Para ve emekli başkanlar

Başkan için yapılan hesapsızca harcamanın karşılığı, ona bağlanılan inançtan başka ne olabilir? Başkan’ı yeniden büyük bir coşkuya boğan ve mucizeyi yaratan, Homero ve Lázara’nın ona bağladıkları ve parada ete kemiğe bürünen inanç, başka bir ifade ile ona verdikleri kredidir. Bu nedenle Başkan, ölümü sakince beklemekten vazgeçer ve kendini vatana, o kutlu davaya adamaya karar verir.

Google Haberlere Abone ol

Önder Özden*

Emekli başkanlar ya da başkanlar, siyaset günlerini geride bırakıp, tıpkı başkan olmamış ve fakat döneminin siyasal erkine verdiği öğütlerle şimdinin diliyle siyasal gerçekçiliği ile anılan yani "Siyaset sonuca ulaşma sanatıdır. Ahlak, etik gibi araçlar kolaylıkla siyasal iktidarı ele geçirme yolunda feda edilebilir"i savunduğu varsayılan Machiavelli gibi, akşamın gelişiyle evine dönüp, odasında çamura ve toza bulanmış günlük kıyafetlerini çıkarıp, salonlara yakışır giysilerini giydikten sonra Antik Roma’nın büyülü dünyasını çalışmaya kendilerini vakfedebilirler mi? Arada sırada nefesi, iktidar basamaklarını (yeniden) çıkma hayali ile heyecandan kesilse de her şeye rağmen bir başkan, elinde kitabı bacaklarını ısıtmak için değil ama olur da çıkmaya alışkın oldukları o basamakları yeniden kullanmalarına engel olmak için onları sarıp sarmaladığı battaniyesi ile evinde ölümü sakince bekleyebilir mi?

Bu sorunun yanıtını, küllenmeye yüz tutmuş siyasete dair arzunun aslında nasıl sıradan ama bir o kadar büyüsel bir gerçeklikle alevlenmeye teşne olduğunu Gabriel Garcia Marquez’le birlikte vermeye çalışacağız. Marquez için bir başkanı, salonlara layık giysilerini çıkarmaya kışkırtarak emekli olmaktan alıkoyan, siyasetin ışıklarına kapılmaya meyyal kılan, onu o boş tahtı doldurmak üzere sürükleyen, oldukça sıradan ve bir o kadar da büyülü bir gerçeklik bulunur. Başkanları emekli olmaktan, mutlu ölümden alıkoyan siyasetin bu büyülü gerçeklikle olan bağını konu edinen ve böylece sıradanlığın içindeki büyülü dünyayı tanımamızı sağlayan, Gabriel Marquez’in On İki Gezici Öykü başlıklı eserinde bulunan İyi Yolculuklar Sayın Başkan öyküsü.

Hikaye, bir sonbahar günü Meksika olduğu tahmin edilebilecek bir Karayip ülkesinden askeri darbe nedeniyle ayrılan ve sürgün hayatı yaşayan adını bilmediğimiz bir başkanın Cenevre’deki bir parkta kuğuları seyrederken ölümü düşünmeye başlamasıyla açılır. Adını bilmediğimiz – Marquez’e ihanet ederek fakat yazının anlaşılabilirliği için ilk harfini büyük olarak yazdığımız – Başkan, lisede İspanyolca ve Latince dersler vererek ve Aime Cesaire’den çeviriler yaparak sürgün yaşamını sürdürdüğü Martinik’ten, Cenvere’ye yeri bir türlü tespit edilemeyen nedensiz bir ağrının ıstırabına çözüm bulmak amacıyla gelir. Buradaki doktor, ağrının yerinin omurgada olduğunu ve ona riskli bir ameliyata alınması gerektiğini söyler. Fakat ameliyatın ne derece riskli olabileceği konusunda Başkan'ı belirsizlik içinde bırakır doktor, yani ölüm oldukça yakındır ve parkta Başkan’ı düşüncelere gark eden de bu belirsiz yakınlıktır.

Bu ahvâl içinde devrik Başkan, ilerlemiş yaşında ve şimdi yeri belirlenmiş ağrıyı giderecek, sonucu belirsiz ameliyatı beklerken sürdürmesi gereken diyetini bir kenara bırakır ve uzun zaman sonra okkalı bir İtalyan kahvesi içmek üzere “tanınmayan ünlülerle dolu” olan Cenevre’nin güzel kafelerinden birine, şan ve şöhret yıllarının geride kaldığının ve kaçınılmaz sona, ölüme, doğru ilerlediğinin bilincinde bir şekilde oturur. Fakat yine de kahve keyfini sınırlı bir bütçeyle sonlandırır, “cimrice” bir bahşiş bırakır. Marquez, Başkan'ın içinde bulunduğu, cimriliğinin nedeni olan ekonomik sıkıntıyı küçük detaylarla dikkate sunar, örneğin yakasına takacağı çiçeği parktan koparır, bu sırada çiçekçi ona “O çiçekler Tanrı’nın değil, beyefendi … [b]elediyenin” diyerek serzenişte bulunur. Öyle anlaşılmaktadır ki kahramanımız, devrik ve emekli bir başkan olmanın yanında iktisadi açıdan da pek iyi bir durumda değildir. Hikâyenin büyülü gerçekliği de tam da bu bağlamda anlam kazanır, büyülü gerçekliğin bu bağlamını ilerde ele alacağız.

Başkan, kahvesini bitirip kafeyi terk etmesinin ardından, sokakta biri tarafından takip edildiği hissine kapılır. Bu hissinde haklıdır ve az sonra bu kişi, Başkan’a yaklaşır ve kendisinin onunla aynı ülkeden olduğunu ve askeri darbeden sonra Cenevre’de yaşamaya başladığını, Başkan’ın ameliyat olacağı hastanede çalıştığını söyler. İsmini bilmediğimiz başkanı takip eden, Homero’dur ve Başkan, sürgün hayatı yaşayan başka biriyle karşılaşmanın memnuniyeti içinde Homero’yu düzenli olarak yemek yediği yoksullar yurduna götürmek yerine, o belirsiz ağrının yerini belirleyen ameliyat kararının getirdiği belirsiz gelecek vaadi içinde, bir istisna daha yaparak lüks bir restorana davet eder. Yemek sırasında Homero, Başkan’a hikâyenin ilerleyen bölümünde Homero’nun rastlantı eseri yer aldığını öğrendiğimiz, onları yan yana resmeden gençlik yıllarından kalan bir fotoğraf gösterir. Homero fotoğrafın verdiği güvenle Başkan’a, onun önderliğini yaptığı siyasal harekette, o sırada okumakta olduğu üniversitede aktif ve önemli bir rol üstlendiği yalanını söyler ve ona yakınlığını göstermek için Başkan’ı evine akşam yemeğine davet eder. Başkan’la sözleşerek ayrılırlar. Homero, davet meselesini eşi Lázara’ya açtığında, Lázara önce ekonomik durumlarının iyi olmadığı gerekçesiyle bu davete itiraz eder fakat asıl amaçlarını hatırlayarak ikna olur. Davet gününde komşularından ödünç aldığı yemek takımları ile yemeği hazırlamaya koyulur. Çiftimizin bu kadar çaba sarf etmelerinin gerekçesi, aslında Başkan’ın zengin olduğunu düşünerek, sigorta ve cenaze şirketleriyle anlaşmalı olarak onun olası ölümünün ardından gerekli düzenlemelerde bulunarak, bu süreçten bir miktar para koparabileceklerini düşünmeleridir. Bu nedenle Homero, yalan da olsa üniversite yıllarından kalan Başkan’ın kısa bir ziyareti sırasında çekilmiş fotoğrafı, taraftarlığının ve Başkan’a olan bağlılığının bir kanıtı olarak göstermekte ve Lázara, ekonomik olarak zor durumda olmalarına rağmen yemek için normalde satın almayı düşünmeyeceği pahalı yiyecekleri sofraya koymaya çabalamakta, komşularından yemek takımları ödünç istemekte ve bir dizi zahmete girmektedir.

Akşam yemeğinin ardından Başkan, Lázara ve Homero daha sık görüşmeye başlar ve Homero bu yakınlığın sonucunda aslında Başkan’ın zengin olmadığını hatta yoksulluk içinde yaşadığının giderek ayırdına varır fakat bu düşünceye eşi Lázara direnir. Başkan’ın, çeviren İnci Kut’un tercihiyle, “mıstıkçı” biri olduğunu düşünür. Hatta Başkan’ın etrafını yoksulluk içinde yaşadığına inandırmaya çalıştığını, kendisini başka türlü göstermeye çalışarak, “dünya zevklerinden elini eteğini çekmiş pozun”da yanındakilere kendini beğendirmek istediğini söyler kocasına; hayallerine, Başkan’ın ölümüyle ellerine geçecek paranın getirmesini umduğu ferahlık rüyasına sarılmaya devam eder. Fakat bu durum uzun sürmez; Başkan gerçekten yoksuldur hatta o derece ki ameliyat parasını dahi çiftimiz karşılamak zorunda kalır. Başkan’ın, Homero’ya verdiği ve ondan, kendi masraflarını karşılayacağı umuduyla, satıp paraya dönüştürmesini istediği “ıvır zıvır”ın yani saatin, birkaç mücevherin değersiz olduğu ortaya çıktığında yapacak başka bir seçenek kalmamıştır çünkü. Bunun sonrasında ise belirli bir iyileşme sağlayana kadar ve artık Başkan’ın kaldığı üç yıldızlı otele verecek parası da kalmadığında Homero ve Lázara, çocuklarının gelecekleri için ayırdıkları parayı harcamayı da göze alarak onu evlerinde ağırlar ve ameliyat masraflarını üstlenirler.

Ameliyatının ardından Başkan, tam olarak iyileşmemiştir, hatta tanınmaz hale gelir, bir anda yaşlanmış ve yaşam ışığı solmuştur fakat yine de Cenevre’den ayrılmak ister. Tabii ki yol masraflarını yine çiftimiz karşılar. Öyle ki kurtuluşun anahtarı olarak hayal ettikleri Başkan uğruna kendi birikimlerini harcayan çiftimiz için o artık ailenin bir parçasıdır, Lázara “[p]ekala, … [d]iyelim ki o bizim en büyük oğlumuzdu” der. Başkan, evine döndükten sonra ailemize uzun bir teşekkür telgrafı gönderir ve bunu bir yıllık bir sessizlik izler. Bu uzun sessizliğin ardından Homero ve Lázara, Başkan’dan altı sayfalık bir mektup alırlar. Bu mektupta Başkan diyetini göz ardı ettiğini, et ve her türlü deniz ürününü yediğini, istediği kadar kahve içtiğini ve sigaraya yeniden başladığını bildirir. Fakat mektubun asıl amacı çiftimize, Cenevre’ye gelmeden önce yaşadığı o sakin sürgün hayatını, yani en büyük başarısının kendisini unutturmak olduğunu savunduğu yaşamını bir kenara bıraktığını muştulamaktır. Daha önce destekçilerinin kendisine gönderdiği mektupları dahi açmazken şimdi eceliyle ölmek yerine, “haklı bir dava ve her şeye layık olan vatan uğruna,  yenilikçi hareketin başına geçmek üzere ülkesine geri dönme eğiliminde” olduğunu yazar. Başkan’ımız, bu nedenle Cenevre yolcuğunun “Tanrı’nın bir lütfu” olduğunu söyleyerek bitirir mektubunu.

Hikâye bu şekilde sonlanmakta birlikte bir dizi soruya da yol açar. Marquez’in hikayesinde adını bilmediğimiz Başkan’ı emekli olmaktan alıkoyan ya da onu sakin sürgün hayatından yeniden haklı davayı ve her şeye layık olan vatanı düşünmeye sevk eden nedir? Sorunun yanıtını biliyoruz, Cenevre yolcuğunun mucizevi etkisi ya da bunun Tanrı’nın bir lütfu olması. Peki bu yolculuğun sebep olduğu mucizeyi nasıl anlamak gerekir? Nedir bu mucizeye yol açan? Hastalığı yenememesine rağmen, o belirsiz ağrının yerini belirlemek ve sonunda ameliyat olmak bir mucize yaratmadıysa, devrik Başkan’ı mucizevi bir şekilde siyaset arenasına çağıran şey nedir, Cenevre’de yaşadığı ne olmuştur ki bu deneyimini bir lütuf olarak görmektedir şimdi?

Lázara’ya ilk karşılaşma sırasında “şimdiki ihtiyar ve içi geçmiş haliyle bile yatakta hâlâ kaplan gibi olmalı” dedirten Başkan’ı, titrek ve feri sönmüş biri haline getiren ameliyatta olmayan bu mucizeyi, Marquez o büyülü gerçekçiliği gösterir şekilde Başkan ile Lázara ve Homero çifti arasındaki ilişkinin sıradanlığına yerleştirir. Lázara’yı, Başkan’ı gelir elde etmenin bir aracı ve mıstıkçı olarak düşünmekten onun için para harcamaya ve sonunda Başkan’ı kendi oğlu olarak görmeye iten ve sonunda Başkan için mucizevi bir deneyim haline gelen şey, paranın etrafında kümelenen büyüsel güçtür. Başkan ve Homero, Lázara çifti arasındaki etkileşimi mucizevi kılan paranın bu ilişki içindeki dolaşımıdır. Peki para gibi sıradan bir olguda söz konusu olduğunu düşündüğümüz bu büyülü güç nedir?

Bu gücü aslında yakından tanıyoruz; inanç. Para ise tam da inancı hesaba dökerek onun dolaşımına imkân tanır; para inancı sayının, aritmetiğin ardına gizlediği kadar onun dolaşımına izin vererek ekonomik çarkı işler kılar. İnanç ve para arasındaki bu bağlantının görünür olduğu ve düğümlendiği nokta ise kredidir. O halde kredinin, “gerçekliğini” ortaya koyabilirsek bu bize para ve inanç arasındaki kesişimi ve sonunda sevgili Başkan’ımızın mucizesini anlamaya imkân verecek.

İçinde yaşadığımız zamanın önemli niteliklerinden biri kredi yani borç ilişkisinde hiç şüphesiz, sadece sahip olunulan mülkiyet hesaba katılarak kredi alınmamakta aynı zamanda geleceğin ta kendisinin de krediye yani borç alışverişine tabi kılındığı da ortada. Ekonomi giderek borç ilişkisi etrafında dönerken ve başat ekonomik olgu haline gelirken kredinin, hikayedeki Başkan’ınki gibi büyülü bir öyküsü bulunur.

Kredi, Latince credere’den gelir ve başka bir Latince terim olan fides’le yakın bağlantısı bulunur ya da daha doğrusu bu iki terim birbirlerinin yerine kullanılır. Antikler için fides, gündelik kullanımda isim fiil olan kred’i* ikame eder. Credere, tam da bu sonuncusuyla ilişkilidir, “kred vermek” anlamına gelir yani koruma beklenen birine inanç bağlamak ve bu yolla bu kişiye, hürmetle kişinin kendisini bağlaması anlamına gelir. Terimin bu açıklamasında inanç ise fides’in karşılığıdır, dolayısıyla kredi ile inanç arasında kopmaz bir bağ bulunur; kred* verilene fides bağlanır ve tersi. Bu olgu, sadece inancın ve karşılıksız kredinin bağlandığı Tanrı ile ilişkinin görünümü olarak kabaca tarif edebileceğimiz dinsel bir duruma işaret etmez. Aynı zamanda bu iki terimin önümüze koyduğu bu olguyla, antik dönemde siteler arasındaki savaşlarda, tabiri caizse, uluslararası hukukun bir parçası olarak karşılaşırız. Bir savaşta düşman site yenilgiye uğratılabilir ve zor yoluyla (kata kratos) yok edilebilir ve bu durumda sakinleri öldürülür ya da köle duruma düşürülür. Fakat bu durumun aksine zayıf site, deditio in fidem kurumuna başvurabilir. Yani zayıf site koşulsuz olarak kendisini düşmanın fidesine tabi kılarak böylece galibi, bir anlamda daha insancıl yani öldürülmeden ve köle durumuna düşürülmeden bir kontrol biçimine mecbur bırakarak, teslim olabilir. Bu bakımdan kavramların bu tarihsel uğultusunu gözetirsek, güncel kavramlarla artık para dolayımıyla gerçekleşen borç değişimi şeklini alan bir kredi ilişkisinin, aslında karşılıklı inanç bağlamak yani inanç değişimi anlamına geldiği söylenmelidir. Kredi, her şeyden önce bir inanç değişimidir, inanç bağlamadır ve para bu inancın, tecessümüdür. Ancak paraya olan, paranın taşıdığı bir inançla, kredi kendisine yüklenilen görevi yerine getirebilir. Kredi ilişkisini mühürleyen, bu ilişkiyi geçerli kılan parada vücut kazanmış olan inançtır. Tam da bu bakımdan örneğin İtalyan düşünür Giorgio Agamben, Tanrı’nın ölmediğini fakat paraya dönüştüğünü savunmaktadır. O halde güncele dair küçük bir hatırlatmayla dolar karşısına Allah’ın konulmasında hiç de şaşırtıcı bir yan bulunmamaktadır. Söz konusu olan doların bir tanrısının olup olmaması değil – doların üzerinde yazan “In God We Trust” (Tanrı’ya güveniriz) para ile dolar arasındaki kısa devreyi gösterir ancak – doların bizatihi kendisinin, en azından içinde yaşadığımız coğrafyanın gerçekliği içinde, tanrı olması ve neticede güçsüzün tanrıya feryat figan etmesidir.

Bu kısa hatırlatmanın ardından yeniden hikâyeye dönecek olursak, ismini bilmediğimiz sürgün Başkan’ı yeniden ve şimdi daha hastalıklı haliyle siyasetin çağrısına kulak vermeye iten, o büyülü gerçeklik, Homero ile Lázara’nın kendi birikimlerini dahi gözden çıkarmalarıyla sonuçlanan Başkan’a kredi vermelerinde yatar. Başkan için, yapılan hesapsızca harcamanın karşılığı ona bağlanılan inançtan başka ne olabilir? Başkan’ı yeniden büyük bir coşkuya boğan ve mucizeyi yaratan, Homero ve Lázara’nın ona bağladıkları ve parada ete kemiğe bürünen inanç, başka bir ifade ile ona verdikleri kredidir. Bu nedenle Başkan, ölümü sakince beklemekten vazgeçer ve kendini vatana, o kutlu davaya adamaya karar verir. Onun ismini bilmeye ihtiyacımız yok, Marquez’in hikayesindeki Başkan’ın yerini herkes doldurabilir fakat ona inanç besleyen Homero ve Lázara’nın konumu tartışmasızdır. Sıradan bir karşılaşmayı, mucizevi bir olaya dönüştüren bu hikayedeki, herhangi bir siyasal bağlılık göstermeyen bu iki sıradan insanın, para yardımıyla verdikleri kredidir. Para tanrısal rolünü oynayarak bu kredi ilişkisini mühürler. Sıradanlığı, Başkan için mucizevi bir olaya dönüştürür.

Bu elbette başkanların emekli olmayacağı anlamına gelmiyor. Başkanlar, onlara ihtişamlı bir gölge kazandıran, inancı kendinde cisimleştiren paranın tanrısal mühürleyici gücü ışığını kaybettiğinde, kendilerini Machiavelli gibi elinde kitapları ile Antik tarihin “gri” sayfalarını karıştırmaya, bacaklarına sarılı battaniyeleri ile dönebilirler. Fakat ne zaman ki inanç peyda olur ya da çıkarcılık, sinsilik ve benzeri gibi bir dizi olumsuz sıfatla birlikte anılan para, sıradan insanlar ile başkan arasında dolaşmaya başlar, kredi verilmeye başlanır, feri sönmüş bir başkan dahi siyaset merdivenlerinin başında soluğunu alır. Bu bakımdan, parada sıradanlığı mucizeye dönüştürecek büyüsel bir gerçeklik bulunduğunu gözden kaçırmamak gerekir, kimin emekli olup olmayacağına o karar verecek gibi görünüyor çünkü.

*Dr., Goethe-Universität, Frankfurt

Notlar

Marquez’in ilgili öyküsü şu kitapta: Marquez, Gabriel Garcia (2013 – 7. Baskı), On İki Gezici Öykü, çev. İnci Kut, İstanbul:Can.

Para ve inanç arasında burada kurulmaya çalışılan bağlantı Giorgio Agamben’e ait. Düşünüre ait şu metne bakılabilir: Agamben, Giorgio (2016), “Capitalism as Religion”, çev: Nicholas Heron, Agamben and Radical Politics ed. Daniel McLoughlin içinde, UK:Edinburgh University Press, 15-26. Ayrıca Abdurrahman Aydın tarafından çevrilen düşünüre ait söyleşi de oldukça dikkat çekicidir: http://ayrintidergi.com.tr/tanri-olmedi-paraya-donustu-giorgio-agamben-ile-soylesi/.