YAZARLAR

Elvis ve siz biz!

Baz Luhrmann’ın “Elvis” filmindeki Elvis Presley, iyi bir film ve iyi oyunculuklarla, genel geçer müzik hafızamızdaki “Kral”dan sıyrılıp “Yenik ve bitik bir isyankâr”a dönüşüyor. Senaryo ve yönetim başarısının arkasında muhtemelen tam bir hissediş var. Sistemin “esas çocuk”u parçalayıp bazen iknayla bazen tehdit ve zorla, kendine uygun bir yıldıza dönüştürüşü sırasında, “çocuk”un da paramparça olan kalbi.

Sistem, düzen, otorite…
Bir insanı, hem de “popüler” şöhret tarikiyle, nasıl da süs köpeğine, uysal bir maymuna, kendisinden başka bir şeye, bir makine ya da robota, bir tüketim malına, bir araca, bir maddeye çevirmek ister ve çevirir?

Kalbinde direniş ve isyan ile yola çıkan bir çocuk, yeteneğiyle yokuşu hızla çıkarken, yüreği rehin alınıp nasıl “şöhr-eti senin, iliği kemiği benim” diyen bir çarkta, zihnen, kalben ve nihayet bedenen yok oluşa sürüklenir?

Baz Luhrmann’ın “Elvis” filmindeki Elvis Presley, iyi bir film ve iyi oyunculuklarla, genel geçer müzik hafızamızdaki “Kral”dan sıyrılıp “Yenik ve bitik bir isyankâr”a dönüşüyor.

Siyahların müziğine hayran “beyaz” çocuk, belki de o ana kadar fark etmediği ırkçı, önyargılı, beyaz üstünlüğüne tapınan, muhafazakâr, sözde ahlaklı “derin ABD”nin kuşatmasıyla karşılaşıyor hemen.

Avustralyalı Luhrmann, filmin fonundaki ırkçılık ve tutuculukla, Martin Luther King ve Robert Kennedy suikastlarıyla, bize esas hangi Elvis’i anlatmak istediğini kalbiyle seçmiş zaten.

O, boyun eğmek istemeyen siyahların “Hound Dog”unun Elvis’i.
Martin Luther King’in evrenselleşen “Bir Rüyam Var” hitabesini hatırlatan “Bir Rüya Görebilseydim”in “King Elvis”i;
“Daha iyi bir dünya düşleyebilirsem…
Tüm kardeşlerinin el ele yürüdüğü…
Söyle bana, neden ama, ama neden, rüyam gerçek olmasın” diye siyah siyah seslenen ve sonra
“Getoda” işçi sınıfının, yoksulluğun kaderine isyan eden!

Che Guevara’nın postere, Deniz Gezmiş’in popülist romantizme dönüştürülüşünü de görmüş biz fanilere, 60-70 yıldır bu “protest” Elvis’ten eritilip bırakılan ise şunlar:
Popüler kültür ikonu, çok satan plakların, ana babaya alınan malikanenin, pembe Cadillac’ın, kızı Lisa Marie’nin adını taşıyan uçağın hastası, Las Vegas kumarhanelerinin yıldızı, kadınların, genç kızların sevgilisi, sahnede şahane kıvırtmaların ve uyuşturucuların Presley’i!

Senaryo ve yönetim başarısının arkasında muhtemelen tam bir hissediş var.
Sistemin “esas çocuk”u parçalayıp bazen iknayla bazen tehdit ve zorla, kendine uygun bir yıldıza dönüştürüşü sırasında, “çocuk”un da paramparça olan kalbi.

Bir intiharın ilham verdiği, “Çok yalnız olacağım, ölebilirim” diyen “Kalpkıran Otel”le hızlanan büyük yolculuğu, 42 yaşında, yalnız ve kırılmış kalbinin durmasıyla biterken…
Onu şöhrete ve tükenişe götürmüş iş bilir, iş bitirir, dümenci “Albay” Tom Parker’ın (harika Tom Hanks) ömrü 20’inci yüzyılın tamamını yaşamıştı neredeyse.

“Elvis” size sadece Presley’i anlatmıyor elbette.
Hepimizi anlatıyor.
“Şöhret” arkasındaki, iyi veya kötü, esas insanı ıskalayışımızı da…
Nice isyankâr ruhun; başarı, ün, kariyer, kazanç pohpohlanma uğruna boyun eğen, kendi iç sesini kaybeden itaatkâra dönüşmesini de.
Sistemin, düzenin, otoritenin “ehlileştirme” ameliyesindeki hiddet, şiddet kadar, “ikna edici” marifetlerini de.
“Satılmış” ile “damıtılmış” veya “yalıtılmış” arasındaki farkları da.
İnsanın rüyalarının çalınışını, alınışını veya bizzat kendi eliyle, diliyle, boyun eğişiyle teslim edilişini.
Bazen devrimlerin kendi içinden kemirilip tükenişi gibi, içimizdeki sahici insanın da esasında teslim olan kendisine yenilişini.

O zaman, “Kral” çıplak kalsın…
Gelin, “Getoda”ki işçi sınıfı trajedilerine (Türkçesi İtirazonline’dan):

Karlar uçuşurken
Soğuk ve puslu Chicago sabahında
Yoksul bir çocuk gelir dünyaya
Gettoda.

Ve annesi ağlar
Çünkü lazım olmayan bir şey varsa
O da besleyecek bir boğaz daha
Gettoda.

Ey millet! Hala anlamıyor musunuz?
Çocuğun yardım eline ihtiyacı var
Yoksa bir gün nefret dolu biri olacak
Bize bir bak!

Göremeyecek kadar kör müyüz?
Başımızı mı çevireceğiz
Başka taraflara?
Ve dünya döner...
Burnu akan bu aç delikanlı
Ayazın ortasında sokakta oynar
Gettoda.

Açlıktan kıvranırken
Geceleri sokakta dolaşmaya başlar
Çalmayı ve kavga etmeyi öğrenir
Gettoda.

Çaresizlikle dolu bir gecede
Delikanlı terk eder
Bir silah alır ve araba çalar
Kaçmaya çalışır ama fazla uzaklaşamaz
Ve annesi ağlar...
Kalabalık kızgın delikanlının etrafını sarar
Caddede elinde silahıyla yüzüstü yatarken
Gettoda.

Onun genç evladı öldüğünde
Soğuk ve puslu Chicago sabahında
Başka yoksul bir çocuk dünyaya gelir
Gettoda.
Ve onun annesi de ağlar...


Umur Talu Kimdir?

Galatasaray Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü mezunu olan Talu, genç yaşında Günaydın, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet ve Hürriyet gazetelerinde önemli görevlerde bulundu. Milliyet Gazetesi’nde Genel Yayın Yönetmenliği yaptı. Milliyet, Star, Sabah ve Habertürk gazetelerinde yıllarca köşe yazıları yazdı. 1996’da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) Türkiye Basın Özgürlüğü ödülünü aldı. 1998 ve 2000 yıllarında TGC Yönetim Kurulu’na seçildi, 2001 yılında TGC Başkan Yardımcısı oldu. 2004 ve 2005 yıllarında yılın köşe yazarı seçildi.