'Tarihin Sonu’na 4 muhafazakar eleştiri

“Tarihin Sonu” tezinin yazılmasından neredeyse otuz yıl geçtikten sonra, modernitenin yol açtığı sorunlar devam ediyor. Peki, tarih Fukuyama’nın telaffuz ettiği üzere, sosyalizmin politik sahneden çekilmesiyle son buldu mu?

Google Haberlere Abone ol

Andrew J. Bacevich * 

The American Conservative dergisi okuyucuları (yahut son on yılda Amerika Birleşik Devletleri’nin bu kadar hızlı ve hesapsızca tükettiğini anlamak isteyen herkes) üç ayda bir yayınlanan “Hedgehog Rewiev” yayınının 2017 sonbahar sayısına bir göz atmak isteyebilirler. Bu özel sayının konusu Francis Fukuyama’nın 1989’da kendisini küresel bir şöhrete kavuşturan denemeye atıfta bulunarak (soru işaretleri ve diğer şeylerle birlikte) “Tarihin Sonu’nun Sonu mu?” idi. Fukuyama, Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından, liberal demokratik kapitalizme (yani Amerikan Hayat Şekline) karşı dişe dokunur bir rakip ortaya çıkmayınca, tarihin “son bulduğunu” ilan etmişti. “Bizim yolumuz,” başkalarının da kaçınılmaz biçimde kabul etmesi gereken tek yol haline gelmişti.

Gerçekteyse, sonraki yıllarda, tarihin Fukuyama’dan daha kararlı, dik başlı ve inatçı biçimde donuk olduğu; ayrıca, tahayyül edilen “sonculuğun” onaylanması noktasında insanların oldukça aceleci davrandığı olduğu ortaya çıktı. İklim değişikliği gezegeni tehlikeye sürüklerken ve oturduğu yerden bir Amerikan başkanının “dünyanın daha önce görmediği bir ateş ve gazapla” düşmanlarını tehdit etmesi, bu sonu yakınlaştırabilir; ancak, görünürde en hayati sorunlara çözüm olması beklenen komünizmin çöküşü, Fukuyama taraftarlarının atıfta bulunduğu sona tekabül etmiyor.

Hedgehog Rewiev’da toplanan denemeler, James Davison Hunter, Patrick Deneen, Wilfred McClay ve Jackson Lears gibi ünlü bilim insanlarının makalelerini içeriyor. Fukuyama’nın tezinin her bir noktasının yanlışlığını göstermek yerine, tezin tamamını yapay bir görüş olarak ele alıyorlar.

Baştan sona okunmayı hak eden denemelerin içeriğini özetlemeye çalışmayacağım. Öte yandan, bir araya getirildiklerinde, düşünmeye değer pek çok nokta içeriyorlar.

SİYASET, İÇERİĞİNİ VE ANLAMINI YİTİRİYOR

İlk nokta: Çağdaş Amerikan siyasetinin tamamen düzmece olması. Günümüzde Washington, bir komedi tiyatrosundan başka bir anlama gelmiyor. Temel oyuncular okudukları satırlara inanmaya çalışıyorlar. İçeriden izleyen gazeteciler, bürokratlar, lobiciler ve güç komisyoncularının ayrıcalıklı izleyici performansını ciddiye alıyor gibi davranıyorlar.

Yine de bu oyun amaçsız biçimde oynanmıyor. Temel amaç, vatandaşların aktif olarak parçası olduğu ve somut sorunlarla uğraştığı gerçek demokrasiyi bastırmak.

İkinci nokta: Altta yatan liberal fikir birliği. Paul Ryan ve Mitch McConnell gibi “muhafazakârlar”, Nancy Pelosi ve Chuck Schumer gibi “ilerici”lerle sahnede birlikte çalmaya devam etmek ister gibi görünüyorlar. Bu arada, perde arkasında, liberal bir fikir birliği hâkim ve ulusal hayata yön veren bir ortak akıl mevcut. Klasik liberaller piyasa ekonomisi ve sınırlandırılmış bir hükümet yönetiminin mucizelerinin habercisidir. İlerlemeci liberallerse, pazardaki aşırılıkları törpülemek ve ütopyaya geçişi sağlamak hususunda gözlerini devlete dikiyorlar. Her iki taraf da bir seçenek yaratmak için çabalıyor. Diğer yandan, “seçenek” dediğimiz şey bir hayalden ibaret. Patrick Deneen, “Sonuç, özgürlük vaat eden, ancak kaçınılmaz olarak zayıflık, parçalanma, güvensizlik ve öfke ortamı yaratan bir siyasi sistem,” diye yazmış.

Üçüncü nokta: Gerçek bir kültürler savaşı. Hangi görünüm altında olursa olsun, liberalizm geleneklere, cemaatlere, kurulu normlara ve ortak bir kültür fikrine iyi gözle bakmaz ve bunların hepsi, piyasanın işleyişine veya radikal bireysel özerklik iddialarına olumsuz etkide bulunur. Virginia Üniversitesi’nden Hunter, sağ ve sol cenahtan devam eden saldırılara maruz kalmasından ötürü “uzun süredir Amerikalıları bir arada tutan etken olan demokrasi kültürü artık çözülmeye başladı,” uyarısında bulunuyor. Arta kalan ise “şekle dayalı bir cumhuriyettir; bundan sonra kimlik ve toplumsal amaçlar meselelerini ele alamayacaktır.” Belirli semboller kalıcı bir saygıyı gerektirir (bu yüzünden NFL maçlarından önce Ulusal Marş birlikte okunur) ancak bunlar özünü yitirmiş durumda. Peki, Amerika’nın durumu nasıl? Kısa cevap: Anlamını tamamen yitirmiş bir Liberalizm kültürü.

Dördüncü nokta: Teknokrasinin zaferi. Amerikalılar ve bilhassa Amerikalı politikacılar, özgürlük hakkında mütemadiyen boş boş konuşuyorlar. Diğer yandan, pratikte Lears’ın da belirttiği gibi, özgürlük esasen “piyasa seçimine” indirgenmiş durumda. Neoliberalizm, “piyasa mantığının daha yaygın ve gaddarca taleplerine” ayak uydurmak amacıyla yoğun biçimde toplumsallaştırılmış bir “neo-liberal ben” yarattı. Küreselleşmenin talepleri yerine getiriliyor, gençler ve diğer kesimler amaca uygun olarak eğitiliyor. Eğitim böylece “bir yemek biletinden biraz daha” kıymetli bir üniversite diplomasıyla “mesleki eğitime” indirgeniyor. Piyasa şartlarında, bireyler gerçek ahlâki serbestlik karşılığında “yaşam tarzı öyküsü” sunan bir sistemde, “insan sermayesi” haline geldiler. Herhangi bir Amerikan şehrine bakın: Sıçanlar, kaldırımdaki kalabalıkla yürürken, başı yere eğilmiş halde bireysel gücün kaynağı olduğu iddia edilen “kişisel elektronik cihazında” herhangi birinin taleplerini yerine getirmeye devam ediyor.

ARTIK  'BELİRLENMİŞ BİR GELECEK' SÖZ KONUSU DEĞİL

Fukuyama’ya göre, faşizm, komünizm ve demokratik kapitalizm arasındaki yirminci yüzyılda süren büyük çekişme esnasında, bir zamanlar “herkes hakkında ve sonsuza dek” bir şeyler belirlenmişti. Neticede “iyi çocuklar” kazandı. Fukuyama’nın bunun etkileri hakkındaki görüşlerini paylaşmasak bile, rekabetin sona erme biçimi nedeniyle minnettar olabiliriz.

Öte yandan, bu rekabet dahilindeki tarafların her biri modernitenin bir türünü temsil etmekteydi. Geçen yüz yılın sonuna geldiğimizde nihai olarak egemen hale gelen versiyon, doğası gereği “kötülükten ibaret” olmasa da bayağı ve yüzeysel, hatta aşkın bir anlayıştan yoksun bir versiyondu. Bu nedenle, yıllar geçtikçe, “bizim” modernitemizin eksiklikleri giderek daha belirgin hale geldi.

Bu durumun, hipsterların, kozmopolitlerin, teknokratların ve gururlu meritokratik (toplumu seçkin bir entelektüel grubunun yönetmesini talep eden politik görüş) seçkinlerimizin yararına çalışıyor olması, şüphe götürmez bir gerçek. Yine de Jackson Lears, makalesinin sonunda önermiş olduğu gibi, ayaklar altında çiğnenmiş olan azınlıklardan birkaçının, fena halde köreltilmiş olduklarının farkına varmış olduklarını öne sürüyor. Bernie Sanders olgusu, onların memnuniyetsizliğinin bir işareti olabilir. Donald Trump’ın başkanlığa seçilmesi de bunu açıkça perçinliyor. Modernite, rekabet olmadan ayakta kalamaz.

Bu arada, tarih gerçekleşmeye devam ediyor..

*Andrew Bacevich, sağ-liberal siyaset güden The American Conservative dergisi yazarıdır. Yazının aslı The American Conservative sitesinde yayınlanmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)