YAZARLAR

Devletle sınanmanın kısa tarihi

Selzedeler keselerini zorlayarak geçici barınma mekanlarına yerleştiler ve sabırsızlıkla vaadlerin gerçekleşmesini beklediler. Beklenti, yıkılan evlerinin bulunduğu arsalara kurulan mahalleye yerleşmekti. Fakat şehrin dışında yeni gelişmekte olan Yenimahalle’de inşa edilmeye başladı Seylap Sitesi. Dağ fare doğurmuştu.

Adı Seylap (sel, sel baskını) Sitesi olan Yenimahalle’deki 4 blokluk sitenin, ailem dahil tüm sakinleri ben doğmadan 13 yıl önce, yani 11 Eylül 1957’de Ankara’da Hatip Çayı’nın taşmasıyla yaşanan sel felaketine maruz kalmış, sevdiklerini, evlerini ve tüm maddi varlıklarını yitirmişlerdi. Çayın iki kenarındaki yemyeşil alanda piknik yapıldığı, ipe asılan çamaşırların ılık rüzgarda uçuştuğu, evlerin damlarında sebze-meyvelerin kuruduğu, çocukların su kenarında oynadıkları güneşli bir sonbahar gününde gelmişti bu beklenmedik afet. Elmadağ ve İdris Dağı’na yağan dolu şehrin doğusundan geçen çayın taşmasına neden olmuştu. Yerleşimin başladığı bölgeye, Kayaş’a vardığında 3 metreye ulaşan taşkın Mamak, Bent Deresi, Kazıkiçi Bostanları, Varlık Mahallesi, Demirlibahçe, Saimekadın, Akköprü, Mezbaha ve Atatürk Orman Çiftliği’nin bir bölümünün sular altında bırakmıştı.

11 Eylül 1957 Ankara, sel.

Birbirinden epeyce uzak bu semtlerin selden neredeyse aynı ölçüde etkilenmeleri, Ankara’nın geçmişte birbirine kol atarak kavuşan derelerden müteşekkil bir şehir olmasındandı. İki yanındaki derme çatma evleri, insanları, hayvanları, ağaçları yutarak kabaran dalgalar, Çubuk Barajı’nın yıkıldığı ve tüm şehrin sular altında kalacağı söylentisiyle şehir halkının Kale’ye doğru kaçmasına sebep olmuştu. Bilanço 133 ölü insan, binlerce ölü büyük ve küçük baş hayvan, kedi ve köpek ile yüzlerce yıkık bina, evsiz, eşyasız, hatta işsiz kalan yüzlerce kişi olarak kayda geçti. Yetişkinliğimde, ailem ve komşuların yaşadıkları bu travmatik deneyimi ve sonrasında işleyen bürokratik süreci onlara anlattırarak kayıt altına almıştım (“Sel Gider Kum Kalır”, Sanki Viran Ankara içinde, İletişim Yayınları). O görüşmeler benim felaketlerle baş etme davranışı; böyle zamanlarda devletle, hükümet kurumlarıyla kurulan ilişkiler ve her şeye yeniden başlama süreçleri hakkında düşünmemi sağlamıştı. Geçtiğimiz hafta başımıza gelen büyük felakette yaşananlarla 1957’de yaşananların ne kadar benzer olduğunu düşündüm hep.

YALANCI ÇOBAN

İlk büyük korku ve şaşkınlık yatıştıktan sonra bakıldığında bu sel felaketinin hiç can kaybı olmadan atlatılabileceği anlaşılmıştı. Çünkü, henüz sel şehre yaklaşmadan belediye hoparlörleri aracılığıyla uyarı yapılmış, selin güzergahı üzerinde yaşayanların derhal evlerini terk etmeleri istenmişti. Çoluğu çocuğu, hatta bazı gerekli eşyayı toparlayıp kaçmak için yeterince zaman vardı. Fakat çoğu yoksul bir grup insanın Menderes’in başında olduğu Demokrat Parti (DP) hükümetine hiç güvenleri yoktu. Çünkü Ellili yıllarda topkeyun bir imar faaliyetine girişen DP Hükümeti, “İstanbul’un İkinci Fethi” adını verdiği yıkımın küçük çaplısını Ankara’da gerçekleştiriyordu. Hatip Çayı kenarındaki ve selin vurduğu başka semtlerdeki gecekondular ve tek katlı evler istimlak edilmek isteniyor, bu bölgede hastane, öğrenci yurdu, konut vb. gibi projeler yapılacağı söyleniyordu. Doğup büyüdükleri, iş ve aile kurdukları, geniş ailelerinin yanı başında yaşadıkları ve anılar biriktirdikleri semtleri terk etmek istemeyen bölge sakinleri ile resmi kurumlar arasında hep bir sürtüşme yaşanıyordu. Ellerine, evlerinin ve arsalarının değerinin yarısı bile etmeyen üç-beş kuruş tutuşturulup yersiz yurtsuz bırakılacaklarını düşünüyorlardı. Bunun benzer örnekleri yaşanmıştı çünkü yakın zamanda. Güneşli ve yağışsız 11 Eylül 1957 günü yapılan uyarının kendilerini korkutarak gafil avlamak için bir taktik olduğunu düşünenler bu felakete hazırlıksız yakalandılar. “Devlet sahip olduğumuz tek şeyi sel bahanesiyle bizi korkutarak elimizden alacak” diye düşündük, diyecekti sonradan o günü anlatan selzedelerden biri. Devlete güvenmemenin tarihi epey eskiye dayanıyordu çünkü. Kolektif hafızada geniş bir yeri vardı.

'YEMEDE ORTAK OSMANLI'

Osmanlı toplumunda devletin yaygın olarak vergi toplayan ve askere alan bir aygıttan ibaret gibi algılandığı söylenebilir. Şah Hatayi’nin şu dizeleri ne demek istediğimi iyi anlatıyor: “Şalvarı şaltak Osmanlı/Eyeri kaltak Osmanlı/Ekende yok, biçende yok/Yiyende ortak Osmanlı”. Cumhuriyet’le birlikte ümmetten millete, tebadan yurttaşa geçileceği vaad edilirken, sorumluluklarla birlikte haklar da konuşulmaya, talep edilmeye başlanmıştı. Güçler ayrılığı ilkesi de frenler ve dengeler sistemiyle, yasama, yürütme ve yargı kurumlarının birbirini denetlemesini mümkün kılabilecekti. Ayrıca basının dördüncü güç olarak bu üç kurumu kamu yararını temsilen denetlemesi ilkesi söz konusuydu. Böylece devlet kurumu ile onun icra organı olan hükümetler birbirinden rahatlıkla ayrılabilecekti. Bu ideal sistemin uygulamada işlemediğini söylemeye gerek yok sanırım. Muktedir, basının/medyanın gücünü keşfettikçe medya bir beşinci güç olarak dezenformasyon, manipülasyon ve endoktrinasyon kaynağı haline geldi.

Güçler ayrılığı ilkesinin geçerliliğinin kalmadığı bir toplumda, işbaşına geçen her hükümetin devleti de temsil etmesi kaçınılmaz. Devlet ile hükümetin aynı gövdede birleştiği ve devletten “devlet baba” diye bahsedildiği, devlet babanın evdeki babadan otorite bakımından farklı olmadığı bir siyasal kültürde kriz anlarında destek bulamayan bir halkın devleti eleştirmesi de kaçınılmaz. Baba diyerek bağlandığınız, himayesine sığındığınız, saygı gösterip itaat ettiğiniz bir gücün sizi zor gününüzde yalnız bıraktığını düşünüyorsunuz. Bu büyük bir yıkım. Hem kişisel olarak, hem de kitlesel olarak bir yıkım. Tıpkı bugün olduğu gibi 1957 felaketinde de benzer şeyler yaşanmış.

KİMSESİZLERİN KİMSESİ

Sel baskını esnasında evlerin çatılarına, ağaç tepelerine tüneyerek boğulmaktan kurtulabilenler, çevredeki vatandaşların desteğiyle güvenli yerlere taşınmışlardı. Destek için gözünü kırpmadan koşanlardan bazıları da tesadüfen çayda yüzme antremanı yapmaya gelmiş profesyonel yüzücü gençlerdi. Hemen üstlerini çıkarıp buz gibi suya atlayarak birçok kişiyi kurtardılar. Daha gelişkin bir kurtarma teçhizatı bulunmadığı için Gençlik Parkı’ndaki büyük havuzdan getirilen kayıklarla suda süreklenen canlı ve cansız bedenler çıkarıldı. Bugünkü fedakar, hatta gözükara gönüllüler o günlerde de vardı yani. İşleri bittiğinde, kıyafetlerinin, cüzdanlarının çalınmış olduğunu gördüler. Boşaltılan evlerden de birçok kıymetli eşya çalınmıştı. Ulus Gazetesi bu kişileri “kötü ruhlu çapulcular” olarak haberleştiriyordu.  Bugünkü yağmacılar o günlerde de vardı yani.

Yine bugün olduğu gibi iktidar ve muhalefet partileri birbirlerini suçluyor, iki tarafı temsil eden yayınlar da bu ağız dalaşına katılıyorlardı. Ankara Valisi sel felaketinden bir gün sonra yaptığı açıklamada, hükümetin gerçekleştirdiği imar ve yıkım faaliyeti sayesinde felaketin bilançosunun düşük olduğunu savunabiliyordu. Muhalefet ise Vali’nin halkla alay ettiğini, Menderes’in imar faaliyetlerini desteklemek için bu acıyı bile kullandığını söylüyordu.

Kendilerine devletin kimsesizlerin kimsesi olduğu her fırsatta empoze edilen felaketzedeler en düzenli ve tatmin edici yardımı Kızılay’dan görmüşlerdi. Çadırlar, sıcak yemek ve sağlık hizmeti… Yaralar az da olsa sarıldıktan sonra sıra başlarını sokacak ev arayışına gelmişti. Adnan Menderes olaydan bir süre sonra sel felaketzedelerinin çadırlarını ziyaret ederek, mağdurlar için “yepyeni bir mahalle” kurulacağı müjdesini vermişti. Apartmanda oturmanın o dönemde bile ayrıcalıklı bir kesimin harcı olduğu Ankara’da çok katlı, akar suyu olan ve tuvaleti evin içinde bulunan bir konut vaadi göz kamaştırıcı, ikna edici, yatıştırıcıydı. Selzedeler keselerini zorlayarak geçici barınma mekanlarına yerleştiler ve sabırsızlıkla vaadlerin gerçekleşmesini beklediler. Beklenti, yıkılan evlerinin bulunduğu arsalara kurulan mahalleye yerleşmekti. Fakat şehrin dışında yeni gelişmekte olan Yenimahalle’de inşa edilmeye başladı Seylap Sitesi. Dağ fare doğurmuştu ve mahalle yerine dört blokluk bir site inşa edilmişti. Üstelik verilen sözlerin aksine, araya 27 Mayıs 1960 darbesi de girdiği için 1961’de teslim alınabildi yeni konutlar. Bedelsiz değil, devlete epey yüksek miktarda borçlanarak alabildiler evlerini sel mağdurları. Yerinden edilen bu topluluğun yıllar boyu yaşadıkları yerlere yeni yapılar inşa edildi, nüfus yapısı farklılaştı. Apartman hayatına geçmiş, eski komşularından bütünüyle kopmamış da olsalar Seylap Sitesi sakinlerinin ilk kuşağı şehrin merkezindeki bu yeni dünyadan sürülmüşlerdi. Eski günleri, doğup büyüdükleri semtleri ve doğaya daha yakın oldukları günleri hep özlemle andılar. Verilen sözler tutulmuş olsa hayatlarının daha farklı olacağını anlattılar hep.

Yaşadığımız felakette hayatta kalanların ait hissettikleri yerlere en kısa zamanda dönebilmeleri dileğiyle…


Funda Şenol Kimdir?

Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.