Eleştiriye tahammülsüz bir gösteri ve beğeni çağı

Eleştiri eylemi size yöneldiği anda, işin içine özeleştiriyi de katmadığınız sürece eylemin bizatihi size yapılmış bir saldırı olduğu konusunda bir fikri sabite kapılırsınız.

Google Haberlere Abone ol

Tezcan Durna*

Eleştiri, “ele” kökü ile “ıştır” ekinden türetilmiş bir sözcüktür. Elbette bu isim hali. Fiil hali sona bir “mek” eki getirilerek oluşturuluyor. Uydurulmuş bir sözcük gibi durmakla birlikte kökün asıl anlamına vakıf olduğunuz zaman uydurmanın ne kadar isabetli olduğu görülüyor. Hoş hangi sözcük uydurma değil ki zaten? Ele sözcük kökü, aslında elge ya da elek gibi göndermelere sahip. “Elge” elden ya da elekten geçirmek anlamına geliyor. Elekten geçirmeyi geniş olarak yorumlarsanız, herhangi bir tohumun iyisini kötülerinden, iri ve işe yararını küçük ve işe yaramazından ayırmak anlamı kadar soyut anlamda “iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırt etmek, yalanı gerçekten ayrıştırmak” gibi anlamlara da ulaşmanız mümkün.

Aslında eleştiri bir miktar modern Türkiye Cumhuriyeti'nin dilde sadeleştirme sürecinin ürünü gibi de görünüyor. Osmanlıca “tenkit” sözcüğünün Öz Türkçeleştirilmiş hali de işte eleştiri sözcüğü. Tenkit ise, Arapça “nakada” fiilinden türetilmiş, “taf’il vezninde ikinci masdar” olarak kullanılarak Osmanlıcaya geçmiş. Sözcüğün fiil kökü, “gagaladı, iğneledi, söz dokundurdu” gibi anlamlara geliyor. Yine sözcüğün ismi meful olan türevi “münekkit”te bu anlamın ruhu ortaya çıkıyor. Osmanlıcada münekkit, tenkit eden, iğneleyerek rakibini itibarsızlaştıran anlamlarına geliyor. Daha çok edebiyat ve basın camiasındaki kalem kavgalarında karşımıza çıkan münekkit tiplemesi çoğunlukla dilinin kemiği olmayan, kalemi sivri olan kişilere deniyor. Bu kelimenin kendi kendini tenkit etmek şeklinde bir kısa karşılığına ben rastlayamadım. Belki de benim cahilliğimdendir. Olsa olsa “nefis muhasebesi” şeklinde ifade edilebilir belki. Bu kelimeden türetilmiş Öz Türkçe eleştiri sözcüğünün kendi kendine yönelmiş hali ise “özeleştiri” olarak karşımıza çıkıyor. Bu da tahminen İngilizce otokritik (autocritique) sözcüğünün Türkçeleştirilmiş hali.

Eleştirinin etimolojik kökenleri böyle. Sözcükler, tek başına bir anlamın sınırlarını belirlemezler. Bir sözcüğün anlamının sınırlarını içinde doğup geliştiği kültürel iklim şekillendirir. Eleştiri sözcüğü de bu neviden sözcüklerden birisi. Eleştiri, Osmanlıca “tenkit” sözcüğünün günümüz Türkçesine uyarlanmış hali. Uyarlanırken, belli ki, meram edilen anlam Batı dillerindeki anlamına göndermede bulunmasıymış, “özeleştiri” sözcüğünün bile düşünülmüş olmasından bunu anlıyoruz. Doğruyu yanlıştan ayırt etmek, var olan ve çoğu zaman eşitsiz iktidar ilişkilerini meşrulaştıran kültürel örüntülerin elenmesi ve sorgulanması gibi anlamlar meram edilmiş belki de. Ancak sözcüğün çevrildiği eski tenkit sözcüğünün anlamları ruhuna sinmiş ve günümüze kadar gelmiş görünüyor. Zira günümüzde hala “eleştiri” sözcüğü, “laf dokundurmak, gagalamak, iğnelemek” gibi anlamlarla yoğun bir şekilde hemhal durumda. Eleştiri eyleminin kendisi düşmanlık etmek, kötülüğünü istemek gibi anlamlarda algılanıyor çoğu kişi tarafından. Birisini eleştirmek, onu tümüyle yıkmak, mahvetmek, perişan etmek, hatta yok etmeye yeltenmek gibi görülüyor.

Ben bu eleştiri konusunu üniversitede çalışırken sık sık düşünürdüm. Özellikle de tez jürilerinde, tez izleme komitelerinde, akademik hayatın tozlu yollarında seyrederken, her zaman hem eleştiren hem de eleştirilen pozisyonunda yer alabilirsiniz. Misal bir akademik makale yazar dergiye gönderirsiniz, eleştirilen pozisyonda, bir dergiye gelen makaleye hakemlik edersiniz eleştiren pozisyonunda yer alabilirsiniz. Elbette öğrenciyken daha çok eleştirilen pozisyonunda olursunuz. Pek hazırlıklı olmadan girdiğim bir doktora tez izleme komitesinde, üstelik de pek sevip kıymet verdiğim hocalarımdan oluşturulmuş komite üyelerinin verdiğim beş sayfalık bir metin üzerinden yaklaşık üç saat boyunca beni yerden yere vurmalarını ve toplantıdan çıktığımda “nasıl geçti?” diye soran meraklı akranlarıma-arkadaşlarıma sadece “yararlı” diyebildiğimi hiç unutmam. Yüzümün renginin attığını, alı al moru mor olduğumu, dokunsan ağlayacak duruma geldiğimi olayın üstünden ancak bir saat geçtikten sonra kavrayabilmiştim. Eleştiriyi kaldırmak hiç kolay değil. Hele ki, gerek benliğinize, gerekse de yaptığınız herhangi bir işe harcadığınız emeği, yaptığınız yatırımı aslında ancak kendiniz takdir edebilecek durumdayken, onun başkaları tarafından yargılanması, ölçülmesi, biçilmesi belki de hayatta en zor kabullenilebilecek işlerden birisi.

Buradan da anlıyoruz ki, eleştiri eylemini kendi egonuza karşı saldırı olarak algıladığınız zaman, neyiniz eleştiriliyorsa o konuda hiçbir gelişim kaydedemeyeceğinizi baştan kabul etmeniz gerekir. Eleştiri eylemi size yöneldiği anda, işin içine özeleştiriyi de katmadığınız sürece eylemin bizatihi size yapılmış bir saldırı olduğu konusunda bir fikri sabite kapılırsınız. Türkiye’de özellikle de akademi, sanat ve siyaset dünyasında bu çok yaygın bir hastalık. Ülkenin kurucusunu üstelik de herhangi bir bilimsel disiplinle ilgili yaptığınız bir araştırma çerçevesinde eleştirdiğiniz zaman, ya ona ve dolayısıyla rejime ve elbette O’na koşulsuz şekilde hayranlık besleyip sadık olanlara düşmanlık etmiş olarak algılanırsınız; ya da bizatihi rejime düşman olanların, yani Cumhuriyetten ölesiye nefret edenlerin can dostu olarak görülürsünüz. Hâlbuki siz Cumhuriyetin kuruluş yıllarında yapılmış hataları, eksiklikleri eleştirdiğiniz zaman meramınız, “daha iyi, daha özgürlükçü, daha eşitlikçi bir cumhuriyet nasıl kurulur?” sorusuna makul bir yanıt aramaktır. Bu soruya aradığınız makul yanıtı vermek yerine, üzerine hiç düşünmeksizin çoğu kendini Cumhuriyetçi ve Atatürkçü sayan zatı muhteremler, sizi birdenbire Atatürk ya da rejim düşmanı olarak damgalayabilirler. Aynı şekilde, Cumhuriyetten ölesiye nefret edenler de birdenbire sizin en can dostunuz olup çıkabilirler. Öyle ya siyaset dostla düşmanı ayırma sanatıdır: “Düşmanımın düşmanı dostumdur.” Eleştiri konusundaki bu ifrat ve tefrit arasında gidip gelmeler nedeniyle eleştiri sözcüğünün gerçek anlamını içselleştirmemiz de mümkün olmaz.

Çağımız eleştiri ve hakikat arayış çağı değil kuşkusuz. Çağımız gösteri ve beğeni çağı. Hiç kimsenin yaptığı ve söylediği şeyin, tavrının ve davranışının eleştirilmesine tahammülü yok. Yapılan, söylenen, uygulanan, paylaşılan her şey sanki sadece beğenilmek için var gibi. Özellikle sosyal medyada siz herhangi bir şey paylaştığınız zaman aslında paylaştığınız şeyi müzakereye açmıyorsunuz, beğeniye sunuyorsunuz. Tam da bu nedenle paylaşılan şey hiçbir zaman müzakereyi, yapıcı eleştiriyi ya da anlamlı bir tartışmayı beraberinde getirmek için sunulmuyor. Ya onaylanıyor ya da öldüresiye linç ediliyorsunuz. İfratla tefrit arasındaki ince çizginin sırrı günümüzün görecelilik fetişizminde gizli. Birisi bir diğerini eleştirdiği zaman, hangi gerekçelerle eleştirdiğini çoğu zaman söyleme gereği bile duymuyor. “Nesini beğenmedin?” sorusuna verilen yegâne yanıt genellikle “çünkü beğenmedim” oluyor. Buna karşı verilen tepkiler genellikle ya kayıtsızlık ya alakasız savunma ya da düpedüz reddetme şeklinde vuku buluyor. Bunun içine aslında hepimiz de düşmüyor muyuz çoğu zaman? Misal ben yaptığım bir yemeğe eşimden gelen “fazla tuzlu olmuş, ya da fazla acı olmuş” eleştirisine çoğu zaman “yahu bir cimcik tuz attım, ya da hayır canım acı değil, senin ağzının tadı yok” şeklinde yanıt vermeyi seçebiliyorum. Uzun tartışma ve ağız dalaşlarından ve yaptığım yemeği tek başına yemek zorunda kalmalardan nice sonra kabul ediyorum, “ya evet biraz tuzlu olmuş olabilir, ya da galiba benim acı eşiğim sana göre biraz yüksek ve seni pek düşünmeden fazla acı yapmış olabilirim” gibi kabullenmeler gelebiliyor.

Bu eleştiri kabul etmezliği toplumsal ve siyasal alana teşmil ettiğiniz zaman örnek bulmakta hiç zorlanmıyorsunuz. Misal “açıkça anayasayı ihlal ediyorsun” dediğiniz zaman, ya düpedüz reddetme ile ya da ucuz hamasetle karşılaşıyorsunuz. “Bu seçim ülkenin hayat memat seçimi, dış güçlerin değirmenine su mu taşıyorsunuz?” gibi yönelttiğiniz eleştiriyle alakası olmayan savunular, elbette getirdiğiniz eleştiriye rasyonel ve tatmin edici yanıt beklentisini beyhude ve anlamsız hale getiriyor. Elbette bu tür hamasetler, düşünebilen ve düşünebilmeyi çoğu zaman suiistimal aracı olarak kullanabilen insan türünün genel alışkanlığının bir ürünü. Sokrates, gençlere ve tabii ki dönemin muktedirlerine sorduğu rahatsız edici sorular nedeniyle yargılandığı zaman, “toplumun inancıyla alay ettiği ve gençleri yoldan çıkardığı” suçlamasına muhatap kalmadı mı? Savaş olmasın, ne pahasına olursa olsun barış olsun diyenler, şiddet kullanma hakkını suiistimal eden bir devleti eleştirdiği zaman vatan hainliğiyle ya da devletin itibarını zedelemekle suçlanmıyor mu?

Eleştiri çoğu zaman failinin kolaylıkla suçlanabilmesine yol açar. Suçlamanın dozu, eleştirinin muhatabının eleştiriden ne kadar rahatsız olduğuyla doğru orantılıdır. Kuşkusuz eleştiri rahatsız eder, etmelidir, zaten rahatsız etmek meramıyla yapılır. Antik Yunan’daki Parrhessia oyununda da olduğu gibi eleştirinin muhatabı zaten eleştiriyi yapan kişinin varlığını tehlikeye sokabilecek, hiç değilse, çıkar ilişkisinin zedelenmesine yol açabilecek kişi ya da kişilerdir. Misal siz öğrencinizi eleştirdiğiniz zaman risksiz bir şey yapmış olursunuz. Ama hocanızı, okul müdürünüzü, ülkenin ceberrut yöneticisini, arkadaşlığından büyük keyif aldığınız arkadaşınızı, patronunuzu eleştirirseniz bazı şeyler kaybetmeyi göze alırsınız. İşte bu riski göze almak sizi gerçek bir eleştirici ya da parrhessiastes yapar. Bu riski, desteklediğiniz bir parti liderini, aynı kategori içinde yer aldığınız bir kurumsal yapıyı eleştirdiğiniz zaman da göze alırsınız. Misal, ülkenizin geleceğinin tehlikede olduğu bir dönemde, mevcut yönetici-yöneticileri iktidardan uzaklaştırmak için destek verdiğiniz bir muhalefet grubunu eleştirmek sizin için risk olabilir. Ancak bu riski göze alabilen kişiler ancak gerçeği dile getirebilir zaten. Eleştiri risksiz yapılabilen bir şey değildir. Risksiz yapılan şey ancak, suya sabuna dokunmadan birilerinin gönlünü hoş etmektir. Gönül hoş etmek amacıyla konuşanlara da geçmişte ne dendiğini herkes biliyor olmalı: Soytarı. Günümüzün herkesin soytarı, herkesin kral olduğu bir dönem olduğunu akıldan çıkarmadan, ülkenin geleceğine katkı sunmak isteyen siyasetçilerinin makul ve yapıcı eleştirilerden yararlanması dileğiyle yazımı sonlandırayım.

*um:ag Genel Yayın Yönetmeni, serbest akademisyen.