Tuvaletteki Bülent Ersoy fotoğrafları ne anlatıyor?

Ha ayının varlığından bihaber içine girdiğiniz bir ayı ini, ha lavabolarının giriş kapılarına müşterilerinin sözüm ona ayırt etmeleri için Bülent Ersoy’un “kadın” ve “erkek” hallerinden birer resminin konulduğu bir kafe. İlk fark ettiğim anda gözlerime inanamadığım, gerçek olmaması için yeryüzündeki tüm sanrıları yardıma çağırdığım o anda oturduğum yerde donakalmış bir haldeyken ağzımdan kocaman bir “terbiyesizler” çıktığını hatırlıyorum...

Google Haberlere Abone ol

Hatice Özhan

Doğubayazıt’ın ana “mecburiyet” caddesindeydim, bir kuşluk vakti yürüyüşüydü benimkisi. Nüfusça küçük her şehrin nasıl ki kamusal alanı temsil eden bir caddesi varsa bizdeki de o hesap. İsmi ahde vefa minvalinden yıllar evvel İsmail Beşikci olarak konulan ancak kayyumun ilk icraatlarının bir eseri olarak İnegöl diye değiştirilen caddedeki herkesi birden bire bir koşuşturma aldı, götürdü. Çünkü aniden bastıran ve olanca gücüyle yağan yağmur ben ve mendil satan birkaç çocuk dışında görünürdeki herkesten caddeyi boşalttırdı. Bir su samuruna dönüşen ben de gözlerimle yağmurdan korunacağım bir sığınak arayışındaydım.

Arayışım bir netice verdi ve ayaklarım beni daha önce hiç bilmediğim bir kafeye ve onun üst katına kadar götürdü. Sonuçta bir sığınak değil miydi aradığım şey? Ha ayının varlığından bihaber içine girdiğiniz bir ayı ini, ha lavabolarının giriş kapılarına müşterilerinin sözüm ona ayırt etmeleri için Bülent Ersoy’un “kadın” ve “erkek” hallerinden birer tane resminin konulduğu bir kafe. İlk fark ettiğim anda gözlerime inanamadığım, gerçek olmaması için yeryüzündeki tüm sanrıları yardıma çağırdığım o anda oturduğum yerde donakalmış bir haldeyken ağzımdan kocaman bir “terbiyesizler” çıktığını hatırlıyorum. Homofobik, terbiyesiz bir üst aklın elinden çıktığı bariz belli olan ve muhtevasına bozuk “kara” mizah çeşnisinden bolca konulan bir spesiyal misali mönüye dâhil edilmiş bu garabet karşısında debeleniyordum içten içe.

Sanatçıya dair bu “erkek” ve “kadın” kategorizasyonu, güzellik sanayinin kamuyu “satın alma işlemleri” adına ürün tanıtım reklamlarında kullandıkları kadın oyuncuların ürün “öncesi” ve “sonrası” şeklindeki tasniflerini getirdi aklıma bir yandan. Medikal endüstrinin efeminen madrabazlıklarının meşrulaştırıldığı demode reklamlardaki imlemler ne kadar içler acısıydı bir hatırlayın. Bu madrabazlıkların bir gereği olarak kadın oyuncunun yüzünde makyaj hileleri ile gerçekleştirilen çirkinliklerle, oyuncu şahsında tüm kadınların kendilerine savaş açmaları amaçlanılır. Oyuncu “beni baştan yarat” diyerek bilinmezliğe doğru haykırdığı bir esnada karşısında ellerindeki kremlerle bir kozmetik dehası bitiverir. Kadın kahramanımız mucize krem sayesinde “öncesi” ve “sonrası” bir kategoriyle gösterilirken bir bakmışız ki ekseriyetle çoğunluğumuz medikalizm adlı bir ideolojinin ateşli üyesi ve tarafgiri oluvermişiz. Bu reklam fantezisi ile kafedeki homofobik durum, aynı parametreler üzerinde seyretmektedir. Normalleşen homofobik tarafgirlikle Doğubayazıt’taki herhangi bir kafede karşılaşmış olmamız bu durumun ne tesadüf eseri ne de münferit olmamalarıdır.

Sadece muhafazakâr çevrelerde değil, özgürlükçü oluşumlarda da karşımıza çıkan homofobi, toplumsal cinsiyetten birine dâhil olmayan bedenlerin insani alandan dışlanarak gayri insani olan alana mahkûm bırakılmaları şeklinde gelişen ve süregelen bir nefret söylemidir. Eşcinsellik babaerkil-heteroseksüel toplum tarafından bir “kendilik yitimi” olarak görüldüğünden kültürel onayın ve meşruiyetin dışına itilerek yasa-dışı bir konumda sabitlenir. Hal böyleyken de eşcinselliğin, heteroseksüel ayrıcalığın yörüngesindeki toplumun genelince yasadışı kabule ve pejoratif imlemlere tabi tutulması elbette ki kaçınılmaz sondur.

Cinsel kimliğini ifade etmede gösterdiği cesareti, benim açımdan, sanatından daha önce gelen Ersoy'un uğradığı transfobik hareketin ve hakaretin kaynağında kendilik yitiminin sağlanılması var. Bu hakaret, sanatçı şahsında cinsel kimliklerini ya da cinsel yönelimlerini özgürce ifade etmeyi esas alan ve amaç edinen kesimlerin meşruiyet alanının dışına itilmesini daha olanaklı hale getirebilir. Eşcinselliği kültürün “ötekisi” olarak konumlandıran bu baba-erkil ayrıcalık sahipleri ellerindeki psikotik söz hakları ile toplumsal cinsiyet inşasındaki cinsiyet mefhumunu keskin ayrımlara tabi tutarak heteroseksüel kadınlık ve erkeklik değerlerini hiç yere yüceltirler. Gelinen noktadan bakıldığında ise hal-i pür mealimizin faili içine düştüğümüz cinsiyet belasıdır!

MUTSUZ CİNSİYETLİ BEDENLER

Cinsiyet mefhumuna ilişkin ,“kişi kadın doğmaz, kadın olur” sözleriyle cinsiyeti edinilmiş bir statü şeklinde yorumlayan Simon de Beauvoir İkinci Cins’te toplumsal cinsiyet inşasının değişken bir kültürel başarı neticesinde oluştuğuna dair görüşlerini belirtmişti. Kimsenin toplumsal bir cinsiyetle doğmadığı, kadınlar ve erkekler kategorilerinin edinilen bir durum olduğuna dair radikal fikirleri ile feminist terminolojiye damga vuran Simon, dünyanın üzerine tuttuğu feminist bakış açısıyla ayarlanan büyüteciyle insanlığın içine girdiği cinsiyet belasını görmüş ve kadınlara bu beladan nasıl kurtulabileceklerinin ipuçlarını, çözüm önerilerini de sunmuştu. “Kadının” dişil bir bedenin kültürel inşası olması gerekmediği gibi “erkek”in de eril bedenin kültürel inşası ve eril bedenleri temsil ediyor olmasının gerekmediğinin anlaşıldığı an da sorunun çözümünün de bir o kadar kolay olacağının fark edileceğini göstermek istedi Simon. Kültürel kodlara dayalı olarak cinsiyetlendirilen bedenlerin iyi ve kötü şeklinde bir ayrıma tabi tutularak, iyi addedilenin ise bir tabuymuşçasına kutsanacağı ya da ondan korkulacağı bir sonuç gelişir ki bu denli bir cinsiyet saplantısı homofobik bir toplum doğurtmuştur ve homofobiyi de rahatlıkla dolaşıma sokar. Dolaşıma girerek toplumun en küçük bir birimi olan kafede (kimileriniz buna aile diyecektir) soluğu, orada bulunduğum bir anda alan cinsiyet belası homofobik bir göstergeyle varlığını konuşturacak bir işaret bırakmıştı. Benim “terbiyesizler” şeklindeki nidamın bir kıymeti harbiyesi yoktu çünkü terbiye nedense pek de göreceli bir kavrama dönüştü toplumda. Keşke büyük harflerle “Cinsiyet belanızı versin!” çekseydim de "doğaüstü kötü güçleri" göreve çağıran lafımın da psişik bir karşılığı ve gücü olduğu oradakilerce anlaşılırdı belki de.