Erdoğan’ın akademiye karşı verdiği savaşın ölümcül bedeli

Deprem, ülkenin bilim insanları ve akademisyenleri ile bilgi ve uzmanlığa karşı saygısızlığı temel alan yönetim arasındaki fay hattını da açığa çıkardı.

Google Haberlere Abone ol

Seyla Benhabib*

6 Şubat günü Türkiye’nin güney ve orta bölgeleri ile Suriye’nin kuzeybatısını alt üst ederek 46 binden fazla can kaybına yol açan yıkıcı deprem, yeryüzünde görünenlerin ötesinde kalan pek çok fay hattını da açığa çıkardı. Afetin, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 20 yıllık yönetiminin üzerinde yükseldiği -1999 İzmit depreminin ardından kabul edilen sıkı yönetmeliklere karşın hükümet tarafından onaylanan birçok kalitesiz yapı sözleşmesi şeklinde süren- yaygın bir yolsuzluk ağını ortaya çıkardığı ifade edildi. Bununla birlikte, deprem aynı zamanda ülkenin bilim insanları ve akademisyenleri ile bilgi ve uzmanlığa karşı saygısızlığı temel alan rejim arasındaki fay hattını da açığa çıkardı.

Türkiye’deki jeolog, mühendis ve mimarların oluşturduğu bilim camiası, er ya da geç bir depremin yaşanabileceğini biliyor ve uyarılarda bulunuyordu. Bilim Akademisi üyesi olan Jeoloji Profesörü Naci Görür, şubat ayı başlarında Maraş ve çevre kentler felaketi yaşamadan hemen üç gün önce hareket halindeki deprem fay hatları hususunda uyarıda bulundu. Halkın ve hükümetin, çok yakında yeryüzünde gerçekleşecek yeni ve şiddetli bir sarsıntıya hazırlanması gerektiğini söyledi. Geçen yıl aralık ortasında Bilim Akademisi’ni ziyaret ettiğim günlerde, bu olasılık açık biçimde konuşuluyordu.

BİLİM GÖRMEZDEN GELİNDİ

Elbette, herkesin bildiği üzere, kasırgalar gibi depremleri de öngörmek zordur fakat köklü uluslararası bilimsel ve teknolojik düzenlemelere uyulduğunda, sarstıkları zaman can ve mal hususunda daha az zarar verici olabilirler. Bunlar yalnızca inşaat yönetmeliklerini değil, aynı zamanda yapılar sarsıldığı, hasar aldığı ya da çökmeye başladığı zaman insanların bir araya gelebileceği kent ve kasaba merkezlerindeki geniş boş alanların hazırlanmasını da kapsar. Öte yandan, Erdoğan hükümeti bundan ziyade, müteahhitlere güvenlik kurallarını ve inşaat yönetmeliklerini görmezden gelme imkânı tanıyan imar afları sundu.

Erdoğan rejiminin alamet-i farikası, anıtsal ölçekte yapılar inşa etmek oldu. Ekim 2018’de hizmete açılan ve zaman geçtikçe eski İstanbul Atatürk Havalimanı’nın yerini alması planlanan yeni İstanbul Havalimanı’nın yıllık 200 milyon yolcu kapasitesine ulaşması planlanıyor. 7 bin 594 hektarı (19 bin dönüm) kaplayan alanı, onu Pekin, Atlanta ve Dubai’dekilerin önünde yer alan, dünyanın en büyük havaalanlarından biri haline getirecek. Yazar Kaya Genç şunları aktarıyor: “Birçok insan bu havaalanını ve Erdoğan’ın İstanbul’da yeni bir kıtalararası köprü inşa etme isteğini ve Karadeniz’i Marmara Denizi’ne bağlayan bir kanalı içeren diğer iki büyük altyapı projesini mantık dışı çabalar olarak görüyor.”

Erdoğan’ın kendisi bile onlara “çılgın projeler” diyor. Canlılara, antik su yollarına ve İstanbul Boğazı ile yeni kanal arasında sıkışıp kalan bir adaya dönüştürerek İstanbul’un tarihi merkezine verebileceği ekolojik zararlar yüzünden, bilim insanları, mimarlar ve şehir plancıları Karadeniz’i Marmara Denizi’ne bağlaması öngörülen kanala yıllardan beridir karşı çıkıyorlar.

BEDELİ BÜYÜK OLDU

Ne var ki, Erdoğan’ın hayal alemi yeni projeler inşa etmekle kalmıyor. Ekonomik mantığı da bilimsel değerlendirmelerden eşit derecede uzak. Bu çılgınca yapılaşmanın bedelini karşılamak amacıyla yıllardan beridir faiz oranlarını düşük tuttu ve Türk Lirası’nın değerinde büyük bir düşüşe neden oldu. Tanınmış bir akademisyen ve gazeteci bir arkadaşım meseleyi kısaca şöyle özetliyor: “Maddi açıdan olduğum yerde kalmaya çalışsam da ayaklarımın altındaki zemin kayıyor ve beni geriye doğru itiyor.”

Siyaset kuramcısı Hannah Arendt, gerçekliğe belirgin biçimde karşı çıkmanın ve gerçeklere mesafeli durmanın, totaliter düşüncenin özellikleri olduğunu gözlemlemişti. Erdoğan totaliter bir yönetici değil; o, çok partili demokrasinin kurumlarının varlığını korumak için mücadele eden bir ülkedeki otoriter bir yönetici. Düşmanlarının uydurmaları olduğunu söyleyerek gerçekleri reddetmesi ve istediği şekilde eğip bükemediği ekonomik ya da çevresel gerçeklere atıfta bulunan insanları aşağılaması da sahip olduğu zihniyetin bir özelliği. Son on yılını medyaya, üniversitelere, akademisyenlere ve bilim insanlarına karşı yürütülen bir Kulturkampf’a* (Kültür Savaşı’na) adamış olan Erdoğan, en muhtaç olduğu anda, Türkiye’yi en önemli kaynaklarının birinden mahrum bırakıyor.

Ülkedeki tanınmış siyaset bilimcilerinden ve anayasa uzmanlarından olan Ersin Kalaycıoğlu’nun, üniversite eğitiminin tamamını internet üzerine nakletmek için depremi bir bahane olarak kullanan hükümete dair Bilim Akademisi üyelerine gönderdiği bir e-postada özetlediği üzere: “Gençlerimize tam da doğru düzgün bir eğitim alamadıkları iki yıllık Covid pandemisinin ardından, çevrimiçi eğitimin bütün zorluklarını yüklemek büyük bir hatadır.”

Hükümetin binlerce yeni evsiz mağduru barındırmak amacıyla mı üniversite yurtlarını kullanmak istediği ya da öğrencileri kampüslerden yollayarak siyasi örgütlenmeyi ve direnişi etkisiz hale mi getirmek istediği, tartışmalı bir mesele. Erdoğan ve Yüksek Öğretim Kurulu’nun aldığı kararda, muhtemelen her iki husus da kendine yer bulmuştur.

YENİDEN ‘MODEL ÜLKE’ OLABİLİR Mİ?

29 Ekim 2023 günü Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılı kutlanacak. Türkiye, ülkeyi üzerindeki halklar arasında bölen ve 1915 yılında Ermenilerin maruz kaldığı soykırımın anısını bastıran Avrupalı egemen güçlere karşı verilen bağımsızlık savaşının ardından, Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğdu. Dünyanın her yerindeki sömürge sonrası uluslar için bir model olabilirdi.

Buna karşın, geçen aralık ayında gerçekleştirdiğim ziyarette, meslektaşlarımın ve eski öğrencilerimin cumhuriyetin yıldönümüne dair gururu, daha önce tanık olmadığım bir cesaret yitimi ve üzüntüye karışmıştı. Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yirmi yıllık yönetimi ve Makyavelist otoriterliği morallerini bozuyordu. Pek çoğu Haziran 2023’te yapılması planlanan seçimlerin fiilen gerçekleştirileceğine bile şüpheyle bakıyordu. Hayatı orada geçen 80’li yaşlardaki bazı akrabalarım, kaybetmesi muhtemel görünüyorsa, Erdoğan’ın seçimleri gerçekleştirmeyeceğini düşünüyor. Artık depremin yıktığı kentlerde sıkıyönetim ilan edildiğine ve afetin devasa ölçeği ülkenin geri kalan kısmında da alenen bilindiğine göre, Erdoğan, partisini hedef alan öfke yatışana ve kendi kaderini daha güvenli bir hale getirene dek seçimleri erteleyebilir.

Doğal afetlere siyasal merceklerden bakmak biraz tuhaf görünebilir. Diğer yandan, ekonomist Amartya Sen’in Hindistan’daki kıtlığa ilişkin araştırması, katı bir yapıya sahip, bilgi ve mesleki görüşlerin dolaşımını baskılayan otoriter rejimlere kıyasla, bilgi ve enformasyonun serbest dolaşımda olduğu açık toplumların felaket olayları karşısında daha başarılı olduklarını ortaya koyuyor.

40 bin ölünün ardından yas tutan ve sevdikleri, geçim kaynakları ve evleri için endişe duyan milyonlarca insan için artık çok geç; yine de bu feci depremin ardından açığa çıkan fay hatları gelecekte köprülerle birleştirilmeli. Türkiye Cumhuriyeti’nin 100'üncü yıldönümü, bunun için en doğru fırsat olabilir.

*Kulturkampf (Kültür Savaşı), Alman İmparatorluğu’nda 19. yüzyılın son çeyreğinde Katolikliğin toplumsal hayattaki etkisini kırmaya yönelik bir dizi devlet müdahalesi ve bunlara tepkilerden oluşan sürece verilen isim.


*Yazının orijinali Foreign Policy sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)