Didem Danış: Düzensiz göçü Avrupa dışsallaştırıyor, Türkiye araçsallaştırıyor

Göç Araştırmaları Derneği, 18 Mart Mutabakatı dosyasını yayınladı. GAR Kurucu Başkanı Didem Danış ile AB ve Türkiye'nin göç politikası ve Türkiye'deki Suriyelilerin yasal statüsü üzerine konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Göç Araştırmaları Derneği (GAR), "5. Yılında Avrupa Birliği-Türkiye Mutabakatı" dosyasını geçtiğimiz hafta yayınladı. Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği desteğiyle hazırlanan dosya kapsamında uluslararası göç ve iltica hareketleri, Avrupa Birliği, uluslararası ilişkiler, diplomasi, mülteci hakları gibi konularda uzman kişilerle yapılan görüşmeler derlendi.

Mutabakatın önemini, Avrupa Birliği ve Türkiye'nin göç politikalarını ve Türkiye'deki Suriyelilerin geleceğini Göç Araştırmaları Derneği Kurucu Başkanı ve Galatasaray Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Didem Danış ile konuştuk.

'ZORUNLU GÖÇ VE GÖNÜLLÜ GÖÇ ARASINDAKİ AYRIM BUGÜN ÇOK MUĞLAK'

18 Mart 2016'da varılan mutabakatın temel amacı "düzensiz göçü engellemek" olarak belirtiliyor. Göç hareketlerini düzenli veya düzensiz yapan unsurlar neler?

Didem Danış

Uluslararası göçte bir ülkeden çıkmak ve başka bir ülkeye girmek o devletlerin koyduğu kurallara uymayı gerektiriyor. Kişiler, devletlerin belirlediği giriş ve çıkış düzenlemelerine uymadıkları zaman düzensiz göç diyoruz. Burada iki önemli mesele var. İlki, kim bu göçmenler? Bu gruptakilerin çoğu aslında kendi ülkelerindeki çatışmalı ortamdan kaçarak, yani bir zorunluluk sonucu başka bir ülkeye sığınma amacıyla giden kişilerden oluşuyor. Kendi ülkesinde devletin vatandaşına sunması gereken korumaya erişemeyip başka bir ülkeye giderek koruma talep edenler, yani mülteci adayları söz konusu. Aslında sığınma hakkı olmasına rağmen, bu kişiler sınır geçiş düzenlemelerine uymayabildikleri için düzensiz göçmen konumuna düşebiliyorlar.

İkincisi de zorunlu göç ve gönüllü göç ayrımı. Devletler bu ayrımı korumak istiyorlar ama bu ayrımın aslında bugün çok anlamsızlaştığını görüyoruz. Bugün bir Afganistan vatandaşının ülkesi yıkım içindeyken, bütün kurumları ve ekonomisi çökmüşken o ülkeden çıkıp başka bir ülkeye gitmesi zorunlu göç müdür gönüllü göç müdür? Bu sınır o kadar muğlak ki. Halep ve Suriye’nin kuzey bölgelerinden olan göçü biz zorunlu göç olarak kabul ediyoruz ama Afganistan’daki durumdan pek de farkı yok aslında. Devletler kendi dış politika önceliklerine göre bazı ülkelerden gelenleri mülteci kabul ederken, diğerlerini göçmen olarak etiketliyor. Bu ayrım çok çeşitli hak mağduriyetlerine de sebep oluyor. Bir kişiyi göçmen diye yaftaladığınızda ve iltica hakkını elinden aldığınızda onun en temel haklara erişimini de engellemiş oluyorsunuz.

'DEVLETLER DÜZENSİZ GÖÇÜ ENGELLERKEN SIĞINMA HAKKINI DA ENGELLEMİŞ OLUYORLAR'

Peki bu durum ilticayı temel bir hak olarak tanıyan 1951 Cenevre Sözleşmesi ile çelişmiyor mu?

AB- Türkiye Mutabakatında birinci hedef düzensiz göçü engellemek. Oysa biliyoruz ki, düzensiz göçmenlerin arasında çok sayıda sığınmacı da var. Peki bu insanların sığınma hakkı ne olacak? Devletler düzensiz göçü engellerken aslında sığınma hakkını da engellemiş oluyorlar. Uluslararası hukuk açısından çelişkili bir durum ortaya çıkıyor. Tabii bunun değişen dünya sistemiyle de çok ilgisi var. İltica hakkını tanıyan en önemli uluslararası hukuk metin olan Cenevre Sözleşmesi 1951’de imzalanıyor. Avrupa, İkinci Dünya Savaşı sonrası sosyalist rejime geçmiş ülkelerden “özgür batı”ya kaçmak isteyenlere kucak açmak üzere bu yasal çerçeveyi kuruyor. Sovyetler Birliği’nin ve iki kutuplu dünyanın çökmesi ve küreselleşmenin hızlanmasıyla beraber 90’larda uluslararası göçler de artıyor. Asya ve Afrika’daki pek çok ülkenin içine düştüğü siyasi ve ekonomik istikrarsızlık ve çatışmalı ortam yeni göç hareketlerini tetikliyor. Ancak eldeki yasal mevzuat 1950’lerden kalan, iki kutuplu dünyanın koşullarına göre tasarlanmış ve bugünün ihtiyaçlarına uymayan bir çerçeve oluyor.

'AB, KENDİ DEĞERLERİYLE TERS DÜŞEN KADDAFİ İLE İŞ BİRLİĞİ YAPMAKTAN ÇEKİNMEMİŞTİ'

Avrupa Birliği’nin dışsallaştırma politikalarının bu mutabakat ile görünürleştiğine değiniyorsunuz. Nelerdir bu dışsallaştırma politikaları ve göç hareketlerinin kontrol edilmesinde işlevi nedir?

Avrupa Birliği, gelen sığınmacıların çoğunluklar düzensiz göç dalgalarıyla Avrupa’ya geldiğini görerek 90’larda ve 2000’lerde “düzensiz göçle mücadele” diye bir başlık açtı. İstenmeyen göçü engellemek için de Türkiye, Fas, Libya gibi üçüncü ülkelerle çeşitli iş birlikleri yapma yoluna gittiler. Göç yönetiminin kısmen taşerona devredilmesi de diyebiliriz buna. Üçüncü ülkelerle yapılan geri kabul anlaşmaları, komşu ülkelerde sınır yönetimi için yeni teknolojilerin kullanılması, çeşitli finansal teşvikler... Tüm bunlar dışsallaştırma yöntemleri arasında. AB dışındaki bazı ülkeler, bu taşeronluk görevini para için kabul ettiler. Bunun tipik bir örneğini Kaddafi dönemi Libya’sında gördük. 2010’da Kaddafi İtalya’ya “Bana 5 milyar Euro verin, Sahra Altı'ndan gelen bütün göçü durdurayım” demişti. Avrupa Birliği, insan haklarıyla dalga geçen, Avrupa değerlerine ters düşen Kaddafi ile iş birliği yapmaktan çekinmemişti.

'TÜRKİYE, KOMŞU OLMAKTAN ÇIKIP AVRUPA'NIN BEKÇİSİ OLMAYA EVRİLDİ'

Dosyadaki yazınızda Türkiye’nin de düzensiz göç konusunu araçsallaştırdığını belirtiyorsunuz.

Türkiye ile Avrupa Birliği arasında olan ilişki daha farklı tabii. Libya ve Fas gibi ülkelerden farklı olarak, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik gibi bir hedefi vardı. Ancak bu hedef zaman içinde yok oldu. AB dışsallaştırma meselesini ön plana çıkardıkça, Türkiye de diğer üçüncü ülkeler gibi Avrupa’nın bu kaygılarını kendi çıkarları için araçsallaştırmaya başladı. Ekin Ürgen’le beraber yaptığımız bu çalışma kapsamında görüştüğümüz Murat Erdoğan, Türkiye ve AB arasındaki ilişkinin bir ortaklık ve iş birliği ilişkisi olmaktan çıkıp bir pazarlık ilişkisine dönüştüğünü ve bunun Türkiye’deki Avrupa karşıtı söylemi güçlendirdiğini söyledi. Orçun Ulusoy da Türkiye’nin mutabakatla beraber, pazarlık sürecine girdikçe, komşu olmaktan çıkıp Avrupa’nın bekçisi olmaya evrildiğini ifade etti. Bekçilik görevinin karşılığı olarak parasal destek, vize kolaylığı, AB müzakere sürecinin yeniden başlaması, gümrük birliği anlaşmasının güncellenmesi gibi taleplerde bulunuldu. Yani mültecilerin Avrupa’ya girişinin engellenmesi karşılığında, Türkiye Avrupa’dan mülteci meselesiyle alakalı olmayan taleplerde bulundu. Bugün gelinen noktada AB ile ilişkilerde Türkiye’nin elinde “pozitif gündem” yaratabilecek az sayıdaki konudan biri olarak göçmenler kalmış durumda.

'TÜRKİYE'DE SADECE 28 MÜLTECİ VAR'

Bir diğer önemli konu da Türkiye'deki Suriyelilerin yasal statüsü. Türkiye 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin imzacılarından. Ancak sözleşmedeki coğrafi kısıtlamayı hala uygulayan az sayıdaki ülkeden biri. Mevcut durumda yalnızca Avrupa ülkelerinden gelenlere mülteci statüsü veriliyor. Eğer Avrupa Birliği’ne tam üye olunursa coğrafi kısıtlamanın kaldırılacağı taahhüt edildi. Türkiye’nin göç alanındaki bu politikasını nasıl yorumluyorsunuz?

Coğrafi kısıtlamadan dolayı, Türkiye’de sadece Avrupa Konseyi ülkelerinden gelenler resmi mülteci statüsü alabiliyorlar. Geçenlerde Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün üst düzey yöneticilerinden biri Türkiye’de sadece 28 tane mülteci olduğunu söyledi. Bunlar da çoğunlukla Rusya Federasyonu’ndan gelerek sığınma talep eden insanlar. Afganlar, Suriyeliler, İranlılar, Iraklılar Türkiye’de ancak şartlı mülteci olabiliyorlar. Dosyaları incelenip ilticaya uygun görülürse geçici süreyle, üçüncü bir ülkeye gidene kadar Türkiye’de kalmalarına izin veriliyor. Müthiş bir belirsizlik içinde, geçicilik halinde bir tür askıda yaşamlara mecbur bırakılıyorlar. Ancak tek mesele coğrafi kısıtlama değil. Yunanistan’da coğrafi sınırlama yok mesela ama sığınma başvurusunda bulunanların mülteci statüsü alma oranı yüzde 1’in altında. Kısıtlamanın kalkması, bütün sorunların çözüleceği anlamına gelmiyor. Suriyelilerin durumunda, çokça eleştirdiğimiz geçici koruma statüsü bile çok önemli bazı hakları mümkün kılabildi. Her ne kadar geçicilik halini eleştiriyor olsak da her şeye rağmen bir yasal statü olması çok önemli.

'YASAL STATÜ OLMASI ÇOK ÖNEMLİ AMA GEÇİCİ KORUMA SONSUZA KADAR SÜREMEZ'

Geçici koruma statüsünün Suriyelilere sağladığı avantajlar ve yetersiz kaldığı noktalar neler oldu?

Suriyeli sığınmacılar gelmeye başladığı zaman "Esad Rejimi hızlı bir şekilde düşecek ve insanlar ülkelerine geri dönecekler" gibi bir beklenti vardı. Ekim 2014’te Suriye’den gelen herkese geçici koruma statüsü verilmeye başlandı. O tarihten bu yana, neredeyse 7 yıldır, hala geçici koruma statüsünde devam ediyorlar. Ürdün ve Lübnan gibi ülkelerle karşılaştırdığımızda, tüm eksiklere rağmen, Türkiye’de Suriyelilerin bir yasal statü olması çok önemli. Bu kimlik, burada bulunmalarının devlet tarafından kabul edildiği anlamına geliyor.

Ancak bu yasal statünün en önemli sorunu, geçicilik statüsünde sıkışmış olunması. Geçici koruma statüsü sonsuza kadar süremez ancak ilgili yönetmelik, Suriyelilerin geleceği ile ilgili bir yol haritası ön görmüyor. Bir kişi kendi ülkesinden çıkıp başka bir ülkeye sığındığı zaman olası 3 tane senaryo vardır: Bir tanesi ülkesindeki çatışma ortamı sona erdikten sonra geri dönmesi. Bu, şu anda Suriye için mümkün gözükmüyor. İkincisi, üçüncü bir ülkeye yerleştirilmesi. Avrupa Birliği mutabakat ile beraber çok net bir şekilde bunun önünü kesti. Üçüncü ve en muhtemel gözüken, bulundukları ülkelerde zaman içinde entegre olmaları. Ama bunun için de bazı düzenlemelerin yapılması şart. En başta da yasal statülerinin geçicilikten çıkması gerekiyor.

'VATANDAŞLIĞA GİDEN YOLUN RASYONEL YÖNTEMLERLE PLANLANMASI GEREKİYOR'

Bu noktada Türkiye’deki Suriyelilere vatandaşlık verilmesi tartışmalarını nasıl yorumluyorsunuz?

Çok önemli bir tartışma ama maalesef şeffaf bir şekilde yürütülmüyor. Bundan nasıl çıkılacağına, Türkiye’de yaşayan Suriyelilere nasıl kalıcı bir statü verileceğine dair bir yol haritası hazırlanması lazım. Bu yolun sonunda, kalıcı entegrasyon yani vatandaşlık olacaktır. Ama vatandaşlığa giden yolda hangi aşamalar olacak, bu konuda toplum nasıl hazırlanacak, bunların hepsinin soğukkanlı ve rasyonel yöntemlerle planlanması ve kamuoyuyla paylaşılması gerekiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan 2 Temmuz 2016’da Suriyelileri vatandaşlığa almakla ilgili bir açıklama yaptı. O günden bu yana, İçişleri Bakanı’nın açıklamalarına göre 100 binden fazla Suriyelinin vatandaşlığa alındığını biliyoruz. Ama maalesef kriterler belli değil. Belki de en sıkıntılı olan şeylerden biri, kişilerinin kendilerinin başvuramıyor olması. Tüm süreç, Göç İdaresi’nden gelen bir telefon daveti ile başlıyor.  

'EDİRNE SINIRI, SURİYELİLER DIŞINDAKİLERİ DE DİKKATE ALMAMIZ GEREKTİĞİNİ GÖSTERİYOR'

Edirne sınırındaki hareketlilikle ilgili İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 3 Mart’ta yaptığı açıklamada, 130 bin 469 kişinin Yunanistan’a geçtiğini duyurdu. Yunan bir gazetecinin Hükümet kaynaklarına dayandırdığı verilere göre ise sınır açıldıktan sonraki gün Yunanistan’a geçenlerin yüzde 64’ü Afgan, yüzde 19’u Pakistanlı, yüzde 5’i Türk, yüzde 4’ü ise Suriyeliydi. Bu sayılar bize ne anlatıyor?

Edirne sınırında yaşanan olaylar az önce konuştuğumuz araçsallaştırma siyasetinin en tipik örneklerinden biri ve maalesef göçmenlerin hayatları için de trajik sonuçları oldu. Gidenlerin çoğunlukla andığınız milletlerden olması, ilticaya layık kişiler olmadıkları anlamına gelmiyor. Ama şunu da gördük ki, Türkiye’deki yasal çerçevenin içerisinde Suriyeli sığınmacılar, Avrupa’ya giden bir bilinmezlik macerasına atılmak konusunda daha çekinceli davrandılar. Sınırlı da olsa, Türkiye’de sahip oldukları hakları kaybetmek istemediler. Afganlar ise Türkiye’de iş gücü piyasasının en altında, en dezavantajlı kesimi oluşturuyorlar. Avrupa’ya gidebilme imkanı ortaya çıktığı zaman, çoğunlukla yasal statüleri de olmadığı için o macerayı göze alabildiler. Edirne sınırında Afgan, Pakistanlı ve diğer grupların varlığı, bizim çoğunlukla görmezden geldiğimiz, Suriyeliler dışındaki kişileri de dikkate almamız gerektiğini gösteriyor.

RAPORUN TAMAMI: https://s.gazeteduvar.com.tr/storage/files/documents/2021/04/25/ab-tr-mutabakati-son4-s6l0.pdf