'Üst akıl' korkumuz ve 'piyon' olmanın dayanılmaz hafifliği

Özetle hayatımızı etkileyen “üst akıl” büyük ölçüde; akademi, medya, siyaset, polis ve iş dünyasından kimisini her gün görebildiğimiz insanlardan ibaret. Derin uykumuzun nedeni 4-5 yılda bir sandığa gidip kaderimizi “milli irade” ile çizdiğimize inanmak. Halbuki seçimler “üst akıl” tarafından belirlenmiş, onların çıkarlarına ters düşmeyecek kişiler arasında tercihte bulunmaktan ibaret; buna birilerinin “demokrasiyi yönetmesi” deniyor.

Google Haberlere Abone ol

Mustafa Murat Kubilay

“Dünyayı gizli bir üst akıl yönetiyor.” sözlerini herkes mutlaka duymuştur. Söz doğru ancak “üst akıl” tanımının içini doldurmadığımızda kendimizi komplo teorilerinin içinde kaybolmuş halde buluyoruz. Ritüeller, maskeler ve gizli toplantılar hayal ediyoruz; istihbarat örgütlerinin birkaç tuşa basıp dünyayı şekillendirdiğine inanıyoruz; ya da sayılı zengin Yahudi ailenin her şeyin arkasında olduğuna kanaat getiriyoruz. Hepsinin elbette biraz doğruluk payı var, fakat işin büyük kısmı çok daha basit. “Üst akıl”; ekseriyetle akademi, medya, polis, siyaset ve iş dünyasındaki kimisiyle günlük hayatta dahi karşılaşabileceğimiz birçok kişinin çıkar ortaklığından ibaret.

Bu yazıyı hazırlamaktaki başlangıç noktam Owen Jones’un “The Establishment” isimli kitabı. Britanya için yazılmış olan kitabı, benzer bir yöntemle bu yazıda Türkiye’ye uyarlamaya çalıştım. Britanya’daki mirasa dayalı kapitalizm (patrimonial capitalism) sistemi yerine, Türkiye’deki yandaş kapitalizmi (crony capitalizm) sistemini işletip iki ülke arasındaki farklılıkları giderdiğimde, Jones ile benzer sonuçlara vardım. Yazıdaki ana amacım; baş edemeyeceğimiz zor düşmanlar yanılgısına kapılıp piyonluğumuzu kabullenmek yerine, sırtımızda taşıdığımız kişilerin mağlup edilebilir olduğunu ve bizleri derin uyku halinde tutmayı nasıl başardıklarını göstermek. Bu yazının devamını okumaya üşenecekler için de bir önerim var: 9,3 IMDB puanı olan “The Wire” isimli Amerikan yapımı diziyi 5 sezon izlemek!

Ana konuya geçmeden Batı’da ve Türkiye’de gücün derin devletten üst akla kaymaya başladığı süreci sıkıcı bir paragrafla da olsa hatırlamakta fayda var. 1970’ler hem dünyada hem de Türkiye’de “sosyal demokrat/ ulus devlet” uzlaşmasının hâlâ güçlü olduğu; ancak refah yaratmakta zorlandığı yıllardı. Bunu fırsat bilen öncü neo-liberaller 1929 Büyük Buhranı’ndan beri yüzüne bakılmayan liberal tezleri güncelleyerek yavaş yavaş dile getirmeye başladılar. Özelleştirme, kamu düzenlemelerinin gevşetilmesi ve sermayenin serbest hareketi durgun ekonomiler için temel çözüm önerileriydi. 1979’da Britanya’da Thatcher, 1981’de ABD’de Reagan’ın hükümete gelmesiyle birlikte neo-liberal ideoloji ilk zaferlerini kazandı. 24 Ocak 1980 tarihli Demirel hükümetinin iktisadi kararları ve ABD destekli 12 Eylül 1980 darbesi sonucunda neo-liberalizm Türkiye için de geçerli olan tek ideoloji haline geldi. “Neo-liberalizm/ küreselleşme” görüşünü hayatlarımıza taşıma görevi önce Özal’a sonra da Erdoğan’a düştü.

.

Özal; iktidar olmak ve muktedir olmak arasındaki farkın en büyük olduğu dönemde başbakan oldu. Özelleştirme, özel üniversite, özel televizyon, ihracata dayalı büyüme ve taşeronluk gibi kavramlardan kamuoyu bihaberdi. Yeni politikalar önce akademide yer almalı; fikri üstünlük liberal görüşün olmalıydı. Bu görev o döneme kadar geri planda kalmış olan liberal görüşteki akademisyenlere (The Outriders) düşüyordu. Hayat standardının düşük olduğu ve hak ettikleri ücreti alamadıkları devlet üniversiteleri yerine özel üniversitelerde çalışmak ya da kamu bürokrasisinde müşavirlik yerine patronlarca fonlanan düşünce kuruluşlarında yer almak çok daha cazipti. Batı’da oturmuş olan demokrasi, insan hakları ve laiklik kavramlarının arasına özelleştirme, serbestleşme, küreselleşme gibi iktisat politikalarını da karıştırıp sunmak; bu cazip teklifin tek bedeliydi. Yapılan itirazlara karşı ortak yanıtlarıysa: “Türkiye dünyayı yakalamalı” sloganıydı.

Akademik çevrelerdeki sosyalist hakimiyet kırılmış, sıra halkı doğrudan ikna etmeye gelmişti. Gittikçe her eve yayılan televizyon ideal araçtı ve 1990 yılında Star TV’nin ilk özel kanal (Mediaocracy) olarak yayın hayatına başlamasıyla birlikte propagandanın önü açılmıştı. Holding patronlarının sırasıyla kurdukları Show TV, Kanal D ve ATV ile farklı kollardan benzer propaganda yapılıyor: “Türkiye dünyayı yakalamalı” telkininde bulunuluyordu. Zaman içerisinde haber içerikleri de tamamen değişti. Bugün bültenlerde ramazan ve kurban bayramlarında trafik kazası sonucu ölenlere (2017 yılı için sırasıyla 69 ve 122 kişi) uzun uzun yer verilirken; iş kazaları sonucu ölenler (2017 yılı ilk 6 ayı için 906 kişi) hızlıca atlanmakta. Sol politikalara ise hiç tahammül yok; sosyal devlet veya sosyal adaletten bahsetmek, çağın gerisinde kalmak suçlamasıyla hemen karşılık buluyor. Yazılı basında da köklü değişiklikler yaşandı. Araştırmacı gazetecilik geri planda bırakılıp; magazin ve spor ön plana alındı. Haberleriyle bir zamanlar yolsuzluk içindeki hükümetleri dahi çökertebilen araştırmacı gazetecilik; 2000’li yıllarda ana akım medyada yalnızca küçük işletmelerin mutfak denetimlerini yazabilir seviyeye indirgendi. Siyaset, ekonomi ya da tüm toplumsal olaylarda kanaat önderleri magazinciler oldu; kısacası Ahmet Şık dönemi bitti, İzzet Çapa dönemi başladı.

.

Hiç şaşırmamak lazım ki siyasetçiler (The Westminster Cartel) de bu düzenin tam ortasında yer alıyorlar. Fakat yöntemleri ülkelerin gelişmişlik düzeyi ile doğrudan bağlantılı. Zimbabwe gibi bir ülkede siyasetçiler devlet hazinesini doğrudan rahatça soyabilirler. Denetim ve adalet sisteminin oturduğu Batı ülkelerindeyse biraz daha sabırlı olmaları gerekir. Örneğin milletvekilleri özel sektörün talep ettiği düzenlemelere desteklerinin karşılığı olarak, görev sürelerinin bitiminde bu şirketlere danışman olarak atanıp ücretlerini tahsil ederler. Bugüne kadar olan en uç örnek: Almanya eski Başbakanı Schröder’in Rus doğalgaz şirketi Gazprom’a danışman olarak atanması. Türkiye ise Zimbabwe ve Almanya’nın arasında siyasetçilerin doğrudan çalamadığı ancak nemalarını almak için de beklemek zorunda kalmadıkları bir konumda. Bu tip siyasetçiler ilk olarak üretim ekonomisi yerine sürekli rant ekonomisini pohpohlarlar. Hizmet ya da imalat üretimi yerine; Türkiye’nin doğal güzellikleri, önemli yolların kavşağı olduğu vurgusunda bulunup; taşı toprağının altın olduğunu belirtirler. İkinci aşama ise plansız ve mümkünse lüks konutlar için olan imar izinlerine destek olmaktır; ancak bunu kamuoyuna “vatandaş konut sahibi oluyor veya inşaat sektöründen binlerce kişi ekmek yiyor” mazeretleri ile savunurlar. Son aşama rantı bölüşmektir; neredeyse tüm belediye meclis üyeleri müteahhit, taşeron ya da inşaat malzemesi tedarikçisi olarak bir ahtapot gibi inşaat sürecinin her aşamasından nemalarını kazanırlar. Tabii milletvekillerini de unutmamak lazım. Onlar için de mega projeler ve duble yollar icat edilmiştir. Yol güzergahı ve kamulaştırma bedeli onların yaptığı anlaşmalar sonucunda belirlenmektedir. Kısacası genelden yerele partiler üstü biçimde tüm siyaset rant ekonomisinin etrafını sarmıştır.

Üstümüzdeki yapının bir diğer parçası ise polis teşkilatı (The Boys in Blue). Hulusi Kentmen’in filmlerdeki babacan görünümü ya da Behzat Ç’nin tatlı-sert mizacı ile bize sunulan asayiş amaçlı kurulmuş bir polis teşkilatı maalesef artık yok. Yerine hükümetin kolluk gücü haline getirilmiş, terörle mücadele ve milli güvenlik gibi bahanelerle sayısı ve teçhizatı sürekli artırılan robocop görünümlü çevik kuvvet var. Neo-liberal uzlaşı ve bugünkü temsilcisi olan hükümete karşı her gösteriye en sert biçimde müdahale ederek asayiş yerine toplum polisliği vazifesini yapıyor. 1980 öncesinde haklarını aramak için grev dahi yapan polis teşkilatından; tüm grev, protesto ve direnişleri kıracak bir polis teşkilatı oluşturuldu. Kanuna aykırı emirlere iştirak etmeleri için; özlük hakları görece yukarıda tutulmakta ve işledikleri suçlar hükümetçe göz ardı edilmekte.

.

Üst aklın en önemli parçası ise 1980 sonrası süreçten en fazla nemalanmış grup olan iş adamları (Tycoons). Kamudaki verimsiz sektörler “Devlet küçülmeli, çorap mı üretsin?” sloganıyla sürekli gündeme getirilip özel sektörün yer almadığı eğitim ve sağlık sektörlerinin serbestleştirilmesi telkin edilir; çünkü “Türkiye dünyayı yakalamalı!”. SSK hastanelerinin durumu, ilaç almanın zorlukları, acil servislerdeki dramlar iş forumlarında sürekli dile getirilir. Sonunda kamunun özel sektöre milyonlarca lira ödeyeceği şehir hastaneleri sistemi ortaya çıkar. Hemen özetleyelim. Özel sektör, şehir hastaneleri inşaatı yapacak ve kredisini ya kamu bankalarından ya da hazine garantili şekilde özel ve yabancı bankalardan rahatça alacaktır. İnşa ettiği hastaneyi kira garantisi olan devlete kiralayacak, üstüne yan gelir kalemleri olan kafeterya, otopark ya da görüntüleme sistemlerinin de işletmesini yapacaktır. Devlet güya sağlık sektöründen çekilmiştir: personeline ücret ödemeye ve vatandaşından tedavi ücreti tahsil etmeye devam edecektir. “Devlet küçülmeli” diyen iş dünyası ise devletin sırtına binmiştir.

Yalnızca sağlık sektörü mü, bir diğer hedef de eğitim sistemidir. Adaletsizliğe yol açtığı söylenen dershane sistemi dağıtılır; yerine yıllık ücreti 10 katına kadar çıkan kolej ve özel üniversite sistemi getirilir. Batı’daki vakıf okullarının başarıları örnek gösterilir ve slogan hep aynıdır: “Türkiye dünyayı yakalamalı”. Kamu bünyesindeki okullar düzenli itibarsızlaştırılır: “ODTÜ, İTÜ, Boğaziçi eskisi gibi değil!” sloganı tekrarlanır. Birçoğu ticarethane halinde, itibarsız özel okullar pohpohlanır; üstüne bir de bu okullara devlet maddi destekte bulunur. Geriye ellerindeki son kuruşu ya özel sektöre kaptırmış ya da çocuğunu ücretsiz alternatif olan imam-hatipler ve prestij kaybına uğratılmış devlet üniversitelerine bırakmış aileler kalır. Tüm bu sürecin savunması ise hep aynıdır: “Türkiye dünyayı yakalamalı!”. (İşsizliğe Sivri Zekâ Çözüm: Eğitim)

.

Sistemin son halkası ise finans sektörü. Türkiye’nin finansal gelişmişliğinin düşük olması Türk bankalarının (Masters of the Universe); ABD, Britanya veya İsviçre’deki gibi karmaşık yatırımlarla büyük paralar kazanmasına imkân tanımıyor. Ancak eski usul kredi kanalı ve devletin kredi garanti fonu ile bankalar her koşulda kârlılıklarını korumayı başarıyorlar. Hepsinden ötesi çağımızın afyonu olan kredilerle toplumun tüketime devam etmesi ve mümkün suret derin uykuda kalması sağlanıyor. Denetim şirketleri (Tax Dodgers) ise hesapları kontrol edecek bağımsız denetimden öte vergi danışmanlığına dönüşmüş halde. Hükümetin tüm vergi istisnası, muafiyeti ve indiriminden faydalanıp şirketlerin asgari vergi ödeyebilmeleri için her şey kılıfına uyduruluyor. Patronlarsa servetlerini Karayipler’deki vergi cennetlerinde tutup; vergi yükünden zaten çok uzaktalar. Ortada kalanlar devlet bütçesini gelir vergisiyle besleyen kamu-özel sektör memurları ile tüketim vergileriyle besleyen yurdum insanı (Beyaz Yaka’nın Derin Uykusu).

Özetle hayatımızı etkileyen “üst akıl” büyük ölçüde; akademi, medya, siyaset, polis ve iş dünyasından kimisini her gün görebildiğimiz insanlardan ibaret. Derin uykumuzun nedeni 4-5 yılda bir sandığa gidip kaderimizi “milli irade” ile çizdiğimize inanmak. Halbuki seçimler “üst akıl” tarafından belirlenmiş, onların çıkarlarına ters düşmeyecek kişiler arasında tercihte bulunmaktan ibaret; buna birilerinin “demokrasiyi yönetmesi” deniyor. İşlerin yolunda gitmediği dönemlerde kredi pompalaması ile tüketimimiz desteklenip uyku halimize devam ediyoruz. Zaten birçok şeyden haberimiz olmaması için medya yayınları da kurgulanmış durumda. Muhafazakâr toplum olmamız dinin de hâlâ afyon olarak kullanılmasına imkân veriyor. Arada olur da bu derin uykudan kalkar gibi olduğumuzda sosyal medya muhalefetliği ile enerjimizi atıyor uykumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Peki gerçekten “esrarengiz ve organize” bir üst akıl, hiç mi yok? Elbette var, ancak günlük hayatımızdaki olumsuz birçok şey “gözle görülebilen ve çıkar ortaklığına dayalı” üst akıl tarafından kontrol edilmekte. Bu nedenle aşamayacağımız düşmanlar yaratıp piyon olmanın dayanılmaz hafifliğinde kaybolmak yerine; dayanışmayla üstesinden gelebileceğimiz düşmana yönelip kendi kaderimizi çizmeliyiz.

Bu yazının devamı var ve bu sefer esrarengiz yapıyı da hesaba katacağız. Para, merkez bankası, ticari bankalar neden var ve son nokta: Bitcoin bunun neresinde?

Bu yazı ilk olarak rhetorica.blog'da yayınlanmıştır.

Yazının ikinci bölümü 17 Kasım Cuma günü yayınlanacak.