Asansör fıkhından aile içi 'deşarj' fetvasına İslam'ın güncellenmesi

Güncellenmesi gereken İslâm mı? Sanki İslam’ın temel metinlerinin okunuşuyla ilgili değişiklik yapıldığında her şey rayına otururmuş gibi tartışılıyor; ama öyle mi? “Tarihselci” denen ilahiyatçı entelektüellerin önerdiği gibi ayetleri yaşanan zamanın koşullarına göre yorumlamak ya da hemen her konuda sözde iddiasız ama konuşkan bir uzman portresi çizen Caner Taslaman’ın yaptığı gibi Kur’an’da evrim teorisinin temeli olduğunu savunmak bir işe yarar mı? İhsan Eliaçık’ın ayetlerden sosyalist analizlere varma çabası boşuna mı?

Google Haberlere Abone ol

Selçuk Orhan

İslam’da güncelleme konusunda tartışmaları okuyunca açıkçası yine lafın evelenip gevelendiği kanısına kapıldım. Güncelleme sözcüğü dilimize yakın bir tarihte kazandırıldı. Yazılım jargonuna ait; aslında bir bilgisayar programının ya da telefon uygulamasının yeni versiyonunun yüklenmesi anlamına geliyor. Haliyle ister istemez hem modernleşme hem de ciddi anlamda bir versiyon yeniliği getirilmesi anlaşılıyor. Güncellemeyi geciktirirseniz yazılımınız çökebilir, hatalara ve saldırılara açık hale gelir.

Mücahit Bilici’nin, Ruşen Çakır’a verdiği söyleşiyi gözden geçirdikten ve Gülgün Türkoğlu’nun değerlendirmesini okuduktan sonra Bilici’nin birçok konuda haklı olduğunu ama Türkiye’nin meselesinin bu yönde İslâm’ın güncellenmesi olmadığını düşündüm. Gülgün Türkoğlu ise “Yahudilikte reformist anlayış, Hristiyanlığa geçişi getirecektir; Hristiyanlıkta reform ise İslâm’ı” diyecek kadar meseleye yabancı.

İslam’ın bir literatür taramasıyla, yeniden okumayla ya da tartışmalarla güncellemesi bana pek gerçekçi görünmüyor. İslam’ın düşünce açısından örneğin tasavvuf literatüründeki yansımaları da bir çıkış değil; yani birey olarak bir kişinin inancını Mevlâna ya da Niyazi-i Mısrî üstünden ifade etmesi hiçbir şeyi çözmüyor. Dinin, bireyin özel alanına bırakılması ve toplumun dini bu yönüyle, yani herkesin özgür inanç meselesi olarak kabul etmesi, ideal olduğunu düşündüğüm ama yakın zamanda gerçekleşeceğine pek inanmadığım bir şey. Çözüm İslam’ın yazılı kaynaklarında değil.

 İSLAM'IN KULLANMA KILAVUZUNU YENİDEN YAZMAK

Güncellenmesi gereken İslâm mı? Sanki İslam’ın temel metinlerinin okunuşuyla ilgili değişiklik yapıldığında her şey rayına otururmuş gibi tartışılıyor; ama öyle mi? “Tarihselci” denen ilahiyatçı entelektüellerin önerdiği gibi ayetleri yaşanan zamanın koşullarına göre yorumlamak ya da hemen her konuda sözde iddiasız ama konuşkan bir uzman portresi çizen Caner Taslaman’ın yaptığı gibi Kur’an’da evrim teorisinin temeli olduğunu savunmak bir işe yarar mı? İhsan Eliaçık’ın ayetlerden sosyalist analizlere varma çabası boşuna mı?

Kişisel görüşüm: İslam’ı ya da İslam’ın okunuşunu değiştirerek toplumu değiştiremeyiz; ama toplum değişirse İslam’ı da değiştirir. Toplum zaten değişiyor. O halde mesele değişen toplumun ideolojik mühendisliğinin nasıl ve hangi kaynaklardan sağlandığı, bunun nasıl anlaşılabileceği olmalı. Toplum mühendisliğinin yakın zamanın akademi dünyasında sevilen bir ifade olmadığını biliyorum; ama birileri bu mühendisliği – üstelik çocuk istismarı gibi ağır yan etkileri olmasına karşın – etkin biçimde gerçekleştiriyor.

TARİKAT YURTTAŞLARININ ÜLKESİ

Nurettin Yıldız sayesinde sosyal medya, Türkiye’de uzun yıllardan beri herkesin bildiği ama kimsenin görmediği bir gerçeği bir kere daha gözler önüne serdi: Tarikat ya da cemaatler, yani çoğunlukla bu adlarla andığımız oluşumlar, çocukların / gençlerin eğitimlerinde ve kişiliklerinin oluşumunda son derece etkin rol oynuyor. Öğrenci yurtları, izinli/izinsiz Kur’an kursları, vakıflar, özel eğitim kurumları, “medrese” tipi yapılanmalar yoluyla neredeyse her mahalleye – en çok da toplumun gelir açısından tabanını oluşturan insanların yaşadığı semtlere - yerleşmiş durumdalar. Bu konuda bir çalışma yapılıp yapılmadığını bilmiyorum. Bunlar kaç tanedir, nasıl örgütlenmişlerdir, ne kadar öğrenci bu yapılarla ilişkilidir? Yapılması da çok kolay görünmüyor, ancak sadece İstanbul’da Ümraniye’de birkaç saat dolaşarak bu oluşumların market zincirleri ya da oto galerileri kadar yaygın olduğunu gözlemleyebilirsiniz.

Tarikatların para kaynakları da bulanık: Öğrenci velilerinden – en azından bir kısmından - okul, yurt ya da kurs ücretleri toplanır. Burs ya da bağışlarla dönen ayrı bir ekosistemin daha olduğu herkesin malumu. Bunlar dışında her tarikatın kendi mensuplarına satmak üzere yayınladığı kitaplar, dergiler, gazeteler, ses kayıtları (geçmişte vaaz kasetleri gibi) olduğunu görebiliyoruz. Yetinmeyenler peygamber sakalından cennete götüren terliğe kadar yaratıcı bir ürün çeşitliliği ortaya koyuyor. Geçmişte el altından yürüyen bu ekonomi radyo-televizyon reklamlarına kadar ortaya döküldü. Bir tarikatın mensubu olmak, aynı zamanda bir dayanışma ağının parçası olmak anlamına geliyor; dolayısıyla ticaretle uğraşan birisinin bağlı olduğu tarikatla kazan-kazan ilişkisi kurması da şaşırtıcı değil. Elbette siyasetle ilişkileri ölçüsünde tarikatlar devlet tarafından da fonlanma şansına kavuşuyor.

TOPLAMA KAMPLARI YA DA BİR ÇOCUKLUK HATIRASI

Bugünün tarikat yurtlarında en azından bazı düzelmeler olduğunu umuyorum; çünkü geçmişte tanık olduğum ya da işittiğim, bu yurtlarda kalan çocukların ya da gençlerin berbat koşullarda barındırıldığı oldu. Zamanında bu yurtlardan birinde kalmış bir arkadaşımdan dinlediğim gerçek bir hikâye: İlkokulu bitirdiği yaz ailesinin kararıyla böyle bir “yatılı Kur’an kursu”na kaydediliyor. Şalvarlar, sarıklar giyiliyor. Sabah namazında kalkılıyor, yatsıdan sonra geç saatlere kadar aralıksız sohbet ve dersler oluyor. Teneffüs yapmalarına, çıkıp hava almalarına bile izin verilmiyor. Dayak, hatta falaka cezası var. Beslenme koşulları da rezalet. Tarikat yurdu bağışları adak kurban, yani “canlı koyun” olarak aldığı için 10-11 yaşındaki çocuklar kelle-paça çorbasıyla kahvaltı ediyor. Çünkü bu yapılarda ekonomi aslında insan yaşamının önünde gelir. Geçen yıllar içinde bu yurtlarda düzelme olmuş mudur? Daha birkaç yıl önce Aladağ’daki yurtta gerçekleşen yangın ve sonuçlarını hatırlayınca kendi adıma böyle bir düzelmeyi pek olası görmüyorum. Bu yurtlar için çocuk, öğrenci olduğu kadar mahpustur. Özellikle ergenliğe yaklaşmış çocuklar yoldan çıkmanın eşiğinde oldukları için bu toplama kamplarında terbiye edilir.

RİYÂKARLIĞIN ÜSTATLARI

Tarikat yurtları İslamcılığın en riyâkar yanlarından biridir. İslamcı bir entelektüel, köy enstitülerinin jakobenizmle, tepeden inmecilikle, tek particilikle ilişkisini ballandıra ballandıra anlatır; bu konuda çok şey öğrenmiştir. Halbuki bu yurtlarda yaşanan büyük istismara şöyle bir dönüp bakmaz bile. Tam tersine bir “Hoca” çıkıp gebe kadınların estetik nedenlerle sokağa çıkmaması gerektiğini söylediğinde onun savunmasına bile geçebilir. İnsan şunu düşünmeden edemiyor: Belki de bu insanlar için din, özünde bir riyâkarlık disiplininden başka şey değildir.

GÜNCELLENEN GERİCİLİK

Tarikatların, mensupları ve öğrencileriyle kurduğu iletişimin içeriğine bakarak bunların son derece gerici yapılar olduğunu, modern dünyanın koşullarında yaşayamayacaklarını, sadece cehaletten beslendiklerini varsayabilirsiniz. Halbuki FETÖ deneyimi bize durumun öyle olmadığını kesin biçimde göstermiş olmalı: Birçok tarikat, kendi idelojik sistemiyle yoğurduğu öğrencilerinin – elbette içlerinde bir seçme yaparak – mesleki ya da akademik açıdan kariyer yapmasını destekliyor. En azından son çeyrek asırda tarikatlar bu tür bir yenilenmenin büyük yararları olabileceğini gördü. Sultanbeyli’de “Bilmemneağacılar”ın olduğunu herkesin bildiği bir öğrenci yurdunun önünden geçerken şalvarlı sarıklı adamlara rastlarsınız; ama o yurttan çıkan öğrencilerin hepsi o kalıba girmez. Söz konusu olan cehalet değil, toplumun ekonomik olarak alt kesimlerindeki insanların dayanışma ihtiyacı ve belki de çocuklarına dikey mobilizasyon kazandırma arayışıdır. Osmanlı döneminde sosyal devletin boş bıraktığı alanları görece bağımsız hareket eden vakıflar dolduruyordu; şimdi, aynı boşluğun en büyük talibi tarikatlar.

Tarikatlar demokratik değil, otokratik yapılardır. Kimse seçimle şeyh olmaz. Bu tür yapılar, sadakate ve liyakata önem vermediğinde hızlı biçimde çözülebilir. Bu yapıların içinde eleştirinin imkânı yoktur. Yani örneğin Yıldız’ın hitap ettiği cemaat içinde muhtemelen hiç kimse tutup da “Hocam yanlış söylüyorsunuz.” demez bunu ima bile edemez. Yıldız’la ilgili bir memnuniyetsizlik oluşursa tasfiyenin yapının önde gelenleri arasında işletilen bir mekanizması vardır. Tarikat içinde iletişim büyük ölçüde adı “sohbet” olan ama özünde bir kişinin diğerlerine vaaz etmesi formunda söyleşilerle gerçekleştiği için “Hoca”lar itiraz edilmemesini kanıksamıştır. Bu sohbetlerde “Hoca”lık etmenin zaman içinde insanın egosunu ne kadar şişirebildiğine inanamazsınız; dolayısıyla kimilerinin cennet vaat edecek kadar ileri gitmesini böyle görmek gerekir. O nedenle sosyal medyada paylaşıldığında skandal olarak görülebilecek şeyleri söylemekten imtina etmezler. Hiçbir itiraz ya da eleştiriyle karşılaşmadan konuşan kişinin bir süre sonra “ağzından çıkanı kulağının duymama” hastalığına yakalanması kaçınılmazdır. Haliyle bu yapının, “İslam’ı herkes anladığı gibi yaşasın” ya da “Kul ile Allah arasına girilmez” gibi beylik bir şiarı benimsemesi beklenemez.

PRIME-TIME'DA KARŞILIKSIZ FETVA VERMEK

Kısacası Türkiye’de tarikatlar, gerici oluşumların artıkları değil, aslında ideolojinin sermaye ve insan kaynağına dönüştürüldüğü, üstelik kendini yenileme becerisine sahip makinelerdir. “Bunun İslam’ın güncellenmesiyle ne ilgisi var?” diyen olur mu bilmiyorum; ama Türkiye’de İslam’ın ne olduğuna ilişkin bilgi artık büyük ölçüde bu yapılar tarafından belirleniyor. Bir tarikat mensubu, kendi hocasının beyanını Diyanet’in önünde tutar. Tarikatların toplum içinde bilgi aktarımı birebir ve çok daha etkindir; baskılandıklarında görünmez olurlar, ama baskı kalktığında yine çekirdek İslam anlayışının tohumlarını her yana saçarlar. Mahallede “mukabele” olduğunda mutlaka bu tarikatlardan birileri damlar. Akademik potansiyeli olan bir çocuğun ailesi yoksulsa bir tarikat elini uzatır. Ailesini ihmal eden, yoldan sapmış genç bir adamı sohbetlerle “adam etmeyi” önerirler. Bu mekanizmanın yararları olduğunu düşünebilirsiniz; hiçbir yarar sağlamasa yaşaması da mümkün olmazdı. Bu yararın karşılığını nasıl ödettiğine bakmak gerekir. Zaten zayıf ve kırılgan olan yenilikçi görüşler de bu salgına karşı koyamaz. Eğer televizyondaki tartışmalar yoluyla insanların İslam anlayışlarında bir değişim sağlanabilseydi, 80’ler ve 90’larda, yani her gün Yaşar Nuri Öztürk hatta Zekeriya Beyaz gibi isimlerin dayatıldığı yıllarda tarikatların gerilemiş olması beklenirdi; halbuki yaşanan tarih öyle söylemiyor.

Özellikle eğitim olanaklarına kısıtlı erişimi olan yoksul kesimlerde tarihselcilik tartışmasının bir etki bırakması çok zordur. İnsanlara okumadan inandıkları bir dinle ilgili yeni bir okuma önermek kendi içinde bir çelişki değil mi? Tarikatlar, mensuplarını “teslim” alır; karşılığında bir dayanışma ağı ve belki başka bazı avantajlar verir. Siyaset – hangi görüşten olursa olsun – bu yapılara boyun eğer; kısacası, bu tarikatların varlığı karşısında kararlı bir devlet bile “İslâm’ın güncellenmesi” denen ve tam olarak ne anlamamız gerektiğini bilemediğimiz dönüşümü başlatamayabilir. Birçok semtte insanlar ana okullarını bile hangi tarikata ait olduğunu araştırarak seçiyor; nasıl bir ideolojik işgal altında olduğumuzu daha iyi ne anlatabilir bilmiyorum.

BİLİNÇALTININ KARANLIK RENKLERİ

Şu da var: İslam literatürü sadece ayetlere bakıp, “Burada galiba evrimden söz ediyor…” diye yorumlanarak ya da “Hadisleri sallayabiliriz” denip geçilecek kadar basitleştirilemez. Aslında Mücahit Bilici de bunun farkında ve hocaların yadırganan açıklamalarının da bağlı oldukları gelenek açısından anlaşılabilir olduğunu eklemeden edemiyor. Üstelik İslam’ın toplum tarafından içselleştirilmiş yönünü de hafife alamayız. Örneğin kadınların deşarj olmak için biraz dövülebileceği yollu tuhaf ifade, toplumun kolektif erkeklik bilinçaltıyla da örtüşmüyor mu? Basitçe ifade etmek gerekirse, dışarıdan öyle söylemese de bunu işiten pek çok erkek hatta belki de kadın “Hoca doğru diyor.” diye içinden geçirmiştir. Bu içselleştirme ayrı renk ya da tonlarda sıkça karşımıza çıkar. Kâh “tecavüzcüler idam edilsin” denir, kâh “ömür boyu nafakaya hayır…” Ya da IŞİD’in katliamları karşısında “Gerçek İslam bu değil.” diyen bir kesimin, IŞİD Kürt gruplarla karşı karşıya geldiğinde tepkilerini değiştirmesi hatırlanabilir.

BUGÜN İSLAM İÇİN NE YAŞADIN?

Tarikatların İslam anlayışının çağın insanının ihtiyaçlarına karşılık vermediği, bunun da bir çözülme getireceği varsayılabilir mi? Öncelikle tarikatların İslam anlayışı dediğimiz, çoğunlukla “selefi” olarak bilinen, zaman zaman İslam’la ilgilenen entelektüellerin gülünç biçimde Ortodoks diye adlandırdığı, yenilenmeye büyük ölçüde kapalı Sünni anlayışı – elbette Türkiye’de uygulanışıyla – gözden geçirmekte yarar var. Sünni anlayışta sorun, dinin ne söylediğinden ve söylenenin nasıl anlaşılması gerektiğinden çok, inanan kişi olarak bireye bıraktığı yaşama alanıdır. İslam, bireylerin dini değildir; toplulukların (ya da cemaatlerin diyelim) dinidir. İslam’ın kuruluş yıllarındaki “kabile” hukukunun ruhu bugüne kadar taşınmıştır. Din, insanın varlığa ilişkin inancını değil burada dünyada nasıl yaşayacağını belirler: Evden hangi adımla çıkacağından, öldüğünde mirasının nasıl pay edileceğine, neyin yenip neyin içileceğine, eşler arasında tensel ilişkinin nasıl kurulacağına kadar her şeyi kapsar. Örneğin namazın günde beş vakit kılınması bile, birçok başka dinsel olguda keşişlere ya da din adamlarında görülecek düzeyde bir ibadet yoğunluğudur. Müslümanın dünyadaki varlığı askerin kışladaki varlığına benzer. İsmet Özel, birçok kesim tarafından tepkiyle karşılanan “Nöbette uyuyan askerin vurulacağı bir Türkiye” hayalini ifade ederken öze ilişkin bir şeyi yakalamıştı. Yani İhsan Eliaçık’ın “ritüeldir” dediği ve ikinci sırada saydığı neredeyse her şey İslam’ın ta kendisi olarak bilinir ve yaşanır. Hatta bireyin nasıl inandığı önemini yitirir. Dinin hükümlerinde bir yenilenme olursa bile – ki çok uzak bir ihtimal – bireyin İslam’la ilişkisi köklü biçimde dönüştürülmeden bir yere varılacağını sanmıyorum. Tarikatlar, bu işleyişin en kitabına uygun biçiminde yaşandığı ortamlardır.

MÜRİTLERİNE YAKIN OL, DEVLETE DAHA YAKIN

En kötüsü de tarikatların neredeyse tamamıyla denetimden yoksun yer altı örgütleri gibi işlemesi. Ki bunun korkunç sonuçlarını 15 Temmuz’da yaşadık. Bu yönleriyle tarikatlar her türlü istihbarat örgütünün ya da güç odağının kanalı olmaya elverişlidir. Bunun tam tersi de doğrudur. Bugün devlet tarikatlar üstünde tam tahakküm kurduğunu, siyaset de onlardan yararlandığını düşünebilir. Ancak bu yapılar, hayatta kalmaya, yani kriz anında kendilerini yeniden konumlamaya ayarlıdır. Partiler gelir geçer, başkanlar değişir, bakanlar akar gider, tarikatlar kalır. Tarikatlar, dışa kapalıdır; içlerinde bile istihbarat akışı kademeli ve titizce yürütülür. Devlet, istihbaratını bu yapıların içine yerleştirdiğini düşünürken bir anda istihbaratın içine tarikatların sızdığı gerçeğiyle karşılaşabilir. İhtimallerden söz eder gibi yazıyorum ama bunların hepsinin yakın zamanda birebir yaşandığını görmedik mi?

ERKEKLİĞİN DİBİNİ SIYIRMAK

Yine de İslam’da bir reform, ya da şöyle diyelim insanların İslam’ı anlamasında ve yaşamasında köklü bir değişiklik, olacaksa bunun tek imkânı var: Kadınlar. Özellikle tarikatlar, her şeyiyle erkek yapılardır. Erkekler karar alır, erkekler yetiştirilir ve erkeklere konuşulur. Kadınlarla ilgili ölçüsüz ifadelerin kullanılması bu erkekliğin pekiştirilmesinin dışavurumudur. Dışarıdan görülenin aksine erkeklerin İslam’a aykırı sayılabilecek birçok kusuru görmezden gelinir; söz gelimi tarikat içinde eşcinsel ilişkiler örtbas edilir. Cenabet namaza duranların sayısı hiç de az değildir. Sosyal yaşamlarındaki savrulmalar – tarikatla ilişkinin verimine göre elbette – hoş görülür. Aile içi taciz ya da tecavüz olaylarının üstü kapanır; hatta bunun ailenin devamı için hayırlı bir iş olması kabulüyle yapıldığını belirtmek gerek. Tarikatların kendi doğrularını yaşattığı bir rehabilitasyon süreci vardır. Tarikata katkı sağlayabildiği sürece bir erkeğin konumunu kaybetmesi imkansıza yakındır.

Tarikatlar sivil toplum kuruluşu mudur? Bir tarikat, hayatta kalmak, sorgulanmaktan azâde olmak ve denetimden kaçmak her türlü fırsatı kullanır. Dolayısıyla, “sivil toplum” kavramını da bu anlamda istismar etmesi ve yeri geldiğinde tartışmalara bağımsız sivil toplum kuruluşları oldukları savunmasıyla dahil olması mümkündür. Ancak kendi içinde demokratik karar alma mekanizmalarını işletmeyen, çocukların hatta yetişkin insanların bir çeşit pasif zorlamayla tutulduğu yapıların “sivil toplum” kavramıyla açıklanmasını hiçbir yere koyamıyorum.

ÖNCE KADINLAR VE ÇOCUKLAR BİZİ KURTARACAK

Bu yapılar için kâbus, olsa olsa kadınların kendi hayatlarıyla ilgili daha çok inisiyatif kullanmasının sağlanması olabilir. Kadının çalışma hayatına girmesi, boşanma, kürtaj, aile içi tacizin ciddi biçimde ele alınması, kadın-erkek ilişkilerinin açıklıkla tartışılması… Bütün bunlara karşı tarikatların eli boştur. Muhtemelen küçük yaşlardan başlayarak kabullendikleri hatta içselleştirip savundukları bir çaresizlik hali içindeki bu kadınlara erişmek, bunlara seslenebilmek mümkün olabilir mi? Açıkçası bilmiyorum. Zamanında bu konuda Yıldız Ramazanoğlu, Cihan Aktaş hatta Sibel Eraslan gibi kadın İslamcı entelektüellerin bir imkân açabileceğini umut etmiştim; belki denediler ama bu ihtimalin artık son derece iyimser hatta çocukça olduğunu görüyorum. Yine de İslam’ın güncellenmesi konusunun Türkiye’de kadın ve çocuk istismarından ayrı düşünülebileceğini sanmıyorum. Diyanet’in bu süreçte cidden etkin bir rol oynamaya niyeti varsa, makaleler yayınlayıp sempozyumlar düzenlemekten öte gerekirse hane hane bu yapıların üstüne gidip neler yaşandığını ortaya çıkarması ve devletin diğer aygıtlarını önlem almaya yönlendirmesi gerekmektedir. Mesele İslam’ın nasıl anlaşılacağı değil, devletin ülkenin çocuklarına sahip çıkma iradesinin olup olmadığıdır.