Dışarıdakiler

Açlık grevi de başladı, ne yapacaklar? Birkaç gün sonra çocukları görüşe çıkmayabilir… Birkaç gün sonra gardiyanlar kapı önlerinde onları dövebilir. Bunlar dert değil! Dert, gidememek…

Google Haberlere Abone ol

Müslüm Yücel*

Kış gelince aklıma iki şiir gelir; bunlardan ilki Cenap Şahabettin’in Kış Nağmeleri, ikincisi Ahmet Muhip’in Kar şiiridir. İkisi de güzeldir, ikisi de kara ve yağmura yazılmış ilahilerdir. Bunun yanında benim aklıma nenem gelir. Ninem, toprağı bol olsun, kış gelince ayakları donardı, birlikte yatardık, ona sarılmak, ondan eski hikâyeler dinlemek bu kar şiirleri kadar güzeldi ki anlatamam. Ninem en çok babasından söz ederdi; babası, vergi memurundan tutun da insanlara zulmeden kim varsa öldürmüş, yıllarca mahkûm gezmiş, hapiste ölmüş; devlet, Urfa mezarlığında bir yere gömmüş, mezar yeri bilinmiyor. 

Kurde Kore’nin öldürdüğü kimselerle, hakkında anlatılan destansı hikâyelerle övünecek değilim.

Ancak onun hikâyeleri ninemin ağzından bile olsa hâlâ aklımdadır ve beni şimdi, şu an ilgilendiren, nenemin babası hapisteyken neler yaşadıklarıdır… Ziyarete pek gidemiyorlar, cezaevinde bazen gidenlerin atları bile alınıyor. Bu yüzden atlarını yakın köylere bırakıp yürüyerek şehre geliyorlar. Sonra hasımlar var, görüş günlerini kolluyorlar… Daha neler neler… 

Ninemin anlattığı hikâyeler yüz yıl önceydi; o zaman kanun, insandı ve herkesin, hatta her köyün kendince kimi kanunları vardı.

Şimdi derdim ne ki! Derdim kar şiirleri mi, ninem mi? 

Şiirleri bir yana bıraktım, nenemse, hiç unutturmuyor kendini ve son üç aydır gelinleri dışında hasmı olmayan nenemin farklı yüzleriyle karşılaşıyorum… 

Özellikle Kars ve Erzurum’a ilk kar düştükten sonra bu yüzler daha bir çoğaldı. 

Sorun ne ki? 

Sorun, cezaevleri. 

Cezaevlerinde açlık grevi var. Bu açlık grevinden, ilk günler söz edildi ama birkaç gün sonra, birkaç Kürt gazetesi dışında kimse söz etmemeye başladı. Birinci gün, ikinci gün, birinci hafta, ikinci hafta… 

Yaşadığımız topraklar zehirlidir, ölümden besleniriz ve ölüm olmayınca, anmayız kimseyi. Gazetelerimiz de böyledir, siyasetçilerimiz de; şair ve yazarlarımızsa, köprüden sular geçince ölülerimize yüzlerini döner, hatta onların adlarını değiştirip kahramanları ilan ederler… 

Yıllar bana bir şey öğretti: Kitlelerden ses seda gelmeyecektir, kitleler, tahkim edilmiş içsellikleri severler. Kitleler zor zamanda varlıklarını kaybeder, jest ve mimiğe dönerler… 

Kitlelere bakıp gülen Nietzsche’nin şu sözü, vasiyettir sanki: “Unutmayı öğren.”

Unutmakla, utanç arasında garip bir bağ var ama: Primo Levi, Nazi kamplarından çıktığı günü hiç unutmuyor. Kendisine ne hissediyorsun diye sorulduğunda, “Utanç” diyebiliyor yalnızca. 

Utancın yanında bir de suçluluk duygusu var, yaşıyoruz, çünkü benim yerime başkaları ölüyor. 

Başkaları ölmesin diye ölenler. Başkasının ölümü ve acısı üzerine söz söyleyenler, bize kahramanlık telkin edenler, sizler…

Buraya girmeyelim, burada durmam gerek… 

Konu burası da değil zaten. 

Konu, şimdi dışarıdakiler. 

Konu ninem! Ninemin keçeden ya da sağlamından bir çarığı olsaydı, o kış günü, küçük kardeşi babasını ziyarete gidince peşinden giderdi. Konu, nenemin sesiyle bana seslenenler. Üstelik bu sesler, yüz yıl öncesinin hikâyeleriyle de demlenmemişler. Çok yeniler… Bir kadın anlatıyor, diyor ki, “oğlumu yarıya kadar gördüm…” 

Bugün yürürken bunu düşündüm. Oyun oynarken bunu düşündüm, nedir bu yarıya kadar görülmek? 

Kadın oğlunun yarısını görmüş, nedir bu? 

Açıkça bu şu demektir, kadının oğlu rafa kaldırılmış… 

Bir başkası, diyor ki kızım çok zayıflamış, usulca seslenmiş, demiş ki, “kızım” demiş, “seni başkası sandım, saçın niye bu kadar beyazlamış…” 

Bir başkası, hasta oğlunu, “karartı” olarak görmüş, elmacık kemikleri olmasa, tanıyamazmış. Başka biri “kar başladı” diyor. 

Açlık grevi de başladı, ne yapacaklar? 

Birkaç gün sonra çocukları görüşe çıkmayabilir… 

Birkaç gün sonra gardiyanlar kapı önlerinde onları dövebilir. Evlerinin önlerinde devriyeler gezer, birkaç gün sonra… 

Bunlar dert değil! 

Dert, gidememek…

Biliniyor artık, cezaevlerinde yalnızca mahkûmlara ceza verilmiyor. En az mahkûmlar kadar, mahkûm yakınlarına da ceza veriliyor. En büyük ceza da yalnızlaştırmadır. Örneğin Gültan Kışanak’ın eşi Diyarbakır’dadır, kızı İstanbul’dadır; Gültan, Kandıra’da yatar; Leyla Güven, Diyarbakır’da yatar, kızı İzmir’dedir. Selçuk Mızraklı ve Selahattin Demirtaş’ın eşleri Diyarbakır’dadır, kendileri Edirne’de;  Osman Kavala’nın eşi İstanbul’da, kendisi Silivri’de. En zor olan Abdullah Öcalan’ınkidir, istense dahi, gidilemezdir; onun bu hali, siyasetin değil, tarihin ve felsefenin alanıdır, burada siyaset söz konusu değildir; tarih, eğer tarihse, eğer gerçekle bir ilgisi varsa, belgelerle süslenmiş bir kelime yığını değilse, kendini ortaya koyacaktır, felsefe de anlayacak ve anlatacaktır; bir anlam arayışı olmadan, bir yere varılmaz, gerisi, amiyane tabiriyle sadece siyaset yapmaktır… 

Dikkat edilirse mesafe iki boyutlu işliyor. Bir yanda tutuklu yakınını da en az tutuklu kadar cezalandırma, diğer yanda fiziki bir mesafeyle maddi ve manevi olarak tutuklu yakınlarını sindirme, hiç etme vardır. Yani tutuklu yakını da tutuklunun suçundan dolayı bir cezaya tabii tutulmuştur…   

Saydığım tutuklular, diğer tutuklulara göre şanslıdırlar. Bunlar bilinen kimselerdir ve bir sorunları (Öcalan dışında) olduğunda kamuoyu tarafından hemen duyulur, azami destek de bulurlar.

Bunun yanında adı bilinmeyen, ailesi yoksul tutuklu yakınları vardır. Karla birlikte ailelerin elleri ayakları birbirine dolaşmış durumdadır, iki büyük sıkıntıları var; bir, kışın gidemiyorlar; iki, yoksul ve yaşlanmışlar, yirmi, otuz yıldır gidip gelen var. 

Ne yapmalı? 

Genel affı, iktidar ve ana muhalefet dile getirmiyor. Kürt sorunu için çözüm yolları her sene başka bir bahara kalıyor. Dahası iktidar ve muhalefet için Kürt sorunu bulunmaz bir kumaşa döndü; birbirlerini Kürtler üzerinden eleştiriyorlar ve Kürtlerden de kayıtsız şartsız bir destek bekliyorlar. 

Ailelerse çocuklarını görmek istiyor. Görmeyince büyük bir yalnızlık başlıyor ki anlatılmaz. Örneğin Ahlât Cezaevi’ne bile Elazığ’dan gidemeyenler var, Urfa’dan Kayseri’ye, Cizre’den Antep’e… En azından on yılını doldurmuş mahkumlar ailelerinin rahat gidebileceği yerlere nakledilmelidirler ya da siyasi partiler bir fon oluşturup ailelerin rahat görüş yapmasına katkı sunmalıdırlar… 

Seçimlerde herkes Kürtlerden oy istiyor. 

Oy nedir ki, biri gider biri gelir. Önce şu mesafeleri kaldırın, sonra Ahmet Muhip’in Kar şiirini okuruz, Cenap Şahabettin’in 65'ni ve ben de nenemi hatırlarım, donmayız bile… 

*Şair, yazar