Düşlerinizden sakının

Julian Barnes'ın son romanı 'Elizabeth Finch', Serdar Rıfat Kırkoğlu’nun çevirisiyle Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlandı.

Fotoğraf: David Levene/The Guardian
Google Haberlere Abone ol

Julian Barnes, uzun yıllar edebiyat ve sinema eleştirmenliği yapan, pek çok süreli yayında ismine rastlanan bir yazar olarak ilk romanı 'Metroland'i 1980 yılında kaleme alır ve yazdığı her romanla kariyerinde giderek yükselmeye başlar. Bu yükselişin en büyük sebeplerinden biri Barnes’ın insana ve onu belirleyen koşullara olan yaklaşımında gizlidir. Çoğunlukla tartışma yaratan konuları keskin bir biçimde ele alıp karakterlerini, karakterlerinin nezdinde okuru türlü soru işaretleriyle çevrelerken sakin bir gerilim içinde yazar.

Son romanı 'Elizabeth Finch' de bunun en güzel örneklerinden biridir. Ayrıntı Yayınları etiketiyle, Serdar Rıfat Kırkoğlu’nun çevirisiyle raflardaki yerini alan 'Elizabeth Finch', tarihin de en az insan kadar güvenilmez olduğunu ve aşkın gerçekle kurduğu ilişkiyi tartışan bir romandır.

ÖĞRETMENİN GÖREVİ SORU SORMAKTIR

Peki kimdir Elizabeth Finch?

Aslında bütün kitap boyunca okur olarak biz de, tıpkı başkarakterimiz Neil gibi, bu sorunun cevabını bulmaya çabalarız. Neil hafızasını zorlar, yaşananları hatırlayıp çeşitli notlar alır, birileriyle görüşür... Ancak tam onu tanıdığımızı düşündüğümüzde bambaşka gelişmeler yaşanır ve Elizabeth Finch yine karşımızda, yine bilinmezliklerle dolu bir kadın olarak durur.

Elizabeth Finch, üniversitede Kültür ve Uygarlık dersi veren bir akademisyendir. İlk bakışta ayırt edici pek bir özelliği yoktur. Kendi halinde biridir. Genelde sakin bir ses tonuyla konuşur ancak bahsettiği konular insanların güven çemberlerini, inandıkları değerleri sarsmaya yönelik konulardır. Elizabeth Finch’i etkileyici kılan en önemli şey de zaten budur.

Elizabeth Finch, Julian Barnes, Çevirmen: Serdar Rıfat Kırkoğlu, 192 syf., Ayrıntı Yayınları, 2022.

İlk derste öğrencilerinin karşısına geçtiğinde onları bilgi yığınları ve tablolarla bunaltmayacağını söyler. Verdiği kitap listesini okumanın keyfe bağlı olduğunu, bir öğretmen olarak burada bulunmasının tek sebebinin diyalog kurmak ve öğrencileri düşünsel anlamda farklı soru ve yollarla tanıştırmak olduğunu belirtir.

Evvela tarihi ve tarihteki belli başlı figürleri ele alır: Ursula ve on bir bin bakirenin yürüyüşüyle başlar, bazı günler İsa’ya ve dinden dönen Julian’a, bazı günler de daha yakın döneme gelir ve Hitler’e kadar uzanır. Ele aldığı her konuya farklı bir bakış açısıyla yaklaşır, zaman zaman öğrencileri kızdırır ve kışkırtır. Örneğin tektanrıcılıkla (monoteist) tekeşliliği (monogami), onun da tekdillikle (monoglot) kurduğu ilişkiden bahsederken, “Düşlerinizden sakının. Aynı zamanda, genel bir kural olarak, çoğu insanın özlem duyduğu şeylerden de sakının. Zoraki monogami zoraki bir mutluluktur” der.

ÖLÜM-YAŞAM DENGESİ

Neil, Elizabeth Finch’in sınıfındaki öğrencilerden biridir. Ona ve onun anlattıklarına öyle çok ilgi gösterir ki, belli bir noktadan sonra Elizabeth Finch onun için aşka dönüşmeye başlar. Ancak bu, bildik anlamda bir aşka ne kadar benzer, bunu Neil da bilmez. Okul bittikten, herkes bir yere savrulduktan sonra Elizabeth Finch’le yılda bir iki defa öğle yemeği için buluşmaya başlar. Bu buluşmalar yirmi yıl boyunca devam eder. Yaptıkları sohbette neredeyse kişisel hiçbir şey konuşulmaz, sadece beyin fırtınası yapılır, o kadar.

Ve günün birinde Elizabeth Finch ölür. Bu, Neil’ı hem üzer hem heyecanlandırır. Zira Elizabeth Finch bütün kitaplığını ona bırakmıştır. Böylece Neil, belki de ilk defa, Elizabeth Finch’in kim olduğunu öğrenmeye gerçekten yaklaşır.

MOZART İKİLEMİ

Barnes bu romanında tarihe çokça yer verir. Üstelik bunu sadece Elizabeth Finch’in diyaloglarına da sıkıştırmaz. Neil, Elizabeth Finch’i ararken, tarih de paralel bir çizgi olarak onun hemen yanından akar gider.

Pek tabii bu tarih, bilinen, kabul edilen resmî tarih değildir. Sorgulanan, çeşitli varsayımlar ve eleştirilerle kaplı bir tarihtir. Elizabeth Finch belki de bu yüzden, “Tarihini yanlış anlamak bir ulus olmanın parçasıdır” der bir gün. İnsanları birleştiren şeylerin ortak doğrular değil, ortak yanlışlar olduğunu iddia eder.

Neil da bu cümle üzerinden kendi hayatını ele alır: Oyunculuk kariyeri berbat haldedir. Bir zaman sonra bu defteri tamamen kapayıp bambaşka bir sektöre geçip mantar yetiştirmeye başlar. Birbiri ardına iki kötü evlilik yapar. İkisinden de boşanır. Çocukları vardır ve hayatı hiç de gençliğinde hayal ettiği gibi değildir. O da, “Tarihimizi yanlış anlamak bir aile olmanın parçasıdır” der. Sonra da konuyu Tolstoy’un meşhur cümlesini tersinlemeye getirir. Aslında mutlu ailelerin birbirlerinden farklı olduklarını, aile bireylerinin mutluluk için kendilerinden taviz verip diğerlerine özen gösterdiklerini ama mutsuz ailelerin genelde hep aynı hatalar yüzünden mutsuz olduklarını söyler. Bunun en temel göstergesinin de kendi hayatı olduğunu vurgular. Bu da bizi Elizabeth Finch’in “Mozart ikilemi” olarak adlandırdığı soruya yaklaştırır:

“Hayat güzel, ama hüzünlü müdür; yoksa hüzünlü, ama güzel midir?”