YAZARLAR

Diyanet engizisyonu gözünü depremzede çocuklara mı dikti?

Diyanet engizisyonuna hayır başlıklı metni imzalayarak iktidarı ve Diyaneti durdurmayı denemek gerekiyor. Çocuklarımızı ele geçiren Diyanetin nakilci din yorumuyla hepimizin zihnini ele geçirmesine izin verilemez. Din, ibadet ve vicdan özgürlüğü gibi düşünce ve ifade özgürlüğü, düşünceyi yayma özgürlüğü ve özgür basının cenaze namazına durmuş gibiyiz bu kararla.

Maraş merkezli depremlerin üzerinden üç hafta geçtikten sonra devam eden, çözüm bekleyen pek çok toplumsal sorunun varlığı, yıkımın büyüklüğü ile doğru orantılı elbette. Ancak ters giden şeyler de günler geçtikçe daha açık görülür oldu. En önemlisi kayıp çocuklar konusu. Gariptir kamu kurumları kayıpları bulup ailelerine, yakınlarına teslim etmekle ya da devlet koruması altına almakla ilgili haberler vermiyor topluma. Tersine kamu kurum ve görevlilerinin bilgisi ve iradesiyle çocukların bilinmeyen yerlere teslim edildiğine ilişkin haberlerin gerçekliğiyle yüzleşiyoruz.

Aile Bakanlığı ve Diyanet arasındaki işbirliğinden yararlanılarak Müftülükler kanalıyla bazı tarikat ve cemaatlerle ilişkili kimi vakıflara verilmiş çocuklar olduğu görünüyor. Çocukların dini ideolojiyle nesneleştirilmesi anlamına gelen bu işbirliği, anayasaya, çocuk hakları sözleşmelerine ve yasalara aykırı.  Fakat normlar hiyerarşinde en altta kalan yönetmelik değişiklikleriyle mevzuata sokulmuş olma ihtimali yüksek. Diyanet kadına yönelik erkek şiddetiyle mücadeleden çocuk hakları alanına, çocuklara yönelik cinsel sömürü ve cinsel istismarla mücadeleye kadar her alanda yetkili kılındı. Yasa tanımazlık özelliği adeta Diyanetin “meşru” ve temel niteliği haline getirildi. Yasa dışı işler özellikle kadınlar ve çocuklarla, sosyal politikalarla ilgiliyse Diyanet aracılığıyla yürütülüyor.

Her depremde her felakette kadınlar ve çocuklar kaybolur. Organize suç örgütlerinin insani dram ve travmalardan yararlanma fırsatçılığı ve becerisi herkesin malumu. Ve bunları önlemek için afet ve acil durum koordinasyonu toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesini odağına yerleştirmeli denir. Kurumların bu yöndeki yetersizliği ve isteksizliği nedeniyle kadın örgütleri sahaya ilk erişenlerden olur. Dayanışmayla ihtiyaçların karşılanması, kadınların ve çocukların şiddete ve kaçırılmaya karşı korunmasıyla doğrudan ilişkili çünkü. Suç örgütlerine karşı kadın dayanışması örülmeye öncelik verilir afet bölgelerinde. Maraş merkezli depremler sonrası yine kadınlar örgütlü ve bireysel olarak sahadaydı. Ancak bu defa kamu AFAD ile akredite olmayan sivil toplum gönüllülerine özellikle ilk 48 saatte resmen engel oldu. Toplumsal dayanışmanın siyaseten iktidar için arzu edilmediği bilinir zaten ama afet acil desteklerinde bile akreditasyon aranması sadece merkeziyetçi yapıyla açıklanamayacak kadar kuşku yaratıyordu. Afet bölgesinde, depremzedelerle ilişkilerde sadece kendi otoritesini kabul edenlere alan açmak için altın saatlerdeki yardımları önlemeyi göze alan bir yönetimin geride başka hesapları olabilirdi.

Nitekim zamanla haberdar olduğumuz depremzede çocuklarla ilgili gelişmeler kuşkuları doğrular nitelikte. Haberleri yalanlama amacıyla yapılan açıklamalar da kuşkuları giderecek, soruları cevaplayacak nitelikte değil. Çelişkili bilgiler veriyor kamu idaresi. Ve çocuk kaçırmasından endişe edilen organize suç örgütleri bu defa kamu kurumlarının gölgesinde kalmış gibi görünüyor. Arama kurtarma ve acil yardım konusunda, deprem yaralarını sarmakta koordinasyon beceriksizliği açığa çıkan kamu kurumları, depremzede çocukları, gayet organize şekilde ve el altından pay etmiş gibiler. Depremzede çocukları, literatürde yer almayan, nevzuhur refakatsiz çocuk kavramıyla isimlendiren Aile bakanlığı, yetersiz açıklamayla yetinip kendilerine güvenmemizi istemekten ibaret beyanlarda bulunuyor.

DW Türkçe’den Alican Uludağ haberleri bu yönde dikkatle okunmaya değer. Bu haberden önce Beykoz’dan bir grup çocuk hakkında tanık haberleri gelmişti. İHH gönüllüsüne teslim edildiği haberleri çıkıp sonra “anneleri yanlarında” iddiasıyla yalanlanmaya çalışılmıştı. Ancak yalanlama amacı taşıyan beyanlar, olayla ilgili soruları cevaplamaktan uzaktı. Sonra Uludağ’ın haberiyle Sakarya’da Müftülük tarafından İsmailağa cemaatine yakın bir vakfın Kuran Kursuna emanet edilen çocukların varlığı öğrenildi. Devlet depremzede çocukları, yasalara, sözleşmelere uygun şekilde koruma altına alma yeteneğinden yoksunmuş gibi, çocuklar, kimi yasa tanımaz dini yapılara el altından pay ediliyor. Yasalara ve hatta kendi oluşturdukları yasa tanımaz mevzuatlarına bile aykırı olmasa ortaya çıkıp “falanca protokole dayanarak” verdiklerini açıklayabilirlerdi. Ki o takdirde adı geçen protokolün resmi sitelerde görünmesi gerekirdi. Sıkça başvurulan yöntemle kamu idaresi geri adım atarak bu defa çocukların o vakıf yurdundan alındığı haberlerini pompalamaya başladı topluma. Özgür basın olmasa öğrenemeyeceğimiz bu çocuk teslimi konuları, baştan bizlerden saklanmışken şimdi geri alınma haberleri de kimlere ve nereye verildikleri bilgisinden de yoksunken gel de inan. Önce yalanlama, tutmuyorsa geri adım beyanı, karanlık ve çapraşık işlemlerde sıkça görülen savunma stratejisi. Depremzede çocukların izini kaybetme riski yüksek olan bu işlemler, kamu kurumlarıyla bazı vakıf, dernek ve cemaatler arasındaki şeffaf olmayan maddi, manevi, prosedürel ilişkilerle gayet organize görünen işleyişe dayandığı izlenimi yaratıyor. Cumhuriyeti din devletine, otoriter yönetimi diktatörlüğe çevirme çabasının toplumu biçimlendirmek için çocukları kullanacağından sanırım kimsenin şüphesi yoktur. Önce 9 sonra 7 olarak açıklanan ve İHH gönüllüsüne teslim edilen 20, 30 çocuk gibi sayıların gerçeği yansıtmaktan çok uzak olduğuna da kuşku yok.

Diyanet İsleri Başkanlığına yönetmelikle verilen bir başka yasa tanımaz yetki de Kur’an meallerini denetleyip, yasak ve imha kararı alması üzerine. Geçmişte Mushaf denetimi yetkisi vardı. Mushaf yani Arapça baskılı Kuran metinlerinde harf, hareke, ayetlerdeki eksik fazla denetleme yetkisiydi bu. Yani maddi hata yönünden denetleme yapardı ve buna itiraz eden yoktu. Fakat 2018'de yapılan yönetmelik değişikliğiyle meal denetimi yetkisi de verildiği görüldü. İslam Ansiklopedisinin Meal başlığını yazan Mustafa Öztürk her mealin bir yorum olduğunu söylüyor. Meal yasaklama, toplatma, imha kararlarının “temel İslami niteliklere aykırılık” gibi son derece soyut ve kişiden kişiye değişecek muğlak gerekçeyle gerçekleştirilmesine olanak tanındı. Kuran sadece Diyanet tarafından yorumlanabilir, Diyanetin yorumlarına uymayan yorumlar din dışı kabul edilir hale getirildi. Bugünkü yönetimiyle Diyanetin İslam ve Kuran hakkındaki görüşlerinin temelini ise Menzil şeyhleri, İsmailağa cemaati gibi yapılar oluşturuyor. Akıl, bilim, laik eğitim düşmanlığı ve dini nakilden ibaret bilgiyle öğretme metodunu seçen bu yapılar. Mevcut Diyanet yöneticilerinden aldıkları güçle bugün ülkemizdeki Müslüman algıyı şekillendirme yetkisine sahipler şu an. Ama bununla yetinmek de istemiyorlar. Daha fazlasını istiyorlar. Toplumu, çocukları, gençleri kendi din yorumlarına ikna edebilmek için farklı yorumları yok etmekten başka çareleri olmadığının farkındalar.

Deprem gündeminde, her birimiz büyük acıları gidermenin arayışındayken bile durmayan belki tam da bu gündem yoğunluğunu fırsat bilen yasakçı zihniyet, Meal toplatma kararı aldırdı İstanbul 1. Sulh Ceza Mahkemesine. Son yıllarda meal basım yasağı, toplatma, imha kararlarının üçüncüsü İhsan Eliaçık meali için verildi. 6 Şubat'ta Diyanet başvurmuş, 16 Şubat'ta mahkeme karar vermiş. İfade, savunma hiçbir şey istenmeden karar anında çıkmış. Diyanetin genişletilen yetki alanı adeta yargı organını Diyanete özel noter haline getirmiş gibi görünüyor.

Diyanet engizisyonuna hayır başlıklı metni imzalayarak iktidarı ve Diyaneti durdurmayı denemek gerekiyor. Aksi takdirde bu gidiş dini diktatörlükle sonuçlanacak gibi. Çocuklarımızı ele geçiren Diyanetin nakilci din yorumuyla hepimizin zihnini ele geçirmesine izin verilemez. Din, ibadet ve vicdan özgürlüğü gibi düşünce ve ifade özgürlüğü, düşünceyi yayma özgürlüğü ve özgür basının cenaze namazına durmuş gibiyiz bu kararla.

Akıl ve bilime dayalı laik eğitim, laik hukuk ve yönetim sitemini tümüyle yitirmemek için iktidarın, Diyanetin meal içerik denetim ve yasaklama yetkisini sonlandırmak amacıyla yayınlanan metin iki günde çok sayıda imza ile desteklendi. Dayanışmayla iktidarı ve Diyaneti durdurmanın yolunu birlikte bulmak ümidiyle metni buraya bırakıyorum.


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.