Erken cumhuriyet (1923-1938) döneminde eski eserler, müzeler ve arkeoloji

Cumhuriyet döneminde yapılan kazılar Anadolu’yu bilim dünyasında ön plana çıkarmıştır. 1930’da Fransa’da 'Hitit ve Asiatik Araştırmalar Derneği' Atatürk’ün himayesi ile çalışmalarını sürdürmüştür.

Google Haberlere Abone ol

Nezih Başgelen*

Ülkemizde arkeolojinin bir bilim dalı olarak kurulup gelişmesinde, ilk ulusal kazıların başlatılıp sürdürülmesinde, müzelerimizin yurda yayılmasında Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün teşvik ve ilgisinin büyük payı vardır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Anadolu’da yeni müzeler açılırken Evkaf-ı İslamiyye Müzesi (Türk-İslam Eserleri Müzesi) gibi daha önce kurulmuş olanlar da geliştirilmiş, 5 Kasım 1922'de “Müzeler ve Asar-ı Atika Hakkında Talimat” genelgesiyle müze müdür ve memurlarının sorumlulukları belirtilmiş, arkeoloji, etnografya kapsamındaki eserlerin derlenmesi, envanterlenmesi ve yeni müzelerin kurulması istenmiştir. Böylece Cumhuriyet döneminde ulusal müzecilik hamlesi başlamış, kazı, araştırma ve sondaj hakkı Hars Müdürlüğüne verilmiştir. Bunun yanı sıra maarif sorunlarının incelenmesi için “Heyet-i İlmiye” kurulmuş ve bu kurul 15 Temmuz 1923'de gündemine aldığı kültürel konuların yanında Ankara’da milli bir müze ile etnografya müzesinin kurulmasını önermiştir. Bazı illerde “Müze-i Hümayun Şubeleri” adı verilen müze depoları oluşturularak Anadolu'nun kültürel varlıkları buralarda toplanmış, daha sonraları buraları da müzeye çevrilmiştir. 

MÜZELERİN HUKUKİ STATÜSÜ VE KOMİSERLER TALİMATNAMESİ

Müzelerin hukuki sorunları üzerinde de durulmuş, bunun için “Asar-ı Atika Encümeninin Teşkilat ve Vazifelerine Dair Kararname” (1924); “Kıymetli Eserlerin Harice İhracının Menine Dair Kararname” (1925), “Müze ve Rasathane Kanunu” (1934), “Antikacıların Tabi Olacağı Şartlara Dair Tamim” (1928), “Abidelerin Tesciline Dair Tamim” (1931), “Eski Eserlerin Muhafaza ve Belediye Hususi İdarelerce Asarı Atika İçin Muallimlere Düşen Vazife Hakkında Tamim” (1934), Höyüklerde Bulunan Çanak Çömlekler Hakkında Tamim (1934) yürürlüğe konmuştur.

Bu kararname ve tamimlerin yanı sıra Türkiye’de arkeolojik araştırma ve kazı yapmak isteyen yabancılarla ilgili olarak, daha önce bu konuda yapılan yanlışların yinelenmemesi için “Komiserler Talimatnamesi” ile “Asar-ı Atika Arayanlara Verilen Ruhsatname Esasları” da yürürlüğe konularak, Cumhuriyet'in ilk yıllarında Türkiye’nin kültür mirasının korunması denetim altına alınmıştır. Bu bağlamda, yabancı arkeologların yaptıkları kazılarda kazı komiserleri görevlendirilmiştir. 

Bakanlar kurulunun 1 Nisan 1924 günlü kararıyla Topkapı Sarayı’nın da müze olması uygun görülmüş, Atatürk çalışmalarla yakından ilgilenmiş, zaman zaman saraya gelerek Müze Müdürü Tahsin Öz’den bilgi almıştır. Bu arada Ankara Arkeoloji (1921), Antalya (1922), Sivas (1923), Efes (1924), Adana (1924), Edirne (1925), Tokat (1926), Amasya (1926), Ankara Etnografya (1928), Bursa (1929), Afyon (1933), Bergama (1933), Sinop (1932), Diyarbakır (1934), Tire (1935) ve Çanakkale (1936) müzeleri açılmıştır. Ayasofya da Vekiller Heyetinin 24 Kasım 1934 günlü kararıyla Türk müzeleri arasına katılmıştır.

ATATÜRK'ÜN MÜZE HASSASİYETİ

Atatürk’ün cumhuriyetin ilk yıllarında kurulmasını çok istediği müzelerin başında Ankara Etnografya Müzesi gelmiştir. Milli Mücadelenin sürdüğü yıllarda kurulacak bir milli bir müzenin topluma kültürel ve tarih yönünden büyük katkısı olacağını düşünmüştür. Ankara’ya egemen bir tepede, Namazgâh denilen yerdeki vakıf alanında planlarını Arif Hikmet Koyunoğlu’nun çizdiği müzenin yapımına 25 Eylül 1925’de başlanmış ve 1928 de Etnografya Müzesi açılmıştır. Atatürk Konya’daki Mevlâna Dergâhının ve türbesinin de kapatılmamasını ve müze olarak düzenlenmesini ve Mevlâna Müzesi 1927 yılında ziyarete açılmasını sağlamıştır.

1930 Mart’ında Aspendos Tiyatrosu’nu gezerken söylediği “Tarihi eserleri yaşatabilmek için, bu eserlere maksatları istikametinde hayatiyet kazandırmalıyız” sözünü bugün bile tam yerine getiremediğimizi söyleyebiliriz. Ankara Haymana yakınlarında Gavurkale’deki kazının, onun isteği üzerine 1930’da H.H von der Osten tarafından yapıldığı bilinmektedir.

CUMHURİYET DÖNEMİ İLK ARKEOLOJİ KAZISI: ANKARA TÜMÜLÜSLERİ 

Cumhuriyet döneminin ilk arkeoloji kazısında 1925 yılı yazında Ankara tren garının arka kesimindeki iki tümülüs araştırılmıştır. İstanbul Arkeoloji Müzeleri (Müze-i Hümayun) uzmanı Theodor Makridi Bey tarafından yapılan bu kazıya Gazi Mustafa Kemal gelerek incelemelerde bulunmuş ve ilgililerden bilgi almıştır (Hâkimiyeti Milliye Gazetesi 11.8.1925). Atatürk Ankara’ya 18 km uzaklıktaki Yalıncak köyü yakınlarında Ahlatlıbel kazı yerine de gitmiş ve orada incelemelerde bulunmuştur. Ressam Şeref Akdik de Atatürk’ün Türk arkeolojisiyle olan bu anısını resmetmiştir. Ankara'ya bağlı Yalıncak Köyü yakınındaki Ahlatlıbel arkeolojik kazısı 1933 yılında Remzi Oğuz Arık ve Hamit Zübeyr Koşay’ tarafından yapılmıştır.  

1931 yılı başında çıktığı yurt gezisinde; 5 Ocak’ta Bursa Müzesi’ni, 3 Şubat’ta İzmir Müzesi’ni, 17 Şubat’ta Adana Müzesi’ni ziyaret etmiştir. 18 Şubat’ta Konya’ya gelmiş, Mevlâna Türbesi ve Dergâhı’nı, kentteki belli başlı Selçuklu ve Osmanlı devri eserlerini gezdikten ve bu anıtların içler acısı durumunu gördükten sonra, aynı gün Başbakan İsmet İnönü’ye (Acele ve önemlidir) kaydı ile şu telgrafı çekmiştir:

Son tetkik seyahatimde muhtelif yerlerdeki müzeleri, eski ve medeniyet eserlerini de
gözden geçirdim:
1- İstanbul’dan başka Bursa, İzmir, Antalya, Adana ve Konya’da mevcut Müzeleri gördüm. Bunlarda şimdiye kadar bulunabilen bazı eserler muhafaza olunmakta ve kısmen de ecnebi mütehassısların yardımı ile tasnif edilmektedir. Ancak memleketimizin, hemen her tarafında emsalsiz kadim medeniyet eserlerinin ilerde tarafımızdan meydana çıkarılarak ilmi bir surette muhafaza ve tasnifleri ve geçen devirlerin sürekli ihmali yüzünden pek harap bir hale gelmiş olan âbidelerin muhafazaları için müze müdürlüklerine ve hafriyat işlerinde kullanılmak üzere arkeoloji mütehasıslarına kat’i lüzum vardır. Bunun için Maarifçe harice tahsile gönderilecek talebeden bir kısmının bu şubeye tahsisi muvafık olacağı fikrindeyim.

2- Konya’da, asırlarca devam etmiş ihmaller sebebiyle büyük bir harabi içinde bulunmalarına rağmen sekiz asır evvelki Türk medeniyetinin hakiki şaheserleri sayılacak kıymette bazı mebâni vardır. Bunlardan bilhassa Karatay Medresesi, Alâeddin Camii, Sahip-Ata Medrese, Cami ve Türbesi, Sırçalı Mescid ve İnce Minare, derhal ve müstacelen tamire muhtaç bir haldedirler. Bu tamirin gecikmesi, bu âbidelerin kâmilen inkirazını mucip olacağından evvelâ asker işgalinde bulunanların tahliyesinin ve kâffesinin mütehassıs zevat nezaretiyle tamirinin temin buyurulmasını rica ederim.  

Gazi Mustafa Kemal

Atatürk yakından izlediği ve teşvik ettiği kazıları TBMM kürsüsünde dile getirmiş, ancak bu işin kolay olmadığını da vurgulamıştır. Ahlatlıbel’den sonra büyük ulusal kazımız Alacahöyük’ün başlamasında O'nun yakın ilgi ve desteği vardır. Bu konuda Afet İnan anılarında şunları aktarmaktadır: "Atatürk’e bu teşebbüsümüzü söylediğim zaman 'Başlayınız, paranız yetişmezse ben veririm. Fakat muvaffak olmalısınız' demişti. Alacahöyük, bakır devrinin altın, gümüş ve bakır eşyaları ve güneş kursları ile müzelerimizi zenginleştiren, Anadolu tarihine yepyeni ufuklar açan bir saha olmuştu. İlk çıkan Alaca-Höyük eserlerini Ankara’ya getirdik. Atatürk ve Başvekil İsmet İnönü büyük ilgi gösterip Türk Tarih Kurumunu bu muvaffakiyetinden dolayı tebrik ettiler. Bu suretle Kurumumuza hükümetin daha yakın yardım ilgisi sağlanmıştı." Alacahöyük kazısının başarılı sonuçları ve arkeoloji Atatürk’ün Meclis’te yaptığı yıllık konuşmalarında da yer almıştır.

ATATÜRK DÖNEMİ KAZILARI 

Atatürk döneminde Von Der Osten Alacahöyük’de, Hrozny Kültepe’de, K.Bittel Boğazköy’de Hitit ve Frig Çağı kültürlerini araştırmışlardır. Onların ardından Dr. Hamit Zübeyr Koşay ile Remzi Oğuz Arık’ın Ahlatlıbel, Alacahöyük, Göllüdağ ve Karalar’da yaptığı kazılar izlemiştir. Türk Tarih Kurumu'nun ilk kazısı olan Alacahöyük'te bulunan sıra dışı bulgular o zamanki Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin tüm olanakları ile dünyaya duyurulur. Prof. Dr. Remzi Oğuz Arık’ın Geç Hitit ve Frig buluntularını ortaya çıkardığı Göllüdağ (1934), Roma Hamamının bulunduğu Çankırıkapı (1937), Prehistorik keramiklerle karşılaşılan Kuştepe (1937), Selahattin Kantar’ın İzmir Namazgâh (1932-1942) ve İstanbul Üniversitesinin Sarayburnu kazılarında (1937-1938) ortaya çıkarılan eserler müzelerin zenginleşmesine neden olmuştur.

Erken Cumhuriyet döneminde yapılan bu kazılar ve bulguları Anadolu’yu bilim dünyasında da ön plana çıkarmıştır. Nitekim 1930’da Fransa’da kurulan Anadolu uygarlıklarının tarihini, dillerini, konularını, dillerini, sanatlarını ve diğer uygarlıklarla ilişkilerini inceleyen “Hitit ve Asiatik Araştırmalar Derneği” Atatürk’ün himayesi altında çalışmalarını sürdürmüştür. İlk toplantısını 2-12 Temmuz 1932‘de yapan Türk Tarih Kurumu’nun çalışmalarıyla Türklerin Orta Asya’dan çıkışı ve dünya tarihindeki yeri üzerinde durulmuş, daha sonra Anadolu kültürlerinin araştırılmasına yönelinmiştir. Nitekim İstanbul’da 20-26 Eylül 1937’de toplanan II. Türk Tarih Kongresi’nin asıl amacı kültür mirasımızın dünyaya duyurmak olmuştur. Bu kongrenin yanı sıra Beylerbeyi Sarayı’nda Cumhuriyet devri kazılarında ortaya çıkan eserler sergilenmiştir.  

TRAKYA'DA ARKEOLOJİ KAZILARI 

Atatürk’ün Trakya’da arkeoloji çalışmalarının başlamasında da büyük payı olmuştur. Türk Tarih Kurumu 1936 yılında yeterince araştırmanın yapılmadığı, tümülüsleriyle dikkati çeken Trakya’da kazılara başlanması için Dr. Arif Müfid Mansel’i görevlendirmiştir. A. Müfid Mansel öncelikle çevrede yüzey araştırmaları yaparak, gezginlerin dikkatini çeken yerleri belirlemiş sonra da kısıtlı imkânlarla Alpullu Şeker Fabrikasının arkasındaki alandaki tepeyi kazarak; zeminindeki İ.Ö 2000 başlarına tarihlenen çok sayıda çanak çömlek ve keramikleri ortaya çıkarmıştır. Ardından Lüleburgaz yöresindeki Umurca’daki Tümülüsler (Kral ve ailesi için hazırlanan mezar odalarının üzeri toprak ile örtülerek oluşan tepeler) üzerinde çalışmalarını yoğunlaştırmıştır. İ.S 200 yıllarına tarihlenen bir mezarda altın gümüş süs eşyaları, tunç, cam, keramik kap kacaklar, şamdanlar, kandiller ile sikkeleri ortaya çıkarmıştır. Onun bu çalışmaları sürerken Trakya’daki askeri manevralardan dönen Atatürk'ün kazı alanlarına geleceği haberi duyulmuş, ancak o günlerde Avrupa’daki karışıklıklardan ve aldığı bir haber üzerine İstanbul’a dönmek zorunda kalmıştır. A.Müfid Mansel daha sonra bu durumu şöyle aktarmıştır: “Atatürk’ün nasıl bir takip fikrine sahip olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Kendisi bu kazıyı sadece yaptırmakla kalmamış, yapılan işleri ve elde edilen sonuçlarla yakından ilgilenmiş, zorlayıcı sebepler yüzünden bizzat gelememekle beraber bu iş hakkında bilgi edinmek üzere bir heyet görevlendirmiştir."

Umurca eserleri kazı bittikten sonra İstanbul’a nakledilmiş ve Dolmabahçe Sarayındaki sergide ayrı bir salonda teşhir edilmiştir. A. M. Mansel 1938 senesi Trakya araştırma ve kazılarının merkezi olarak Roma Dönemi’nde vasal Trakya Krallığı’nın merkezlerinden biri olan Vize (Bizye) bölgesini seçmiştir. Vize (Bizye), MÖ 72’de Doğu Trakya Krallığı’nın kurulmasıyla başkent özelliği kazanmış ve bu statüsünü MS 44 yılına kadar korumuştur. A. M. Mansel, Vize’nin önündeki ovada ve bu ovayı güney ve doğu taraflarından çeviren tepeler üzerinde yaptığı incelemelerde, çeşitli büyüklükte kırk kadar tümülüs saptayarak 1938 senesi Ağustos ve Eylül aylarında kasabanın takriben 4 km güneyinde ve ana dere kenarında, A, B, C, D harfleriyle tanımlanan dört tümülüste kazılar yapmıştır. 50 m. çapında ve 9,50 m. Yüksekliğinde olan A Tümülüsü’ndeki kazıda son derece zengin mezar hediyeleri içeren bir kral mezarı bulunmuştur.

Prof. Dr. Afet İnan, Atatürk’ün ölümünden bir yıl sonra onun anısına ayrılmış Belleten’de (cilt II, 1939, s. 243), Atatürk’ün son günlerinde bile arkeoloji ve kazılarla ilgilendiğini, son gördüklerinin de Arif Müfid Mansel’in Vize tümülüslerinde bulduğu bu ilginç eserler ile Belleten dergisi olduğunu belirtmektedir: “Hafriyat işleri onun teşvik ve himayesi ile başarılıyordu. Hasta yatağında dahi Türk Tarih Kurumu’nun işleri ile alâkadar olmaktan zevk duyardı. Bir gün Trakya tümülüslerinde (Vize) son çıkan eserlerden bahsetmiştim. O kadar alâkadar oldu ki ‘O çıkan eserlerden bana getir, göreyim’ diye arzu gösterdi. Birkaç parça eşyayı müzeden alarak saraya götürdüm. Bay Fethi Okyar ile görüşüyordu. Eşyaları istedi, hepsini birer birer gördü. ‘Devam ediniz, memleketimizin kültür tarihi zenginliğini daha çok bulacaksınız' diye duygularını dile getirdi."

Atatürk’ün son sözleri içinde yer alan bu değerlendirme, ülkemiz arkeologları, müzecileri için ulaşılması gereken bir ülkü ve yerine getirilecek bir vasiyet niteliğindedir.

***

Özellikle son dönemde Taş Tepeler Projesiyle büyük bir ivme kazanan Anadolu Neolitik Çağ araştırmaları Göbeklitepe,  Karahan Tepe, Harbetsuvan Tepesi, Çakmak Tepe, Sayburç, Sefer Tepe, Körtiktepe, Gre Fıla, Boncuklu Tarla, vb. kazılarda tüm bilim dünyasını şaşırtan sonuçlar vermektedir. Günümüz dünyasının uygarlık temelleri Neolitik dönemde atılırken, bu oluşuma Türkiye coğrafyasındaki kültürlerin katkısının öngörülenden çok daha fazla olduğu özellikle bu yeni kazıların sıra dışı sonuçları ile açıkça ortaya çıkmaktadır.

Son 50 yıl içinde Yakındoğu’daki kazılarda, bu döneme ait birçok yeni bilgi elde edilmiştir, ancak en önemli ve hızlı değişimin Anadolu topraklarında yaşandığı son yapılan çalışmalar ile ortaya çıkmış, bilim dünyasında “neolilitik” kavramının yeniden tanımlanmasını gerektirecek kadar önemli sonuçlar vermiştir.

Şanlıurfa ili sınırları içindeki Göbekli Tepe avcı- toplayıcı yaşam biçiminden, tarım ve hayvancılığa geçiş sürecini anlamamıza önemli katkılar sağlamış dini mekanların biçimlenmesi, tapınak mimarisinin ve sanatın doğuşu açısından benzersiz bir tarihöncesi yerleşimdir. Göbekli Tepe’yi benzersiz kılan özelliklerinin başında ait olduğu günümüzden önce 12.000 -8.000 yıllık zaman süreci açısından hiç beklenilmeyen anıtsal mimarlık örnekleri ve bunlarla bağlantılı çok gelişkin bir sembolik anlatımın çarpıcı örneklerini barındırmasıdır. Göbekli Tepe’ nin en ilginç buluntuları kült yapılarının içindeki, üzerleri betimli dikilitaşlarıdır. Bunlardan ortadakiler insan ve karışık yaratıklar, duvar çevresindekiler ise hayvan betimlidir.

Göbeklitepe'deki T’ ve ‘ters L’ biçimli dikilitaşların insanları simgelediği düşünülmektedir Genellikle iki dikilitaşın çevresinde aynı şekilde daha küçük dikilitaşlar bu iki dikilitaşa yönlendirilmiş olarak duvarların içine yerleştirilmiştir. Dikilitaşların üzerlerinde kabartma tekniğinde yapılan hayvan motifleri ve çeşitli soyut semboller görülmektedir. Bu ilginç yapı toplulukları insanlık tarihinde dini mekanların biçimlenmesi, tapınak mimarisinin ve sanatın gelişimi açısından bilinen en eski örneklerdir..

Uygarlık tarihinde ideografik yazının (hiyeroglifler = kutsal işaretler) vatanı olarak Mısır bilinmesine karşın  Göbeklitepe’deki dikilitaşlar üzerinde ve küçük taş nesnelerde tekrarlanan  piktogramlar ideografik yazının kökeni konusunda da dünyayı şaşkına çevirmiş ve büyük tartışmalara yol açmıştır. Günümüzden 10.000 - 12.000 yıl öncesine ait dikilitaşlar ve eserler üzerinde tespit edilen ve tekrarlandığı görülen bu işaret sistemi (Piktogram: bir eşyayı, bir objeyi, bir yeri, bir işleyişi, bir kavramı resmetme yoluyla temsil eden semboldür. Bu sembollere dayalı yazı sistemine "piktografi" denir.) nedeniyle Göbeklitepe yazının doğuşu açısından da önem taşımaktadır. 

Karahantepe’de ise özel toplanım yapılarıyla konut yapılarının birlikte bulunması dikkati çekmektedir. Konutlar özel yapıların çevresinde topografyaya uygun birbiriyle bağlantılı eklemlenmeleriyle organik bir gelişim göstermektedir. Özel yapıların bir yapı kompleksi oluşturduğu, bu kompleks içindeki yapıların bazılarının örneğin “phalluslu yapı” gibi örneklerin daha önce benzerini görmediğimiz çok özelleşmiş kullanımlara sahne oldukları düşünülmektedir. Bu sıradışı yapıların kullanım amaçları, içlerinde gerçekleştirilen ritüeller, toplumu bir araya getiren etmenler ve mekanın biçimlenmesinin ilişkili olduğu değerler açıklanmayı bekleyen konular arasındadır. 

Türkiye’de son yıllarda yapılan kazı ve araştırmalar, ülkemizdeki Neolitik uygarlıklarının, Neolitik Çağ’ın tanımını değiştirecek ölçüde gelişkin ve kendine özgü karmaşık yapıda kültürleri barındırdığını göstermiştir. Günümüz dünyasının uygarlık temelleri Neolitik dönemde atılırken,  bu oluşuma Türkiye coğrafyasındaki kültürlerin katkısının, öngörülenden çok daha fazla olduğu yeni kazıların sansasyonel sonuçları ile giderek çok daha iyi ortaya çıkmaktadır.  Bu dönemdeki Anadolu  yerleşmelerinin bir diğer önemi de, tarım, hayvancılık, yerleşik köylere dayalı yaşam biçimini başka coğrafyalara ve özellikle Avrupa’ya aktarmasıdır. 

*Arkeolog - Arkeoloji Sanat Dergisi/Yayınları Editörü