Enteresan bir Osmanlı aydını: Ali Suavi-2
Genç Osmanlılar, Ali Suavî’yi fazla sert bulmaktaydılar. Onlara göre Ali Suavî, “50 kadar sofu ve 50.000 kadar sopalı adamla Anadolu’yu dolanıp nasihat dinlemeyen herkesi hizaya getirmek derdindeydi”. Genç Osmanlılar ile arasında başlayan kopukluk, Mustafa Fazıl Paşa’nın Padişahla uzlaşarak Saraya biat etmesiyle doruğa çıktı. Ali Suavî, hayatının en önemli hatasını yaptı ve Mustafa Fazıl Paşa’dan kim ne kadar para alıyorsa yayınladı
Muhbir Gazetesinin kapatılmasının ardından Ali Suavî, Kastamonu’ya sürgün edildi. Burada bazı risaleler kaleme alarak devletin ıslahından yazım dilinin sadeleşmesine kadar farklı konularda düşüncelerini yaymaya devam etti. Kastamonu sürgünü esnasında hayatını tamamen değiştiren bir gelişme oldu. Mısır Hidivi olma hayalleri Sultan Abdülaziz tarafından boşa çıkarılan Mustafa Fazıl Paşa (1830-1875) Padişaha duyduğu kızgınlıktan dolayı Avrupa’ya giderek muhalif kesimlere katılmış ve muhalifleri kendi etrafında toplamaya başlamıştı. Sadece Osmanlı Devleti'nin değil dünyanın da sayılı zenginleri arasında yer alan Mustafa Fazıl Paşa, Avrupa’da Genç Osmanlıları finansal olarak desteklemekte ve onların gazete çıkarması için gerekli ekipmanı sağlamaktaydı. Matbaa kurmak o dönemde oldukça masraflı bir işti, Ali Suvaî gibi yazarlar hâlâ el yazısı ile yazıyor ve yazılanları gönüllüler kopyalayarak çoğaltıyorlardı. Paşa’nın adamlarından biri Kastamonu’da Ali Suavî ile temasa geçerek onu Avrupa’ya kaçmaya ikna etti. 1868 yılında Ali Suavî, kaçak yollardan Avrupa’ya gitti.
AVRUPA YILLARI
Ali Suavî, Genç Osmanlılar arasında Avrupa’da en uzun kalan kişidir. Misina’ya (İtalya) ulaştığında Ziya Bey ve Namık Kemal ile buluştu. Bu dönemde her ikisi de Ali Suavî’yi sevmekteydiler. Ziya Bey, onun Muhbir’deki yazılarından övgüyle söz etmekteydi. Namık Kemal’e göre ise Ali Suavî, Tanrı’nın vatanı süslemek için yarattığı bir pırlanta (tezyin-i vatan için zuhura gelmiş bir cevher-i giran kadr-i marifet) idi. Ali Suavî, daha sonra trenle Marsilya’ya ve oradan da Paris’e geçti. Burada sürgünde mülteci konumunda olan Genç Osmanlılarla buluştu (hepsi zaten 8 kişiydiler) ve Mustafa Fazıl Paşa ile tanıştı. Ancak Abdülaziz’in Avrupa ziyareti esnasındaki şikâyetleri yüzünden III. Napolyon (1852-1870) tarafından tüm Genç Osmanlılar sınır dışı edilince Londra’ya geçti ve Muhbir’i yeniden çıkarmaya başladı. Bu aşamadan sonra genellikle Fransız hayranı olan Genç Osmanlıların aksine Ali Suavî’de İngiliz kültürüne bir yönelim başladığı görülmektedir. Hakkında biyografiler kaleme alan yazarlara göre bu tipik bir Suavî tavrıdır yani bir kez daha sürüden ayrı kalma düşüncesi... Ama kanımca bu basit bir ayrım değildi. Ali Suavî neticede her konuda öncelikle İslâm’ı referans alan biriydi ve döneminde ve sonrasında İslâm’la modernizmi sentezleme fikrinde olan hemen herkesin yöneldiği model radikal seküler-cumhuriyetçi Fransa değil din ve Kraliyet gibi konularda daha ılımlı olan İngiltere olmuştur.
İngiltere ve sonradan geri döneceği Fransa’da yayınladığı yazılarında İslâmî düşünce dairesi içinde kalmakla birlikte Ali Suavî’nin fikirleri kendi zamanının tutucuları arasında büyük tepki ile karşılanmıştır. Örneğin Ali Suavî Fransız aydınlanmacıları gibi Türkçe bir ansiklopedi hazırlamaya başlamış ve resim konusundaki tabuları kırmak için bu girişiminde 20.000 resim kullanmayı planlamıştı. Resim hususundaki tartışmalarda tapınılmamak şartıyla İslâm’da resmin caiz olduğunu Peygamberin geçmişte resminin yapıldığını (timsal-i nebevvi), yine yapılmasında da sakınca olmadığını savunmuştu. İleride bazı yazılarımda İslam’da tasvir yasakları geleneğine değineceğim o nedenle günümüzde insanlara normal gelen bu tasvir/resim olgusunun 19. yüzyılda nasıl tepkilere neden olduğunu incelemek ilginç oluyor.
Ali Suavi İslâm devletinin Batı'nın veya başka kültürlerin kanun ve nizamlarını almasında da kural olarak bir sakınca görmemekteydi. Nitekim geçmişte de İslâm devletlerinin Bizans ve İran’dan birçok kural aldığını belirtmekteydi. Bu anlamda din ve devlet işlerinin farklı kaynaklardan beslenebileceğini ve farklı kurallarla işleyebileceğini savunmaktaydı. Kimi düşünürlere göre Ali Suavî bu yorumuyla laiklik vurgusu yapmaktadır. Halifeliğin de İslâm’da olmazsa olmaz bir kurum olmadığını söylemiş; hatta kendi zamanında halife, padişah vb unvanları kullananların hiçbirinin peygamberin varisi sayılamayacağını iddia etmişti. Yine idarenin babadan oğula geçtiği monarşinin İslâm’a uygun olmadığını, ilk halifelerin seçimle geldiklerini hatırlatarak cumhuriyet fikrine yaklaşmıştı. Ancak yine de asıl olarak cumhuriyet değil meşrutiyet yanlısı olduğunu belirtmek gereklidir. Meşrutiyete geçmenin Avrupa kanunlarını kabul etmek anlamına gelmediğini, dört halife zamanında yapılmış bulunan bazı uygulamalarla delillendiriyordu. Demokratik kurumların etkisi altında kalan Ali Suavî, İslamiyet’in ilk yıllarındaki uygulamalardan olan, ümmetin onayına müracaat sisteminde (meşveret) hükümet şeklinin padişahlık, sultanlık olmadığını, eşitliğin var olduğunu savunmuştu. Ona göre meclisin varlığı devlet ve millet için elzemdi. Aksi takdirde idareciler hakim, vatandaşlar ise mahkum olacaktı. Sahabelerin doğrudan doğruya yönetime katıldıklarını belirtmekten hoşlanmaktaydı.
Düşünceleri sadece demokratik-İslami sentezlemesi olarak görülemez. İçinde Türkçülük nüveleri de barındırır. Yani bir bakıma düşünceleri başlangıçta Türk siyasal hayatının vazgeçilmez üçlüsü olarak görebileceğimiz ‘Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak’ mottosuna yakındı. Arap alfabesinin dinî bir değer taşımadığını farklı bir alfabenin de yazımda kullanılabileceğini belirtmiştir. Duaların ve hutbelerin Türkçe okunmasında (o dönemde hutbeler Türkçe değil Arapça okunur cemaat ne dendiğini anlayamazdı) sakınca olmadığını yazmıştı. Yine İslam öncesi Türk tarihi ile ilgilenmiştir ama bu konudaki çalışmalarının büyük kısmı kaybolmuştur.
Zaman içinde Genç Osmanlılarla Ali Suavî arasındaki kopukluk belirgin bir aşamaya vardı. Genç Osmanlılar birkaç defa kendisine Genç Osmanlılar cemiyetine olan bağlılığını bildirmesini ve gazetesine Genç Osmanlıların ibaresini basmasını istediler. Ancak o, yazılarında Genç Osmanlılardan hiç bahsetmediği gibi Cemiyet-i İslâm konusu üzerine eğilmeye başlamıştı. Kural olarak İslâmî kaideleri Genç Osmanlılar da kabul etmekteydiler. Gerek Namık Kemal gerekse Ziya Bey, İslâm’ı temel referans olarak alıyor hatta Tanzimat Paşalarını da böyle yapmamakla itham ediyorlardı. Ancak onların odaklandıkları konu Osmanlı ülkesinin çıkarları ve hürriyetin Osmanlı sınırları içindeki yayılımı idi. Bütün İslâm dünyasına seslenen bir kuruluş projesi peşinde değildiler. Onlar bir anlamda evrensel Müslüman gençler değil, sadece Osmanlı vatanını kurtarmak amacındaki vatanseverlerdi. Yöntem olarak da Genç Osmanlılar, Ali Suavî’yi fazla sert bulmaktaydılar. Onlara göre Ali Suavî, “50 kadar sofu ve 50.000 kadar sopalı adamla Anadolu’yu dolanıp nasihat dinlemeyen herkesi hizaya getirmek derdindeydi”. Yani asıl derdi hürriyet falan değil kendi fikirlerini zorla da olsa topluma kabul ettirmekti. Bu tavır hakiki liberaller olan Genç Osmanlılara oldukça yabancıydı.
Genç Osmanlılar ile arasında başlayan kopukluk, Mustafa Fazıl Paşa’nın Padişahla uzlaşarak Saraya biat etmesiyle doruğa çıktı. Bu Genç Osmanlılar Cemiyeti için bütün finans kaynağının sona ermesi idi. Ali Suavî, Mustafa Fazıl Paşa’nın artık davadan döndüğünü ve ondan artık para alınmaması gerektiğini savundu. Namık Kemal ise, bu paranın hürriyet davası için taahhüt edildiği tam aksine kullanılması gerektiği fikrindeydi. Buna kızan Ali Suavî, cemiyet içinde kalması gereken bu hadiseyi basına yansıtarak kanımca hayatının en önemli hatasını yaptı ve Mustafa Fazıl Paşa’dan kim ne kadar para alıyorsa yayınladı. Her ay Ahmed Rıfat 1500 frank, Agâh Efendi 1500 frank, Namık Kemal 1000 frank vb. Hatta bu yazının başında bu insanlar sanki para için bu davaya girmişler ve muhalif olmuşlar gibi yorumlarda bulundu. Onları Paşa’nın maaşlı muvazzafları (memurları) olarak suçladı. Bunlar gülünç ve haksız ithamlardı. Zira alınan paralar oldukça masraflı olan matbaa ve dağıtım işlerine ayrılmaktaydı. Bu gazetelerin ülkeye girişi yasak olduğundan birçok kişi riske girerek gazeteleri yasa dışı yollardan ülkeye sokuyor ve gümrük memurları ile emniyet teşkilatından birtakım kişilere göz yummaları için büyük rüşvetler ödeniyordu. (Namık Kemal’in anılarında bunların ayrıntıları vardır). Ayrıca adı geçen kişiler önceden de belirtildiği üzere -Kâni Paşa’nın oğlu Ahmed Rifat Bey veya Necip Paşanın torunu Mehmet Bey gibi- güçlü ailelerin çocuklarıydı. Bunların şahsi harcamaları için Mustafa Fazıl Paşa’nın desteğine ihtiyaçları yoktu. Ancak Ali Suavî sanki bu insanlar bir davaya baş koymamışlar da bu işleri para için yapıyorlarmış gibi bir hava yarattı. Hâlbuki tam aksine eğer bu yollara girmemiş olsalardı Genç Osmanlıları zaten yüksek bir kariyer hal-i hazırda beklemekteydi. Onlar muhalif olmayı seçerek bu kariyerlerini bir kenara itmiş insanlardı.
Sonuçta bu tavrı Ali Suavî’yi Avrupa’da gerçekten yalnız bir adam haline getirdi. Onun bu tavrının bir zamanlar en büyük destekçisi olan Namık Kemal’de yarattığı hayal kırıklığı yazarın mektuplarında görülebilmektedir. Namık Kemal şöyle yazmıştı: “Sadrazam Âli Paşa ve Fuad Paşa otuz yıl devletin etini yediler. Nöbet kâh birine, kâh diğerine geldi, bir gün (bile) birbirlerine karşı durmadılar. Biz ise hamiyet fırkası olacağız, milletin etini yemiyorsak da ona bedel (karşılık) birbirimizin etini yemekten bir gün hâli (uzak) olmuyoruz”(1) Bu hayal kırklığı içinde Namık Kemal’in de Ali Suavî’ye karşı çok acımasız ithamlarda bulunduğunu belirtmeliyiz. Ali Suavî’nin trajik ölümü dahi onun içindeki bu kini dindirmemiş onun arkasından yazdığı bir yazısında Ali Suavî’nin Rusya adına ajanlık yaptığını iddia edip onu -adını anmadan- hınzır (domuz) ve me’lun (lanetli/şeytan) olarak anmıştı.(2) Kuşkusuz nasıl ki Namık Kemal siyasal mücadelesini para için yapmadıysa Ali Suavî de aslında Rus ajanı değildi. Ama Osmanlı hürriyet hareketinin bu iki önemli sembol isminin bu şekilde düşman olmaları onlara hayran olan bir kuşağın demoralize olmasında ve siyasetten uzaklaşmasında etkili oldu.
NOTLAR:
(1) Mithat Cemal Kuntay, Sarıklı İhtilalci, Ali Suavî, Oğlak Yayınları, İstanbul, 2014, s.89
(2) Kuntay, age, s.111
U. Töre Sivrioğlu Kimdir?
1980 yılında Gönen'de doğdu. Ege Üniversitesi'nde arkeoloji bölümünden mezun oldu. Arkeoloji alanında yüksek lisans ve tarih alanında doktora eğitimi aldı. Türkiye'nin çeşitli illerinde ve İran, Özbekistan, Afganistan gibi ülkelerde kazı ve araştırma projelerine katıldı. İran, Bizans, Osmanlı/İslam sanatı ve arkeolojisi üzerine çeşitli araştırmaları yayınlanmıştır. Arkeoloji ve tarih temalı atölyeler yapmaya devam etmektedir.
İtalyan aydınlarının kafa karışıklığı 10 Aralık 2023
Kürt tarihi ve tarih yazıcılığı üzerine bazı mülahazalar 03 Aralık 2023
Rodrigo, Falla ve Falanjist sanat 26 Kasım 2023
Falanjist sanatın kısırlığı ve Torroba’nın ıstırabı 19 Kasım 2023 YAZARIN TÜM YAZILARI