Devranı devirmek: Kadınların anlattığı masallar

Pune Haeri’nin 'Kadınlar, devler ve diğerleri' kitabı Nemesis Kitap tarafından yayımlandı. Haeri kitapta, masalda es geçilen, üstünden atlanan boşlukların, sükûnet değil suskunluk anlarının üzerinde duruyor, erkekliğe zeval gelmesin diye pürtelaş kıssadan hisseye bağlanan ve kadınlara görevlerini tahvil eden klişelerin kat yerlerini açıyor, oradaki kayıp anlatıları açığa çıkarıyor.

Google Haberlere Abone ol

Zeynep Özen

Modernliğin başlangıcından bu yana masalın gözden düştüğünü, tedavülden kalkan bir anlatı olduğunu biliyoruz. Her ne kadar diğer anlatı türlerinin içinde muhafaza edilse, fantastik edebiyattan melodrama değin farklı unsurlara hayat verse de, tek başına, en saf haliyle masaldan bahsedince aklımıza hemen olağanüstü varlıkların cirit attığı gerçek dışı ve/veya irrasyonel bir dünya geliyor. Onun adını anmak, dış dünyanın gerçekliğinden kaçan faydasız bir hayalperestlikle eş anlamlı. Dahası, çoğu zaman hakikatin maskelenmesi ya da yalanın üretimini vurgulamak için kullandığımız elverişli bir metafor.

Masalın bu tarz pejoratif kullanımında/hakir görülmesinde hiç şüphesiz bir haklılık payı var. Bu yalnızca, onun dış gerçekliğin çelişkilerini eğip büken, onların fantastik simetrilerini oluşturup kapalı bir evren algısı yaratan; yani kurmacanın gerçekliği mistifiye eden, çarpıtan “ideolojik” işleviyle de sınırlı değil. Bunlarla bağlantılı olarak, masalların güç ilişkilerini, bilhassa toplumsal cinsiyete ilişkin hiyerarşileri yeniden ürettiği aşikar. Erkek kahramanların kendi kudretini keşfetme maceralarında kadının masaldaki işlevi, kurtarılmayı bekleyen narin ve nadide mevcudiyetler, hatta kimi zaman bir mevcudiyet bile değil, eril aklın erk düşlerini süsleyen ideal nesneler olarak konumlanıyor. Nizamın bozulduğu noktalarda erkek kahramanın kendi varlık yolculuğuna meşruiyet kazandırmak için kadın arz-ı endam ediyor; kırılgan ve hassas, ama aynı ölçüde güçsüz ve kendi yaşamını tek başına kurmaktan aciz. Burada işleyen denklikler ve özdeşleşmeler, neredeyse çıkışsız bir imgelem içinde toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizlikleri gölgeleyerek yanılsamaları güçlendiriyor. O halde en iyisi masallardan vazgeçmek, öyle mi?

BOŞLUKLAR, DELİKLER VE NAMEVCUDİYETİN GÜCÜ

Burada ilginç olan nokta, bilinmez olanı tüm haşinliğiyle açıklama çabasında olup kadınsı olanı “konumlanamaz” statüsünde tanımlayanların da rasyonel dünyaya karşı masalları terk etmemizi tembihleyenlerin de yine erkekler olması. Hatta bir masal yazılacaksa, nasıl olması gerektiğini örnekleyenler, buna kılavuzluk edenler ve dil virtüözlüğünü konuşturanlar da çoğu zaman onlar. Oysa toplumsal cinsiyet söz konusu olduğunda masalların taşıdığı olanaklar, kadınların, hiyerarşinin tepe noktası dışında kalanların, iktidar tarafından ikincil-üçüncül olarak nitelenen tüm cinsiyet yönelimlerinin birlikte yürüteceği taze ve zengin bir tartışma alanı. Daha ilk elden şunu sorarak işe başlayabiliriz: Masallar, klişelerden azade, dışarıda kalanların bir arada konuştuğu, kendi hikayelerini birbirlerine aktardıkları, yakınlıkların, duygudaşlıkların kurulduğu ve hepsinin dayanışmaya evrildiği bir düzlemde yeni keşiflere açılabilir mi? Hikayelerin kuşaklararası aktarımında kadınların üstlendiği rol düşünülecek olduğunda; masallar acaba her zaman oldukları haliyle mi dile geliyor, yoksa kadınların yaşadığı hayal kırıklıkları, incinmeler, yaralar ve travmaların dile gelişinde, ama en önemlisinde kendi yazgılarını belirleyen seçimlerin anlatısallaşmasında nasıl imkanlar sunuyor?

İşte buna ilişkin bir örnek, son günlerde sürpriz kabilinden raflardaki yerini aldı: Pune Haeri’nin 'Kadınlar, devler ve diğerleri'(1) kitabı için sürpriz demek boşuna değil; masallardaki karabasanları aratmayacak sabahlara uyandığımız bunca gürültü patırtının içinde bu kadın öyküleri sessizce, kendini bir an önce görünür kılma telaşına kapılmaksızın bizi yamacına çağırıyor.

Kadınlar, devler ve diğerleri, Pune Haeri, 112 syf., Nemesis Kitap, 2021.

Haeri’nin kitabı, ilk bakışta çocukluğunu ve gençliğinin bir bölümünü İran’da geçirmiş, Farsçaya hakim bir yazarın İran masallarını yeniden yorumlaması olarak okunabilir. Kaldı ki, İran edebiyatına meraklı okur için Pune Haeri çok da yabancı bir isim değil, onu daha çok İran modern şiirini orijinal dilinden tercüme eden, bu konuda yazıp çizen bir yazar-çevirmen olarak tanıyoruz. Yine de masalların yeniden yorumunu biraz daha açmak gerek. Tanıtımında söz edildiği gibi masalın “baştan yazılması”, bildiğimizi sandığımız hikayelerin bambaşka şekillerde, teknik oyunlarla dile gelişi ve çevrimiçi oluşu anlamına gelmiyor, bilakis teknik zarafeti ve becerisinin dışında Haeri, gerçekten de bu masalların saklı kalmış, kuytuda bırakılmış imkanlarını gün yüzüne çıkararak, bunu yaparken de hikaye anlatıcılığını kadınsının diliyle kavuşturarak baştan yazıyor.

Kitabın alameti farikası olan bu “baştan yazım”dan kasıt, basit bir yer değiştirmeden, erkek kahraman yerine kadınları yerleştirmekten ibaret değil. Elbette, tüm hikayelerin merkezinde kitabın adından da anlaşılabileceği gibi kadınlar duruyor, Mehr’in, Ay Çehre’nin, Nar Tane ve Yedinci Kız’ın daha öncesinde erkekler tarafından meselleştirilen hikayeleri, bu kez onların gözünden ve dilinden kuruluyor. Bizi, onların çıktıkları yolculukların peşi sıra ilerlemeye, izlerini sürmeye davet ediyor. Ama bunu yaparken yazar, sadece erkeklerin kadınlararasılıktaki marazi rollerini ifşa etmiyor, aslında masalın gölgelenmiş bir başka boyutunu deşerek şimdiye kadar pek denenmemiş bir yola başvuruyor: Masalda es geçilen, üstünden atlanan boşlukların, sükûnet değil suskunluk anlarının üzerinde duruyor, erkekliğe zeval gelmesin diye pürtelaş kıssadan hisseye bağlanan ve kadınlara görevlerini tahvil eden klişelerin kat yerlerini açıyor, oradaki kayıp anlatıları açığa çıkarıyor. Öncesinde namevcut kılınan ne varsa bir sese ve bedene kavuşturuyor, böylelikle görünmez kılınan anlatılar kendilerine sahip çıkıyor.

Kat yerlerinin çözülüşü, kimi zaman adı çarçabuk geçilen kadın karakterlere, kimi zaman da ivedilikle sonlanan olayların detaylarına nefes aldırıyor. İlla seslerini duyurmaları da gerekli değil, tek bir kelam etmediklerinde bile oradalar; hatta onların yazılmamış tarihleri bir merkez-kaç kuvvetine sahip. Bu noktadan itibaren öykülerdeki her kadın birer özneye dönüşüyor, aralarındaki ana kahraman-yan roller dağılımı alt üst oluyor. Her birinin kendi arzusu, hayalleri, tutkusu ve zaafları var.  Biri diğerinden daha üstün ve ayrıcalıklı değil. Arzularının çatıştığı, alıkonulduğu yerler birbirinin içine geçmiş, ama tersi şekilde özgürleşmenin yolları da birbirine düğümlenmiş. Meftun olunmuş çölde, yıldızlı gecelerde, kapıların üstlerine sımsıkı kapandığı kervansaraylarda ya da devlere meydan okunan dehlizlerde her kadın, kendi arzusunun peşinden giderek kendi yazgısını yazmaya muktedir. Ya da daha kitabın ilk sayfasında denildiği gibi, bu kadın hikayeleri “yazgısız” olmayı tercih edenlerin tarafında, her ne kadar arzuyu sahiplenmek kimi zaman kabus olarak musallat olsa da.

Dolayısıyla bu masallarda kadınsı arzuya karşı artık erkek kahramanları kurtaran “deus ex machina”lar yok, olsa da olağanüstülük günü kurtarmıyor. Kadın olağanın içinde harekete geçirdiği sıra dışılığa müsemma. En güzeli ise, masallardaki her kadının öyküsü, diğer masallarla, masalların içindeki kadınların aktarım gücüyle birleşiyor, her kadın bir diğeriyle/geçmişiyle konuşuyor ve bizi sürekli yerimizden ediyor. Kendine özgü dili ve stiliyle diyalojik bir kadın anlatısı kuran Haeri’nin marifetlerinden biri de bu olsa gerek, birbirimizi yaftalamadan, her türlü etiketten azade eril akıl dışında kalanlar arasında bir aktarım için hikaye anlatıcılığını yeniden düşünmek.

Son olarak, altını çizmek istediğim bir başka husus da şu: İran masallarının yorumlanması denilince, oryantalizm bir başka soru. O kadar yakın olup o kadar da uzak kalınan bu masallar, tütsülenmiş hülyalarla, iç bayıltan rayihalar ve puslu sarı sıcak seraplarla bezenmiş iç gıcıklayıcı bir Doğu manzarası olabilir, alışıldık imgelemde kullanışlı malzemeler sunabilirdi. Pune Haeri’nin kaleminde ise bu, tercih konusu bile değil; aksine pusulasını “kadınsı” olana her çevirdiğinde kendiliğinden oryantalizmden uzaklaşıyor. Yazarın bu konudaki tavrını, hikayelerin ana karakterlerinden biri olarak çölün tarifinde görmek mümkün: Akışkan, öngörülemez olana ya da olumsallığa açık, meydan okunan ve mücadele gerektiren bir mahal ama her defasında fanteziyi delecek kadar berrak.

1) Kitabın orijinal isminde büyük-küçük harf bu şekilde gözetilmiş, bu bile bize bir şey söylüyor olabilir.