YAZARLAR

Film bir ‘Ferrari’ değil

Michael Mann ciddi bir 'hatalı adımdan' sonra sinemasına döndüğünün sinyallerini veriyor. Ama "Ferrari" filminin, yönetmenin geçmişindeki "Heat", "Ali", "Collateral" gibi filmleriyle kıyaslayacak olursak eski formunu tamamen yakaladığını da söylemek bizce biraz abartılı olur!

Bizce en vasat filmlerinden biri olan "Hacker"ı sunduktan sonra 8 senelik bir 'sessizliğe' gömülen yönetmen Michael Mann, iddialı ama 'risksiz' bir filmle sinemaya ciddi anlamda bir dönüş yapıyor!

İddialı çünkü Ferrari gibi dünya çapında ünlü olmuş, günümüzdeki en lüks arabaların başında gelen bir markayı ve kurucusunu anlatmak hem görsel açıdan heyecan verici sekanslar içerme olanağını sunması hem de Mann’in (kurmaca olsun veya olmasın) ana karakterlerinin 'iç dünyalarını' tahlil etmekte uzman olması bakımından derinliği olan bir hikaye vaat ediyor! 2015 yılında çektiği "Hacker" ile adeta teknik beceri dışında 'teslim bayrağını' çeken yönetmenin tekrar eski formuna dönmesi için bu proje bizce bulunmaz bir fırsattı!

Risksiz hatta amiyane tabirle 'garantili' çünkü Hollywood sineması özellikle son 10 yıldır 'biopic' veya bu tarzda filmlere ciddi bir yatırım yapıyor ve çıkan sonuçlar sinematografik başarı açısından istikrarlı olmasa da gişe açısından tatminkar skorlar yakalıyor. Üstelik Michael Mann, bir diğer büyük yönetmen Ridley Scott gibi hırslı, (haklı) bir narsist bir duruş taşıyan ve adeta 'burnunun dikine giden' bir isim değil. Dolayısıyla sonucun "Gucci" gibi (bizce) bir fiyasko olması da ufak bir ihtimaldi.

Ortaya çıkan sonuç ise tabii ki ilginç ve merak uyandıran bir karakteri sunan, yarış sekansları açısından da göz dolduran ve yönetmenin kendi dokunuşlarını zaman zaman hissettiren ama başkarakterinin donukluğu ve senaryosunun 'hantallığı' yüzünden Mann’in en iyi filmleri arasında yer bulamayacak bir yapım!

Konuya bakacak olursak: 1957 yılında Enzo Ferrari ve kurucusu olduğu marka, dönemin diğer önemli araba markalarıyla bir rekabet halindedir. Bu rekabetin en kritik noktalarından biri bu arabaların katıldığı dünyaca ünlü yarışlardır. İflas riski taşıyan Enzo Ferrari, bir yandan yaklaşan Milli Miglia yarışını kazanacak bir ekip kurmaya başlar bir diğer yandan da karısı Laura ile sevgilisi Lina arasında paylaştırdığı özel hayatını dengelemeye çalışır.

BİR BIOPIC, AMA NEREYE KADAR?

Hatırlanacağı üzere 'biopic' filmler gerçekten yaşamış (veya hayatından esinlenilmiş) kişilerin hikayelerini anlatırken genelde değişik dönemlerini kullanırlar. Bunlar sırasıyla bu kişinin çocukluğu, ergenliği, yetişkinliği ve eğer söz konusu kişi herhangi bir sanat dalında dünyaca ünlüyse kariyerinin başlangıcı, yükselişi ve (eğer yaşanmışsa) düşüşü gibi değişik zaman dilimlerini kapsar. Bazen ise senaryo bütün hayata ihtiyaç duymaz ama yine de ana karakterin 15-20 yıllık, önemli bir hayat parçasıyla yetinir…

"Ferrari" dediğimiz gibi, 1957 yılında başlıyor ve çok kısa bir 'flashback' sekansı dışında o seneye bağlı kalıyor Belki jenerikteki yazılardan 'marka'nın’ 1947 yılında başla(tıl)dığını öğreniyoruz ama yönetmenin eğildiği dönem, Ferrari ve kurucusunun neredeyse zirvede olduğu veya en azından sektörün en önemli isimlerinden biri olduğu zaman dilimi oluyor. 

Ancak senaryo, bu bir senede 'sıkışmasına' sağlam bir dayanak noktası buluyor: Çünkü 1957 senesi, hem Ferrari’nin (özellikle yarışın kaybedilmesi durumunda) iflasına yol açabilecek hassas bir sene hem de Enzo’nun 'anlaşmalı evlilikle' bağlı olduğu karısı ile derin bir aşkla bağlı olduğu sevgilisi arasında kaldığı sancılı bir dönem…

Bu çift yönden akan hikaye aslında kıvrak bir montajla statik akabilecek bir anlatımı hızlandırıyor. Enzo’nun eşiyle (bazen absürde varan) 'silah çekmelere' kadar giden kavgaları, sürekli depresif ve karamsar eşi Laura’nın Enzo’yu diken üstünde tutması, tehdit ve baskı uygulaması, bir şekilde onu kendi ruh haline ortak etmek istemesi ile oluşan gerilim yaşanan kıyasıya araba yarışı sekanslarının atmosferiyle örtüşüyor.

DUYGUSUNU GİZLEYEN DEĞİL DUYGUSUZ BİR KARAKTER

Ancak bütün bu gerilimli ortam özellikle ilgi odağı Enzo’nun özel hayatına kaydığında gücünü kaybediyor. Enzo Ferrari gibi güçlü bir karakter, etrafındaki her şeye profesyonelce bakan, duygularıyla değil mantığıyla hareket eden, donuk ve soğuk bir adam gibi sunulabilir. Kaldı ki bazı sekanslarda örneğin yarışta bir pilotu ölümcül bir kaza geçirince Enzo’nun yedekte bekleyen pilota "Pazartesi ofisime gel!" demesi, onun duygusuz ve belli ölçülerde acımasız biri olduğunu gösteriyor. Ama bütün bunlara rağmen ana karakter umutsuzca kendini duygusuz değil duygularını içine atan biri olarak göstermeye çalışıyor. Çocuğuyla beraber Laura’yla evliliği de ölmüş olan Enzo, her şeye rağmen karısına değer veriyor (hatta bir ara ateşli bir şekilde sevişiyorlar), metresi Linda’ya derin bir aşkla bağlı olduğunu söylüyor ve kaybettiği oğlunun acısını hala içinde taşıyor.

Peki, o zaman karısıyla bağını koparmamasının nedeni mallarına ortak olması hatta mali işleri asıl olarak onun üstlenmesi mi? Madem sevgilisine derin bir aşkla bağlı niye ısrarla ondan olan gayrı meşru oğlunu nüfusuna geçirmiyor? İlk oğlunu kaybetmenin acısını asla unutamadıysa niye bunu çok kısa bir sekansta, mezarının başında görüyoruz?. Bu gibi sorular cevapsız kalıyor.

Bütün bu açıklanmayan kuşkular filmin senaryosunu daha da sorunlu bir hale getiriyor. İç dünyasını asla çözümleyemediğimiz Enzo’yu kendi haline bırakıp asıl dikkatimizi yarış sekanslarına çeviriyoruz. Yarış sekanslarında ise Michael Mann yönetmenlik dokunuşlarını hissettiriyor: Nadiren özel efektlere başvuran yönetmen, daha çok araç içi kameralarla veya hızlanma hissini yaratan 'travelling'lerle heyecanlı sekanslar yaratmayı başarıyor. Yaşanan kaza sahneleri de etkileyici olduğu kadar da vicdan titretici! Gerçekte de yaşanan ve birçok kişiyi feci bir şekilde hayattan koparan bu elim kaza hikayeye ciddi bir dram atmosferi katıyor.

LAURA, AÇIK ARA ÖNDE!

Oyunculuklar açısından bakacak olursak Gucci gibi moda sektöründe bir 'devi' oynadıktan sonra bu sefer araba dünyasında bir 'devi' oynayan Adam Driver karakterinin insani yönünü olabildiğince ön plana çıkarmaya çalışsa da değindiğimiz kısıtlamalardan dolayı biraz sönük bir portre çiziyor. Eşi Laura’yı oynayan Penelope Cruz ise çok kolay karikatüre dönüşebilecek bu depresif, bezgin, karamsar kadını büyük bir ustalıkla inandırıcı bir çerçeveye oturtuyor ve bizce filmin asıl yıldızı oluyor! Sevgilisi Lina’ya hayat veren Shailene Woodley ise sempatik ve doğal ama hafızalarımızda ciddi bir iz bırakmayacak bir performans sergiliyor.

Sonuçta Michael Mann ciddi bir 'hatalı adımdan'("Hacker") sonra sinemasına döndüğünün sinyallerini veriyor. Ama bu filminin yönetmenin geçmişindeki "Heat", "Ali", "Collateral" gibi filmleriyle kıyaslayacak olursak eski formunu tamamen yakaladığını da söylemek bizce biraz abartılı olur!


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .