Enteresan Bir Osmanlı Aydını: Ali Suavi 3
Batılılaşma yanlıları olan Tanzimatçıların aksine onların mirasçısı olan Genç Osmanlıların kafası karma karışıktı. Onlar kimi zaman Türkçü, kimi zaman Batıcı-modern kimi zaman gelenekçi, Doğucu ve İslamcı oluyorlardı. Belki de bu yüzden hiçbiri olamadılar.
Geçen hafta Genç Osmanlıların iki önemli isminin Namık Kemal ile Ali Suavî’nin birbirlerine düşman olmasında kalmıştık. Genç Osmanlılar gerçekten de yaşı küçük aydınlardı. Avrupa’da ilk kez karşılaştıklarında Ali Suavi 28, Namık Kemal 27 yaşındaydı. Bu yaşta Osmanlı ve dünya kamuoyunca tanınmaktaydılar, kendilerini ülkelerini kurtaracak öncü kuşak olarak görmekteydiler. Müthiş bir fikirsel karmaşa, çelişki ve tezatlar içindeydiler. Batı ve Doğu medeniyeti arasında köprü olmak istiyorlar ve öyle de yaşıyorlardı. Genç Osmanlıların hemen hepsi hem batılı hem de doğulu insanlardı. Bir yandan opera dinleyip içkili meclislere katılıyorlar, Avrupalı kadınlarla yaşıyorlar (Ali Suavî Mary adında İngiliz bir kadınla evlenmişti) öte yandan Avrupalılara karşı Müslüman değerleri savunuyorlardı.
Onları gözlemleyen Avrupalılar Genç Osmanlıların bu tutumları karşısında şaşırıyorlardı. Kendi ülkelerinde “gâvur özentisi” olarak görülen bu insanlar (Ali Suavî için İstanbul’da artık şapka taktığı, şarap içtiği hatta Protestan olduğu söyleniyordu) Avrupa’da İslâm’ın, şeriatın savunucusu kesiliyor ve gerçek demokrasi, adalet ve eşitlik gibi fikirlerin İslâm’da olduğunu iddia ediyorlardı. Bu karmaşa onlara özgüydü. Zira ne tamamen Batıcı olan Tanzimatçılarda ne de Batı karşıtı Ahmed Cevdet Paşa gibi gelenekçilerde izine rastlanmayan bir tezat görüşler ve yaşam tarzı Genç Osmanlıların zihnini sarmış durumdaydı. Tanzimatçılar kafaları net insanlardı. Mesela dönemin en önemli isimlerinden sadrazam Mehmed Emin Âli Paşa’yı (1815-1871) ele alalım. Ne İslam’ı yeniden yüceltmek ne de şarkçılık hedefleri vardı. Aslında Tanzimat kafası ‘bizden bir şey olmaz, Batıyı örnek alırsak belki adam oluruz’ mottosuyla özetlenebilir. Bu köşedeki ilk yazılarımda alfabe devrimi tartışmasının da aslında bir Osmanlı mirası olduğunu savunmuştum. Âli Paşa’nın imzası daha 1850’lilerde Osmanlı aydınlarında Latin yazısına geçişin zarureti fikrinin nasıl güçlü olduğunu göstermektedir.
Kafası net Batılılaşma yanlıları olan Tanzimatçıların aksine onların mirasçısı olan Genç Osmanlıların kafası karma karışıktı. Onlar kimi zaman Türkçü, kimi zaman Batıcı-modern kimi zaman gelenekçi, Doğucu ve İslamcı oluyorlardı. Belki de bu yüzden hiçbiri olamadılar. Bu karmaşa onları ne istedikleri, neye karşı oldukları ve yerine ne getirmek için uğraştıkları konusunda büyük bir boşluğa yuvarladı. Her birinin hayat hikâyesi bu karmaşanın izlerini taşır ve dramlarına da aslında bu açıdan yaklaşılmaya çalışılmadır. Genç Osmanlılar hareketini sona erdiren daha doğrusu aslında hiçbir zaman örgütlü biçimde başlamamasına neden olan bu ideolojik karmaşaydı. Çoğunun bir şekilde II. Abdülhamid rejimiyle uzlaşma noktasına gelmesinde de bu belirsizlik, hedefsizlik önemli rol oynamıştı. Bu nedenle pek beğenilmeyen Tanzimat arkasında kalıcı ve sağlam bir kurumsal yapı bıraktı. Ama Osmanlı’nın ilk ‘muhalefet’ hareketi olarak Genç Osmanlıların mirası, etkileri bence bugün de devam eden ‘amaçları belirsiz, her an iktidarla uzlaşmaya hazır bir muhalefet’ geleneği oldu.
Genç Osmanlıların kafa karışıklığına yine Ali Suavî’den örnekler verebiliriz. Osmanlı ülkesinde serbestiyet yanlısı olan Ali Suavî, Avrupa’da geçirdiği 9 yılın ardından “Avrupa’da düzen ve intizam diye bir şey olmadığını, hükümetlerin sürekli değiştiğini, falan yerin bir gün önce krallık, ertesi gün imparatorluk, daha ertesi gün komün* olduğunu söyleyen, dolayısıyla burada bir sistemden bahsedilemeyeceğinden” şikayet eden bir tutucuya dönüşmüştü. Onun artık Padişahlık (Monarşi) fikrine yaklaştığını ve bu sistemi övdüğünü görmekteyiz. Zaten özünde taşıdığı doğulu duygusal tavrın Ali Suavî’nin Avrupa’daki son yıllarında iyice belirginleşmeye başladığı görülmektedir. Örneğin diplomasinin altın kuralları olan bazı ilkeleri (devletlerin dostu düşmanı yoktur) O, şarklı duygusal bir tavırla yermekte ve şöyle yazmaktadır: “İngiliz Fransız’la Meksika seferi için muahede (antlaşma) yapar, Fransız askeri kalkmak (harekete geçmek) üzereyken İngiliz vazgeçer. Almanya’nın mesela İtalya ile bugün Avusturya’ya karşı mukavelesi (sözleşmesi/ittifakı) var iken; yarın belki bir dakika sonra İtalya’ya karşı Avusturya ile mukavelesi vuku bulur.-böyle bir ortamda- kimin ahdine (sözüne) güvenebilirsin? Kimden vefa mem’ul edersin?” Ali Suavî sözlerini “Avrupa’da yalnız bir hükümet var: Osmanlı. Beş asırdır Osman Gazi evladı. Tebeddül (değişim/dönüşüm)yok. Takallüb (baskı) yok. Bu sebepten evet bu sebepten bizde révolution yok... Bir sabit (doğru) var: Hükümet-i Osmaniyye. –Orada- Sebât (sabır/direngenlik) var. Binaenaleyh (bundan dolayı) ahde vefa var. Kavle (sözleşmeye/antlaşmaya) itibar var” cümleleriyle bitirmekteydi. Eskiden tersini düşünür, Batının devinim içinde olmasına özenir, Osmanlının durgunluğundan yakınırdı. Şimdi ise Batının korkutucu kaosuna karşı Osmanlı’nın ‘değişmez’ düzenini sığınılacak bir liman olarak görmekteydi.
Bu satırlarla birlikte Ali Suavî’nin artık refromculuğu bıraktığı ve Osmanlı idaresini bırakalım değiştirmeyi mümkünse muhafaza etmeyi amaçlayan bir yönelime girdiği görülmektedir. Yukarıdaki yazısında üç temel nokta dikkat çeker. Avrupa’daki değişimler kötüdür; Osmanlı’nın hükümet yapısının (monarşi) durağanlığı ise olumludur. Osmanlı değişmediği için “ahde vefalıdır” ve dış politikası tutarlıdır. Osmanlıda baskı sistemi yoktur. Daha da ötesi Osmanlı devletinde Avrupa’daki zaaflar olmadığı için devrim de ne gerekli ne de olasıdır.
Ali Suavî böylece Avrupa’da yaşanan Burjuva ve işçi devrimlerinin önemini es geçtiği gibi bunları topluca düzen bozucu eğilimler olarak nitelemekteydi. Başka bir deyişle Tanzimatçıların da gerisine düşerek reformları tehlikeli görmekte, monarşiyi ve hanedan soyunu kutsamakta, Osmanlı’da bir süreklilik ve düzen varsa bunu hanedanın sürekliliğine bağlamaktaydı. Aslında vardığı sonuçlar bir tür zaman dışına çıkış ve mistisizmdi. Osmanlı rejimi dünyada var olan siyasal ve diplomatik gerçeklikten uzak biçimde manevi ve romantik bir yolla övülmekteydi. Bu aslında Batı emperyalizmi karşısında ayakta durmakta zorlanan, yenilgiyi kabullenmiş, onunla artık rekâbet edemeyeceğini düşünenlerin tüm dünyada sarıldıkları bir eğilimdi. Batı maddeten üstün olabilirdi ama moral üstünlük Doğudaydı (yirmili yaşlarımda ben de böyle düşünürdüm). Osmanlı’da mevcut rejim zaten mükemmel bir vaziyetteydi ve Avrupa’dan öğrenilecek bir şey yoktu.
Ali Suavî’nin böyle düşünmesini sağlayan bir ölçüde vatan hasreti ve kendini affettirerek geri dönme arzusu olabilir. Nitekim Namık Kemal çoktan siyasete karışmayacağı sözü verip affedilip ülkeye dönmüştü. Kendisine rejimi tehdit etmeyecek noktalarda mevkiler de tahsis edilmişti. Hatta Ali Suavî Avrupa’da son kalanlardan biriydi. Muhtemelen kendisini de artık kaybedilmiş bir davanın adamı gibi görmekteydi. Neticede romantizme kayışı Ali Suavî’nin bundan sonraki fikirsel gelişimlerinde giderek artacak ve onu reel dünyadan fiilen kopartacaktır.
AVRUPA’DAN DÖNÜŞ VE SULTAN ABDÜLHAMİD’İ DESTEKLEMESİ
Ali Suavî’nin Hanedanı ve monarşiyi öven, Meşrutiyeti eleştiren yazıları, İstanbul bürokratlarının dikkatinden kaçmamış ve tahta yeni çıkan Abdülhamid’e de övgü dolu bir methiye yazmasını takiben kendisi de affa uğramış, ülkeye dönmesine izin verilmişti. Geri dönüşünden sonra Ali Suavî, Midhat Paşa ve ekibinin tasfiyesinde Abdülhamid’i destekleyen yazılar kaleme aldı, Midhat Paşa’nın sürülmesini ve Meşrutiyet’in sona erdirilmesini olumlu karşıladı. Karşılığında Abdülhamid’in müşaviri oldu. Daha sonra da ülkenin en önemli okullarından olan Mekteb-i Sultaniye’nin (Galatasaray Sultanîsi/Lisesi) müdürlüğüne atandı. Burada gayr-i Müslim öğrencileri ezdi. Onların okulu bırakması ve Sultanî’nin sadece Müslüman gençlerin eğitimine ayrılması için uğraştı. Ki bu açıkça Osmanlıcılığın inkârıydı. Abdülhamid rejiminin İslamcılığa doğru evrimleşmeye başladığının bir göstergesiydi. Ali Suavî Avrupa yılları boyunca özlem duyduğu anlaşılan vaazlarına geri döndü ve Ayasofya ve Bayezid camilerinde eskisi gibi etkileyici vaazlarına devam etti ama artık odaklandığı nokta İslâm birliği (ittihad-ı İslâm) gibi konulardı.
Yani bugünden bakınca İslamcı gazetelerin Abdülhamid’i devirmeye kalktı diye Ali Suvaî’ye bu kadar hakaret etmeleri ilginç geliyor. Neticede fikirsel olarak Ali Suavî artık gençliğindeki reformist kişiden başka birine dönüşmüştü. Hatta aslında o Abdülhamid’i yeterince ‘İslamcı da’ bulmuyordu. Abdülhamid’ten çok şey bekliyor veya öyle görünmeye çalışıyordu. Okurlarının hiç alışık olmadığı tarzda bir zamanlar Padişahları “sümüklü halifeler” olarak tanımlayan Ali Suavî, Abdülhamid’i “metbu-i mufahhâmımız (tabi olduğumuz büyük insan), padişahımız, efendimiz” sözcükleriyle övüyordu. Sarıklıyken ihtilâlci olan Ali Suavî’nin artık fes takmaya başladığı dönemde tutucu birine dönüşmesi her halde yine ona özgü bir zıtlık tavrı olsa gerek…
Abdülhamid’e duyduğu bağlılık o raddeye gelmişti ki Midhat Paşa’nın sürgünü esnasında kalem erbaplarının büyük kısmı en azından susmayı tercih ederken O, Avrupa’da da bu türden sürgün (tard) uygulamaları olduğunu yazarak olayı sıradanlaştırma gayretine düşüyordu. Aslında sürgün cezasına Avrupa’dan örnekler vermekle yeni bir gelenek başlattığı da söylenebilir. Zira o güne kadar herkes Avrupa’dan ileri, demokratik veya hümanist politikaları destekleyecek örnekler ararken, O anti-demokratik bir uygulama için Avrupa’ya başvurmuş oluyordu. Bu taktik zaman içerisinde Türk siyasetinde çokça tutulan bir yöntem olmuştur. Şimdi de yurdumun neo muhafazakarı şu saatte, şuraya buraya içki yasağı, konser engeli koyacaksa hemen Danimarka’dan Finlandiya’dan benzer bir yasağı bulup çıkarır. Böyle bir ekipleri var galiba: konulacak yasaklar için medeni demokratik ülkelerden örnek bulma masası adında bir yer olabilir. Bu sayede muhalefet susturulur: ‘Ama bak Avrupa’da da böyle’ denildi mi akan sular durur ve muhalefet de hakikaten susar. Çünkü Avrupa’da da öyleyse yapılan iş doğrudur. “Avrupa’da gerçekten öyle mi” diye araştırılmaz. Avrupa’dan bize ne denmez.
Elbette günümüzde Batıda devşirilen yasaklardaki demogojik yöntemleri Ali Suavî de akıl etmişti. Seçtiği örneklerin aslında Midhat Paşa’nın sürgünü ile mukayese edilebilecek bir yanı yoktu. 1832’de Fransa Kralı X.Şarl’ın veya 1848’te Orleans hanedanı üyelerinin sınır dışı edilmesinin, Meşrutiyetin sonunu getirecek olan Midhat Paşa’nın sürgünüyle taban taban zıt anlamlar taşıdığını en iyi bilenlerden biri de aslında Ali Suavî’nin kendisiydi. Haftaya Ali Suavî’nin yeniden ve son kez devrimcileşip muhalefet cephesine katılmasıyla dosyayı sona erdireceğiz.
* Paris Komünü (1871) kast ediliyor.
U. Töre Sivrioğlu Kimdir?
1980 yılında Gönen'de doğdu. Ege Üniversitesi'nde arkeoloji bölümünden mezun oldu. Arkeoloji alanında yüksek lisans ve tarih alanında doktora eğitimi aldı. Türkiye'nin çeşitli illerinde ve İran, Özbekistan, Afganistan gibi ülkelerde kazı ve araştırma projelerine katıldı. İran, Bizans, Osmanlı/İslam sanatı ve arkeolojisi üzerine çeşitli araştırmaları yayınlanmıştır. Arkeoloji ve tarih temalı atölyeler yapmaya devam etmektedir.
İtalyan aydınlarının kafa karışıklığı 10 Aralık 2023
Kürt tarihi ve tarih yazıcılığı üzerine bazı mülahazalar 03 Aralık 2023
Rodrigo, Falla ve Falanjist sanat 26 Kasım 2023
Falanjist sanatın kısırlığı ve Torroba’nın ıstırabı 19 Kasım 2023 YAZARIN TÜM YAZILARI