YAZARLAR

Ders kitabının arasındaki çizgi roman

Çizgi roman okuyan çocuktan hayır gelmeyeceği düşünülürdü. “Bizim çocuk ders kitabının arasına gizlice çizgi roman koyup okuyor” diye dertlenirlerdi haylaz çocukların anneleri komşularına. Çok satan dergilerde çocukları çizgi romandan uzak tutmayı salık veren psikiyatristler, eğitmenler boy gösterirlerdi.

Basılı gazete ve dergi okuduğumuz o eski günlerde çizgi romanlar, çizgi bantlar ve gazetelerin genellikle ilk sayfalarındaki gündemi yorumlayan karikatürler okurlar için vazgeçilmezdi. Farklı yaş grubundan okurlar için alternatifleri olan, heyecanla beklenen, bazen gazeteyi-dergiyi satın almanın yegane gerekçesi olan üretimlerdi bunlar. Çizgi romancılar, karikatüristler bu sebeple gazeteler/dergiler tarafından yüksek ücretlerle transfer edilmeye çalışılırlardı. Bu türün ilk örnekleri pehlivan tefrikalarıydı. Kısa metinler halinde gün be gün yayımlanan tefrikalar, kısa sürede yazar-çizer işbirliklerinin neticesi olarak çizgi romana dönüşmüşlerdi. Bunları Kara Murat, Karaoğlan, Durak Bey, Tarkan, Burak Bey gibi birbirine benzer temaları, benzer karakterlerle işleyen, milliyetçi, gözü kara ve yakışıklı kahramanları olan çizgi romanlar takip etti. Bu kahramanlar düşmanla savaşın bir yerinde yakışıklılıkları, fiziksel ve cinsel güçleriyle kendilerine hayran bırakıp aşık ettikleri “düşmanın kadınına sahip olurlardı” mutlaka. Böylece, kendi vatanlarının namusunu korurken, karşı tarafın “namusuna halel getirerek” düşmanı cezalandırmış olurlardı. Bu tarz çizgi romanları daha ziyade oğlan çocuklar, genç ve olgun erkekler tercih ederlerdi. Kadın okurlar Tina, Güngörmüşler, Fatoş gibi neşeli ve macera dolu çizgi romanlara meylederlerdi. Aşk hikayelerinin çizgi romana uyarlananları da bu kesimden epey ilgi görüyorlardı. Çizgi roman deyince çoğu kişinin ilk aklına gelen örnek olan Turhan Selçuk’un Abdülcanbaz’ı ve benzerlerini de unutmayalım. Grafik roman kategorisi tüm dünyada yaygınlaşınca çizgili hikayeler nihayet prestij ve sanat eseri sayılma hakkı kazandılar. Abdülcanbaz da bunlardan biri oldu. Çocuk dergilerindeki çizgi maceralar ise belli bir yaş grubunun hafızasında tazeliğini koruyor olsa gerek. Gırgır, Fırt, Çarşaf gibi dergileri çok sattıran, kolay okunan çizgili hikayeler, özellikle de matrak hikayeler anlatmanın büyüsüydü. Gazete, dergi sayfalarındaki çizgi hikayeleri kahramanlarının adlarıyla kitaplaştırarak ve bunlara batıda çok tutan çeviri çizgi romanları da ekleyerek derli toplu ve kalıcı hale getirmeyi akıl edenler bu işten epey para kazandılar. Sabahları gazeteyi/dergiyi birbirimizin elinden kapıp, çizgi maceraları kaldığımız yerden takip etmek için çıldırırdık. Biraz fazla harçlık koparıp çocuk dergisi veya çizgi roman kitabı satın alabilmek için de…

HIZLI GAZETECİ

Pehlivan tefrikası, milli kahraman tiplemeleri, mizahi ve romantik içerikli çizgi romanlardan sonra hayatımıza toplumsal ve politik eleştiri yapan çizgi hikayeler girmişti. 12 Eylül cuntasının yarattığı baskı ortamında sol dergiler, muhalif gazeteler birer birer kapanır veya suskunluğa gömülürlerken, çizgi roman içerikleri politikleşti. Bu kadar ilgi görmesine rağmen çizgi roman kültürel olarak ciddiye alınan bir tür değildi bizde. O yüzden de politik eleştiri yapmanın bir yolu olduğu geç fark edildi. Kitlesel olarak tüketilmesi onun sanat eseri sayılmasını da engelliyordu. Çizgi roman okuyan çocuktan hayır gelmeyeceği düşünülürdü. “Bizim çocuk ders kitabının arasına gizlice çizgi roman koyup okuyor” diye dertlenirlerdi haylaz çocukların anneleri komşularına. Çok satan dergilerde çocukları çizgi romandan uzak tutmayı salık veren psikiyatristler, eğitmenler boy gösterirlerdi.

1975’te Gırgır’da çizmeye başlayan Necdet Şen’in Hızlı Gazeteci’si böyle bir ortamda hayatımıza girdi. İlk kez, efsane gençlik dergisi Hey’in mizah ekinde ortaya çıkmıştı. 1981’de Cumhuriyet’te yayımlanmaya başladı ve Seksenler boyunca hatırı sayılır bir müdavim kitlesi yarattı. Tabir-i caizse cool bir gazeteciydi Şen’in kahramanı. Ufku sabah doğup akşam batan meslektaşlarının aksine, okuyan, eleştiren, kendini sorgulayan, estetik kaygıları olan biriydi. Konuştu mu ağzına baktıran, kimseye müdanası olmayan, doğru bildiğini söyleyen, sosyal meselelere duyarlı ve fiziksel cazibesi de olan bir karakterdi. Duygusal ve cinsel ilişkiler söz konusu olduğunda ise Çağan Irmak’ın filmiyle dilimize yerleşen ıssız adam tanımlamasıyla anılmayı hak ediyordu. Arzularına ket vurmuyor, bağlanmaktan kaçınıyor, ilişkiye çok emek harcamak istemiyordu. “Ben kolay kadınlar arıyorum. Yoruldum artık sorunlu ve mutsuz insanlardan ve zevksiz ilişkilerden” diyordu. Başkalarıyla kıyaslanmayacağını fark ettiği durumlarda partneri karşısında cinsel enerjisini övünç kaynağı olarak lanse ediyordu. Bugünden bakınca cinsiyet ilişkileri bağlamında eleştirilebilecek buna benzer pek çok fikri ve tavrı vardı. Hikayeler boyunca aklını duyguların önüne koyduğu onca durum varken, serinin en çok ilgi gören hikayelerinden olan Bacı’da, cezaevinden yeni çıkan Fazilet’e kendini tanıtırken “salaklık derecesinde duygusal” olduğunu, hızlı yakıştırmasının yavaşlığından ileri geldiğini söylüyordu.
Popüler kültür ürünlerinin yozlaştırıcı ve tembelleştirici bulunduğu bir ailenin bireyi olarak benim ders kitabı içine koyarak okumak zorunda kaldığım çizgi romanlardan biriydi Hızlı Gazeteci. 12 Eylül darbesinin tüm ağırlığıyla hissedildiği evimizde, Seksenler’in ikinci yarısındaki sivilleşme sürecinde cılız da olsa sesini yükseltmeye başlayan sol muhalefeti, iç hesaplaşmaları, liberal politikalar karşısındaki tavrı, hakim ahlaki normlara ve geleneğe direnmesi veya teslim olması ile liseli bir genç kadın olarak benim anlayabileceğim bir dile tercüme ediyordu Necdet Şen.

"Depolitizasyon", cunta rejiminin ardından en sık duyduğumuz terimdi. Hızlı Gazeteci’nin maceralarında da karşıma çıkıyordu. Yıllar süren mahpusluk, işkenceler, damgalanma, yeniden tutuklanma endişesi ve gelecek kaygısının eski militanları, onların başına gelenlerin de gençleri siyasetten uzaklaştırdığını anlatıyordu Şen. 70’lerde “kalabalığa karışma”, “elinde taşıdığın gazeteye/kitaba dikkat et”, “o mahalleye gitme, şu kahvede oturma” tembihleriyle evden yolcu edilen gençler, 80’lerde “kimseyle tartışmaya girme”, “arkadaşlık ettiğin insana dikkat et”, “siyaset konuşma” diye uyarılıyorlardı. Eylülist tabirini de ilk kez Hızlı Gazeteci’den duymuştum. Yalçın Küçük’ün Küfür Romanları kitabında kullandığı bu tabir, 12 Eylül’ün yarattığı iklimde boy atan çıkarcı, duyarsız veya korkak bir birey tipolojisiydi. Solcular arasında bir küfür gibi sarf ediliyordu.

Beni esas etkileyense, Bacı serüveninde, 8 yıllık mahpusluktan sonra sol hareketi bıraktığı gibi bulamayan ve bu yeni dünyada kendisine yer arayan Fazilet’in yaşadıklarıydı. Fazilet’e herkes Bacı diye hitap ediyordu. Bacı hitabı kadınları cinsiyetsizleştiriyor, kendisini davasına adamış, sekter, burjuvazinin akıl çelici hamlelerinden azade bir kadın figürüne gönderme yapıyordu. Böyle bir kadın güzel görünme kaygısı taşımaz, saç tuvaletine, giyimine özen göstermez, kaşlarını, bıyıklarını almazdı. Dava arkadaşları arasında duygusal, cinsel yakınlaşma olmasının uygun görülmediği bir anlayışta, omuz omuza mücadele edilen kadınların kardeş gibi algılanması duygusal, cinsel gerilimleri ortadan kaldırır diye düşünülüyordu. Yıllar sonra “sol harekette ablalık” hakkında bir yazı hazırlarken cezaevi tecrübesi bulunan Kürt hareketinden ve sol hareketten kadınlarla görüşmüş ve onlardan da birer bacı olmalarının beklendiğini öğrenmiştim. Kaşlarını, bıyıklarını alan, saçıyla kıyafetiyle uğraşan bir koğuş arkadaşı büyük tepkiyle karşılanıyor, koğuş sorumlusu tarafından uyarılıyor veya dışlanıyordu. Ama bacılık kurumunun da, solun katı ahlaki kurallarının da miadı dolmuştu o içerdeyken.

Bacı’yı geçmişte dava arkadaşları baskı altında tutmuşlardı, ailesi ise bu baskıyı sürdürüyordu. Daha baştan adını Fazilet koyarak ondan beklentilerini belirleyen aile hem Fazilet’in, hem de abisinin hapse düşmesine sebep olan politik faaliyetlerini onaylamıyorlardı. Bunu her fırsatta, sert bir üslupla, hakaretler eşliğinde ve hatta Fazilet’in üstüne yürüyerek dillendiriyorlardı. Yeniden aklını çelerler diye eski dava arkadaşlarının ziyaretlerinden rahatsız oluyorlardı. Fazilet, abisinden farklı olarak ev işlerine de yardım etmek, görüştüğü kişiler hakkında bilgi vermek, belli bir saatte evde olmak ve namusunu korumak zorundaydı. “Yarin yanağından gayrı, haa bi de ev işlerinden gayrı, her yerde her şeyde hep beraber” diyordu Fazilet. “Devrimin yedek lastikleriyiz” diye de ekliyordu. Sol harekette kadınların karar mekanizmalarından, sorumluluk almaktan uzak tutulmaları, lojistik faaliyetler yürütmeleri, aynı ev içinde harcadıkları emek gibi, görünmeden, talepte bulunmadan solcu erkeklerin arkalarını toplamaları bekleniyordu. Fazilet’e özgür kaldığı günlerde en fazla destek veren bu konuda tuzu kuru Hızlı Gazeteci bile, ataerkil sistemin açtığı yaraları görmeye çaba harcamayıp onu alaya alıyordu: “Faşizmden korkmaz ama anasından laf işitmekten ödü kopar.”

Ne mutlu ki, 80’ler Fazilet gibi bizim kuşağın da bunları sorguladığı zamanlardı. Fazilet’e eski dava arkadaşları, bize de sınıf arkadaşlarımız kadınların siyasetle uğraşmalarının ve aktivizm yapmalarının “bir libido sapması” olduğunu ima ediyorlardı. Fazilet’in dava arkadaşı olan kadınların bir kısmı feminist olmuşlardı ve bunu davaya ihanet gibi görenlere ağızlarının payını veriyorlardı. Fazilet’i de yanlarına çekmek için çabalıyorlardı: “Kadınlar haklarını almak için sosyalist düzen kurulana kadar kollarını kavuşturup otursun mu? Dayağa, cinsiyetçiliğe karşı çıkmak için ille de devrim gününü mü beklemek lazım?”

Payel kuşağı tabirinin hakkını verecek kadar Payel Yayınevi kitabı okunuyordu: Wilhelm Reich, Erich Fromm, Simone De Beauvoir, Evelyn Reed… Fazilet de bizim gibi gizlice ve mahcubiyetle Bedensel Boşalmanın İşlevleri’ni okuyor, cinsel kimliğini, arzularını keşfetmeye çalışıyordu. Kaşlarını alıyor, saçını kestirip halka küpeler takıyordu. Ders kitabının arasına konarak okunan çizgi romanlar, hiçbir ders kitabının açamayacağı genişlikte bir ufuk açıyor, kendimize, çevremize ve dünyaya daha eleştirel bir gözle bakmamızı sağlıyordu.


Funda Şenol Kimdir?

Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.