Toplumsallığın uykusu canavarlar yaratır

Devletin belli bir politik kimliği bütün imkanlarıyla bastırdığı ayrıca tartışılabilir ancak kamusal alanı devletin tariflediği alan olarak kabul edenlerin ve kendi kimliklerinin değerleriyle de burada temas imkanı arayanların bunda hiç mi kabahati yok? Kim bilir belki de zaten ortada bir kamusal alan bile yoktur ve Goya’nın 1790’daki çizimine düştüğü notta ifade ettiği gibi “aklın uykusu canavarlar yaratır.” Politik düzlemde tüm toplumun yoğun siyasal tacizlere maruz kaldığını ve canavarlar üreten şeyin “siyasal taciz” olduğunu söylemek gerek.

Google Haberlere Abone ol

Sezai Koyunbakan

Nuray Mert’in Cumhuriyet gazetesinde “işine son verilmesi” ile birlikte “evrim teorisi” de işin içine katılarak, toplumda kemikleşmeye yüz tutmuş siyasal çatışma hatlarının üzerinden bastıra bastıra yeniden geçildi. Çatışmanın öte yanında olan “yaradılışçılar” ve bu tarafında yer alan “evrimciler”e dair “değer yüklü” sıfatların dağıtımı yapıldı. Uzun süredir Barış İçin Akademisyenler'in işten atılmasını eleştirmek için seferber edilen “fikir özgürlüğü” hakkı veya kavramı çok nadir gündeme geldi; belli ki söz konusu kişilerin “politik kimliği” ise “fikir özgürlüğü” hak ve değer sıralamasında birazcık geriye kaydırılabilirdi. Zaten bu konu pek konuşulmadı, konuşulduğunda da “bu geç kalınmış bir adımdı; nihayet atıldı” dendi. Çaba daha çok “Evrim Teorisi”nin “bilimsel” olduğunu göstermeye vakfedildi; Bilim ve bilim felsefesi etrafında mekik dokunuldu. Nuray Mert gibileri Evrim Teorisi'nin bilimsel olduğuna ikna edilmeye çalışıldı.

Adnan Ekşigil’in 15 Ağustos'ta Birikim dergisinin web sayfasında yayınlanan “Nuray Mert: Saflardaki Çatlak Ses” yazısı da bu konuyu tartışıyor. Yazı elbet de son derece sağduyulu bir yazı ve Cumhuriyet’in Nuray Mert’i işinden etmesini eleştiriyor ancak ben yine de oradaki birkaç ifadede neredeyse genelleşmiş yaklaşımı görüyorum: “Bilindiği gibi, ‘sadece bir teoridir’ argümanı, Evrim Kuramı'yla baş edemeyen yaradılışçıların onu akıllarınca marjinalleştirmek için başvurduğu bir yoldur.  Dokunduğu her noktaya eleştirel bir gözle bakmayı şiar edinmiş biri olarak, Nuray Mert’in bu ucuz argümanı böylesine kolaylıkla benimsemiş olması tuhaf.” Kendisini hakikatin tarafında ve hakikatin sesi olarak konumlandıran ses konuşuyor Ekşigil’in cümlelerinde; Evrim Teorisi'ne en ufak bir fiske bile indirilemeyeceği iddiasında. Çünkü burada bir “hakikat söylemi” söz konusu; hakikat olarak doğa ve doğa yasası. Doğayı konuşan hakikat, Newton’un yer çekimini evrensel dil olan matematik ile ifade ettiğinden bu yandandır “doğa yasası”dır. Bizler de tek tek olup bitenleri bu doğa yasaları altında görebildiğimizde şeyleri gerçekliğinde kavramış oluyoruz. Bundan dolayı “Evrim Teorisi”, hakikati, yani günümüz Türkçesi ile “gerçek olan”ı konuşuyor. Gerçek olana, kim dokunabilir veya zarar verebilir ki? “Yaradılışçılara” biraz küçümseyici, biraz kendinden emin gülerek, “isterseniz inkar edin, gerçek kendini işletmektedir” diyebiliriz. Bu tavır içinde “yaradılışçılar”a kenara çekilmelerini söyledikten sonra, Nuray Mert’in bu kadar ciddi bir meselede bu kadar “ucuz argüman” ile fikir beyan etmesi Ekşigil’ce yadırganıyor: Nuray Mert açıkça, “bilim felsefesi”nin zorlu yolunda yürümeye davet ediliyor.

Bilim ve bilim felsefesinin içine doğru bizi çeken Ekşigil, bu tartışmaya katılan diğerlerinin neredeyse tamamı gibi mevzunun siyasal bir konumlanış olduğunu gözden uzaklaştırıyor. Oysa, “Evrim Teorisi” müfredattan çıkarıldıktan sonra ve toplumsal dolaşımı epey azaldıktan sonra, Evrim Teorisi'ne istediğimiz kadar “gerçek” diyelim; istediğimiz kadar ona en ufak bir fiske vurulamayacağını söyleyelim, bu durumda gerçeğin ne işimize yarayacağını Ekşigil’e sormak gerek.

Ama demek ki toplumsal düzlemde “Evrim Teorisi” böyle horlanırken susulmuyor; susulmaması ise “gerçek olan”ın dinsel alandaki gibi savunulması veya dile getirilmesi için peygamberlere ihtiyaç duymasından değil; gerçekten de her ne gerçek ise gerçek kendisini işletir ama toplumsal düzleme geldiğimizde bu böyle olmuyor. Toplumsal düzlemde olup bitenler bizi siyasal kimliğimizden dolayı konuşmaya zorluyor ve eğer kendimizi evrim üzerine konuşmak zorunda hissediyorsak, belli bir topluma dahil olduğumuzdan konuşmak zorunda kalıyoruz; diğer türlü bilim insanı, bilim felsefecisi veya siyaset felsefecisi olsaydık evrim etrafındaki tartışmalara dahil olmak için toplumda olup bitenleri beklememiz gerekmezdi. Eğer Evrim Teorisi üzerinden bu kadar basınç altında kalıyorsak, toplumsal düzlemin sorguya çektiği Evrim Teorisi değildir de daha çok kendi kimliğimiz ve bu kimliğin kendisini ne derece gerçekleştirebildiği, değerlerine ne kadar değebildiğidir. “Evrim Teorisi”ne gerçekten de politik kimliğinizin dışında bir varlık imkanı tanımış mısınızdır yoksa sadece politik çatışmalarda kendi kimliğinizi tahkim etmek üzere mi iş başına çağırmışsınızdır? Eğer Evrim Teorisi'ne varlık imkanı tanısaydık böylesine kolay saldırıya açık olmazdı; çünkü teorinin toplumsal düzlemde “gerçek”e dönüşmesi için yani kabul görüp vazgeçilemez olması için toplumsal düzlemde karşılaşılan sorunlarla baş etmemizde bize bir ufuk sağladığı; sorunlarımızı çözmemizi kolaylaştırdığının konuşulması gerekirdi. Evrim Teorisi'nin üzerine “devletin imkan ve araçlarıyla” gidildiği söylenecek; tamam da, toplumsalda bu teori zaten “devletin imkan ve araçlarıyla” görünürlük kazanmamış mıydı? Devletin belli bir politik kimliği bütün imkanlarıyla bastırdığı ayrıca tartışılabilir ancak kamusal alanı devletin tariflediği alan olarak kabul edenlerin ve kendi kimliklerinin değerleriyle de burada temas imkanı arayanların bunda hiç mi kabahati yok? Kim bilir belki de zaten ortada bir kamusal alan bile yoktur ve Goya’nın 1790’daki çizimine düştüğü notta ifade ettiği gibi “aklın uykusu canavarlar yaratır.” Politik düzlemde tüm toplumun yoğun siyasal tacizlere maruz kaldığını ve canavarlar üreten şeyin “siyasal taciz” olduğunu söylemek gerek ve eklemeliyiz ki bu siyasal taraflardan birinin “akıl”ı; “bilim”i ve hatta “gerçek”i kendi hanesine yazması kendisini kurtarmıyor.

Her siyasal bütünlük etnosantriktir. Coğrafyası, tarihi önemli olmadan etnosantriktir. Eski metinler, mitler, halklar temas etmedikleri mekanların ötesinde uzanan yerlerde sürekli cirit atan tuhaf yaratıklar hayal etmiştir; oradaki insanlar bile ya cücedirler ya da dev; ama kendilerine benzememektedirler. Bedenler içe içe geçmiştir, uçan akrepler, sürüngen atlar, sümüğümsü sıvılarla kaplı bedenler; iyi ve kötü birbirinden ayrıştırılıp bir kozmos kurulmadığından bütün şeyler canavarlık formunda açığa çıkmıştır. Sadece, şimdi burada yaşadıkları mekana tanrıların büyük lütfu temas etmiş hem kendilerini hem de göz bebeği vatanlarını yaratmışlardır. Siyasal konuşma tam da tanrıların dokunduğu ve sonrasını kendi hallerine bıraktığı “sınır”da meydana gelmektedir. O sınırda konuştukça söz ister içeriye ister dışarıya doğru yargı dile getirsin çift taraflıdır: dışarıyı olumsuzlarken içeriyi kutsamakta ve onaylamaktadır. Modernlikten sonra bütün insanların temas haline geçmesi ve gönülsüz olarak her ne kadar herkesin insanlığı garanti altına alınmış gibi görünse de canavarlığın kendisi daha çok doğadan çekilerek siyasal sınırları takip ederek yeniden yerleşmiş gibi görünüyor. Üstüne üstlük bu siyasal sınırların artık eski haliyle milletlerin dilleriyle, vatanların sınırlarıyla belirginleştiği de söylenemez. Örneğin bugünkü siyasal konumlanışımızda Türkiye’de canavarlık yoğun bir şekilde “cinsellik” etrafında kurgulanmaktadır. Taraflar açıkça birbirlerini güçlü bir sezgiyle “cinsel rejimleri” üzerinden mahkum etmektedir: Biri ötekini her türlü cinsel gaspın, tecavüzün ve cinsiyetlerin birbirini bastırmasının etrafında “kendini yeniden ürettiğini” söylerken bir ötekisi beridekinin cinsellik alanında herhangi bir yasa tanımadığı üzerinden düşünüyor. Sonuç olarak iki taraf da birbirinin canavarlığını, kendini yeniden üretimdeki “kir”den itibaren okuyor. Gayet yaratıcı ve sonuna kadar toplumsallığı kavrayan bir akıl iş başında. Bu canavarlar koca şehirlerde koyun koyuna yaşamakta, her birinin iğrenç yüzeyi ötekinin iğrenç yüzeyine sürtünmekte, patlayacak savaş tehdidi bir türlü dinmemektedir.

Ekşigil’in “yaradılışçılar” için kullandığı “akıllarınca” tabiri belli ki bir türlü ergin bir “akıl” olamayan ve bundan dolayı hızlıca da “canavar” tarafına kaydedilebilecek bir kesimdir. Elbet de Ekşigil sağduyusunu yitirmemekte ve “canavarlardan” bahsetmemektedir ama “canavarlığın” eli kulağındadır. Peki ama bizi böylesine yoğun siyasal bir konuma yerleşerek konuşmaya iten kimdir? Ve neden birden bire kendimizi evrim radikallerine dönmüş şekilde buluyoruz? Gerçekten de o derece “bilimci”miyiz? madem öyleyiz ve sadece kendimiz olarak konuşuyoruz, neden biz evrim radikallerinin ülkesinde evrimi baz alan bir canlıbilim dergisi yok? Hadi onu es geçelim, neden bu bilim sevdalılarının ülkesinde dişe dokunur, ciddiye alınır bir bilim dergisi yok? Hadi bilim diyelim ki pahalı; neden acaba siyaset felsefecisinin, siyaset bilimcisinin diline hortlamak üzere olan “canavarlık” imgeleri hakim? Acaba zaten Türkiye'de bütün siyasallıklar “iktidar” tarafından mı kışkırtılıyor? Öyle ya, hiçbir siyasal söylem sadece sınıra yerleşmez; kendi siyasal muhtevasını sınırda diri tutulan canlı kanlı zihinsel imgelerle yeniden üretemeyeceğini bilir ve kendi siyasallığını açacağı ve bu siyasallığı “olumlu” olarak ifade edeceği, ortaya koyacağı bir “kamusal düzlem” yaratır.

Kamusal düzlemin sadece devlet tarafından tahkim edilmiş, sınırları belirlenmiş, içindeki eylem potansiyelinin yasalarca işlenmiş mekanlar olduğu yolundaki düşünce elbet de siyasal örgütlenişimizin devlet oluşu tarafından çarpıtılmış bir fikirdir. Kamusal düzlem, önümüzde uzanan bütün toplumun kendisidir. İki insanın karşılaşabileceği tüm uzam kamusal alandır; kamusal alanda siyasal bünyeler kendisini ifade eder. Benzeşmeyen siyasal bünyelerin karşılaşmasında bile siyasallık kendisini ifade eder; siyasallık hızlıca ikna olduğumuz üzere bizim sembollerle yoğunlaştırılmış bir siyasallık söylemi içinde değil de bizim bile kendimizde ele geçiremeyeceğimiz genişlikte bir biçim almış ve tüm varoluşumuza doğru yayılmıştır. Öyle ki siyasal muhtevanızın açığa çıkması aklınızın sizin üzerinize çöküp dilsel ifadelerinizi yoğun kontrolden geçirmesine bile gerek yoktur; bu durumda zaten kendinizi bir açıklık olarak da kuramazsınız. İfadenin kendisi baştan itibaren siyasaldır ve “kontrol”ü, “denetlenmeyi” gerektirmez. Kendimize dair tetikte olmak, kendi siyasallığımızın geriletileceği, alt edileceği tehditinden kaynaklanır ve zaten bunun kendisi bizim ifade özgürlüğümüzün kısıtlanmasına gerek duymadan bizi düşünemeyeceğimiz kadar budar.

Bugün Türkiye’de de siyasal düzlemde olup biteni yeniden “ifade” üzerinden düşünebiliriz; dile getirilen ve üretilen siyasal söylemleri “ifade” üzerinden düşünebiliriz. Çünkü bir korku iklimine teslim olmuş gibi görünen toplumsal düzlem müthiş şekilde “denetleme-kontrol” mekanizmalarınca sürekli budanıyor. Ancak bu “denetleme-kontrol” genelde söylendiği gibi “oto kontrol” şeklinde gerçekleşmiyor da “aşırı siyasallık” şeklinde, her edimimizde ve her temasımızda “kimliğinizi söyletme” uğruna şeylerin gittikçe araçsallaştırılmasında, sadece imgemizin konuşulması dayatılıyor. Demek ki “sınır”a yerleşmişlik durumu hakim. Sanırım Spinoza şuna yakın bir şey söylemişti: “İktidar yönetebilmek için yönettiği insanlarda kederli duygular açığa çıkartır”. Yani “korku siyaseti”.

Bugün ülkenin genelinde “siyasal söylem” üreten her özne, ister iktidar tarafında ister muhalif olarak konumlanmış olsun “korku söylemi” dışında siyasal bir söylem üretemiyor gibi. En nihayetinde korku bizi henüz kaybetmediğimiz şeyleri kaybettiğimiz bir ana yerleştirir ve kendi şimdimizdeki somut varlığımızla bulduğumuz birçok imkana karşı körleşiriz; bundan böyle elimizden çok az şey geldiğini düşünürüz. Kaybedeceğimizi düşündüğümüz şeylerce diğer sahip olduklarımız “kolonize edilir” ve siyasal benliğimiz gittikçe tam da kaybedeceğimiz şeylere kendi tarafımızdan indirgenerek yaratılan korku tarafından ele geçirilip çatışmanın içine sürükleniriz. Bu, benliğimizin karşılaşmalar içinde kendisini “ferahça” ifade etmesini yitirmesi demektir. Bundan dolayı da siyaset bir “savaş konsepti” içinde algılanmakta ve tarafların kim olduğuna bakmadan diyebiliriz ki, Hobbes’un “devlet”i düşündüğü “savaş durumu” canlı tutularak herkes devleti canvarlarla baş etmek üzere iş başına çağırmaktadır.

“İfade”yi kamusal alanın yokluğu üzerinden değil de bir hak olarak “ifade özgürlüğü” üzerinden dile getiriyoruz. Bu bile sanki bizde özümüzce belirlenmiş bir varlığımızı düşündürtmektedir; bu sahip olduğumuz varlığın ifadesinin önünün açık olması gerektiğini vurguluyoruz. Böylece yeniden “kamusal alan”ın düşünülmesinin olanağını yitiriyoruz. “İfade” saklı ve korunan bir özün dışa vurumu olsa bile bu ancak karşılaşmalardaki temas ve ilişkilenme ile söz konusu olabilirdi. Kaldı ki “karşılaşma” ve “temas” kelimeleri yanlıştır; söz konusu olan “ilişkilenmek”tir. Bugün kendi potansiyelimizi açığa çıkartmak üzere vurgu yapılan “karşılaşma” kelimesi bile sizi kendiniz olarak düşündürtüyor; oysa karşılaşma gerçekleşmeden önce “ilişki” oradadır ve karşılaşmaya önceldir, karşılaşmayı zaten var olan ilişki kurmuştur. Kelimenin kökü il-mek’e kadar gidiyor; temel il-mektir. İfade, sizin ifadeniz olmaktan çok il-mek’in ifadesidir. “ifade özgürlüğü”nün adını doğru koymak lazım: “İlişkilenme özgürlüğü”. Ancak bu adlandırma bize yoğun olarak “kamusal alan”ı düşündürtebilir ve toplumsalı verili kabul eder.

Eğer siz kendinizden yana Nuray Mert ile ilişkilenmemişseniz; “yaratılışçılar” ile kendinizden dolayı ilişkilenmemişseniz; kendi somutluğunuz ve toplumsallığınız sizi onlara götürmemişse tam da iktidarın kışkırtma anında, tam da sadece siyasal olarak aklınızın size dair yarattığı imgeye değiyor diye ilişkileniyorsanız bir adım geri durun. Siyasal iktidarın tüm kışkırtmalarında gözüne kestirdiği bir “il-mekin” bağlarının çözülme isteğidir. Toplumsalı uykuya yatırmaktadır; toplumsallığın uykusu canavarlar yaratır.