olsun durum değişmez.

İnsanlar olarak birbirimize bağımlıyız -muhtacız-; toplu şekilde ve toplumsal organizasyonlar içinde yaşamak zorundayız. Öyleyse insana ve topluma ilişkin çözümlemelerde, ideolojik kurgulamalarda, politik-ekonomik yaşam modelleri üretmekte de keyfi, dayatmacı olunamaz.

İnsan fıtratına uymayan hiçbir tinsel olgu insanlığın özgürlüğüne, güvenliğine ve yaratımına hizmet edemez. Ne kadar insancıl, iyi niyetli; hayallerimizde canlandırdığımız sorunsuz, mutlu, barışçıl, sevgi ve dostluk bağlarıyla örülmüş paylaşımcı bir cennet dünyanın özlemini dile getirse de bu ütopyalar maddi-nesnel dünyanın sert duvarlarına çarpıp dağılır; tarihin, bireyin, toplumsal yaşamın nesnel ilkelerine uymadığı sürece...

Bilişimsel ve teknolojik gelişmeler insanın tüketim hırsını alevlendirip doğayı hoyratça kullanma pervasızlığını tetikledi. Ancak doğaya saygısızlık misliyle geri dönüyor. İnsandaki bu açgözlülük, hükmetme hırsı “kapitalizm” olarak toplumsal bir sisteme dönüştü. Ancak varoluşun bir yasası kendi yolunu açıyor: Bu pervasızlığın ürünü olan özgürlük, adalet, güvenlik, insanca yaşama taleplerinin dünya çapında gerçek kılınmasının zorunlu olduğunu da ortaya koyuyor: “Her sorun kendi çözüm koşullarının maddi güçlerini de beraberinde getiriyor” (Marx).

Özgürlüğün edimselleşmesi, hakkın tecellisi, adaletin yaşamın tüm alanlarına egemen olması elbette kolay olmadığı gibi çabucak da gerçekleşmiyor; insani-tinsel değerlerin yaşamı devindirmesinin önüne geçmek mümkün değil, çünkü bu varoluşun doğası ve talebidir, onun için umutlar, hayaller, ütopyalar da hep olacaktır.

“Kul ancak yaratıcısını inşa eder,

Onu yaratan ise inşa ettiğidir” (İ. ARABİ)

Bir Anadolu bilgesinin, İ. EMRE’nin özlü kelamı şunu söylüyor: “HAKİMİYETİMEZ MAHKUMİYETİZDENDİR”