Derme çatma

Ters monte edilen elektrik panoları, kanalizasyona bağlanmadan üstü kapatılan atık su giderleri, yağmur suyu alan pencereler ve çatılar, örülmeyen duvarlar, dökülen fayanslar... Bunlar TOKİ evleri.

Google Haberlere Abone ol

Burhan Kum*

İsa peygamberden yetmiş yıl önce doğan Romalı mimar/mühendis Vitrivius’a göre mimari yapıların uyması gereken üç temel kural vardı: firmitas (sağlamlık), utilitas (işlevsellik) ve venustas (güzellik). Güzellik işini sanatçılara bırakıyorum ama sağlamlık yoksa zaten gerisi hikâye, dediği rivayet edilir. Bugün Türkiye’de mimari sağlamlıktan söz edilemeyeceğine göre biz sanatçılara enkazın hikâyesini anlatmak düşüyor.

AFAD ile başlayalım. Depreme kadar, hatta depremden yedi gün sonrasına kadar da başkanının kim olduğunu dahi bilmiyorduk. Eskisinin adını da ilk iki günkü beceriksizlik ve olası iç hesaplaşmalar sonucu on binlerce kişinin hayatını kaybetmesinden sonra öğrendik. İddiaya göre bağlı olduğu İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile yaşadığı anlaşmazlık sonrası Aralık 2020’de Tanzanya, Darüsselam’a büyükelçi olarak atanmış. Arama kurtarma koordinasyonunda yaşanan rezaletlerin ardından da apar topar geri çağrıldığını biliyoruz. Şahsın AFAD’dan ayrılma nedeni Süleyman Soylu’nun kuruma kendine yakın ancak bu alanda deneyimsiz isimleri atamasına karşı çıkması imiş! Ne onurlu bir davranış, diyesi geliyor insanın. Oysa tıp eğitimi almış bu şahsın kendisine Darüsselam Büyükelçiliği teklif edildiğinde: “Dışişlerinde hiç çalışmadım, diplomatik deneyimim de yok. Bu konuda yıllarca emek vermiş insanların hakkını çiğnemeyi doğru bulmadığım için görevi kabul edemem.” dememiş olmasına şaşıran olmadı. Yerine Et ve Balık Kurumu Müdürü atandıysa da şaşıran olmayacaktı. Yeter ki İmam Hatipli olsun… Ezcümle, nereye baksak enkaz.

Sayısız kişi yazdı, dile getirdi: On binlerce kişi öldü, sorumlu yok. Sistemden istifade eden yüzlerce kişi var ancak istifa eden tek bir yetkili yok. Görevini ihmal eden ya da kötüye kullanan hiç kimse yoksa bu kadar insanın ölmesi tamamen kendi kusurları mı, cevap veren yok! Kimseden hara kiri yapma onurunu beklemiyoruz ancak ruhunda en küçük bir vicdan kırıntısı barındıran tek bir bürokrat ya da mühendisin olmamasının utancıyla nasıl yaşayacağız, diye düşünürken… depremin dokuzuncu günü olan 15 Şubat’ta bir İngiliz gazetesinde İskoçya başbakanı Nicola Sturgeon’un istifa ettiği manşetini okudum. Devamına bakmadım, istifa nedenini bilmek de istemiyorum. Sadece “nihayet” dediğimi hatırlıyorum. Maraş depremindeki sorumsuzluğu nedeniyle istifa ettiğine inanmak istiyorum, ne de olsa kadının olanlarda gerçekten hiçbir dahli ve sorumluluğu yok. Olsun, yine de dünyanın bir ucunda, hem de bir başbakan istifa etti ya, nedenini boş ver. O bana yeter.

Yetmeyen nedir? İktidar cenahının yıllar boyu çıkartılan onlarca İmar Barışı/Affı yasalarının paralarıyla siyasetini finanse edip bu ‘af’ yasalarının deprem cinayetlerindeki payını inkâr ederek hiçbir sorumluluk üstlenmemesi (Pardon, o sorumluluğu İskoçya başbakanı üstlenmişti ya!). Yine de çok sıkıştıklarında suçu yıkacakları biri var ellerinde: Hasan Kaçan. Seksenli yıllarda Oğuz Aral’ın Gırgır dergisinden hatırladığımız Kaçan, kendi tabiriyle “Müslüman olduktan sonra” Tayyip Erdoğan’a yanaştı ve yirmi yıldır saray soytarılığı karşılığı besleniyor. Tamamen yanıltıcı bilgilerle dolu son İmar Affı tanıtım videosunun “yüzü” olan Kaçan, AKP’nin başvurmaktan çekinmeyeceği saçma bir nedenle de olsa oklar kendisine döndüğünde kaçacak yer bulamayabilir.

***

Gelelim “yeniden inşa” palavrasına. Temmuz 2021’de yaşanan Büyük Manavgat Orman Yangını mağdurlarından biriyim. Evrenseki mahallesindeki evimiz yangın başladıktan iki saat sonra kül oldu. Yangından bir gün sonra sigorta eksperiyle birlikte, daha dumanı tüten evimizin küllerini incelerken telefonum çaldı. Arayan bir TOKİ görevlisiydi. Geçmiş olsun dileklerinin hemen ardından ‘müjde’yi patlattı: “Size en kısa sürede yeni bir ev yapabiliriz, projemiz hazır bile... Fiyatı ve ödeme planı hakkında şimdilik bir şey söyleyemiyoruz ama ‘sayın’ cumhurbaşkanımız miktarın henüz belirlenmemiş bir kısmının devlet tarafından karşılanacağını bildirdi… (sessizlik)…  Size sunacağımız ön talep formunu doldurup anlaşmayı imzalayın gerisi kolay.” Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Telefonu öfkeyle kapattım ve acaba evimi, daha yangın sönmeden (on gün sürdü) üzerime çullanan bu akbabalar mı yaktı diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Tahmin ettiğiniz gibi evimizi TOKİ’ye yaptırmamaya karar verdik ve şimdi bunun ne kadar isabetli bir karar olduğunu görüyoruz. Birkaç ay önce Erdoğan’ın da katıldığı bir tören rejim basınında şöyle yer aldı: “Yangınzedeler evlerini teslim aldı”. Hayatı derme çatma barakalarda geçmiş yaşlı bir kadının, sanki yeni evi bedava verilmiş gibi mutlu görüntüsü eşliğinde verildi bu haber. Ancak birçok kişinin de kendilerine vaat edilenden farklı proje, yapım hatası, kötü malzeme ve işçilik gerekçesiyle evlerini teslim almadığından eminim ki haberiniz olmamıştır. Ters monte edilen elektrik panoları, kanalizasyona bağlanmadan üstü kapatılan atık su giderleri, yağmur suyu alan pencereler ve çatılar, örülmeyen duvarlar, dökülen fayanslar, projede olduğu halde yapıda yer almayan pencereler ve saire… Bunlar evlerini TOKİ’ye yaptıran komşularımızın sadece birkaçından duyduğumuz şikâyetler. TOKİ alacağı ödemeler dışında hiçbir sorumluluk üstlenmediği gibi taşeron firma Can İnşaat da işi teslim ettiğini, tamirat giderlerinin mal sahiplerinin sorumluluğunda olduğunu söyleyerek sıyrılmaya çalışıyor. Bunlar bin kadar konut inşası sırasında yaşananlar. Deprem bölgesine zaman içinde bir milyon konut inşa edileceği göz önüne alındığında ortaya çıkacak sorunları varın siz düşünün.

İktidarın depremin ardından ısrarla öne çıkardığı tek nokta hiçbir TOKİ evinin yıkılmamış olmasıydı. Olması gerekenle övünülmesi nasıl bir utanmazlıksa! Eğer insanları TOKİ evlerine mahkum etmek için sarılabildikleri tek argüman buysa ben de size TOKİ’nin Manavgat yangını sonrasında konteyner-kent alanı bahanesiyle birçok ‘kupon’ araziye el koyduğunu söyleyeyim. TOKİ’nin felaketler sonrasında güvenli konut mavalıyla insanların arazilerine çöküp, üstelik onları borçlandırarak yerleşim bölgelerinin dış çeperine sürmek için fırsat kollayan dolandırıcı bir örgüt olduğunu deneyimlemiş biriyim. Kurallı bir yapıyı çağrıştırdığı için özellikle ‘kurum’ diyemiyorum. En çaresiz olduğunuz anda bir ‘çözüm’ vaadiyle yanınıza gelip size, tüm değişiklik haklarını saklı tutarak, ‘tek taraflı’ bir sözleşmeyi imzalatan, bırakın sözlüyü yazılı vaatlerinin hiçbirini yerine getirmeyen ve ardından hızla ‘Allah’ın lütfu’ yeni bir felaket bölgesine doğru yola çıkan yapıya ancak ‘dolandırıcı örgüt’ denir. Manavgat’ta yaşananlara benzer bir durumun aynı yıl sel felaketinin vurduğu Kastamonu Bozkurt ilçesinde de yaşandığını Nevşin Mengü’nün youtube programına bağlanan bir sel mağdurundan dinledik.

***

Yakında seçim var. Değişim adına umutlanmak için bir neden olabilir mi? Ne yazık ki üç haftadır izlediklerimiz bunu aksini gösteriyor. Depremden hemen sonra kendiliğinden oluşan sivil toplum dayanışması hepimizi umutlandırdı da, göç etmek zorunda kalan depremzedelerden normalin üç katı kira talep eden ev sahipleri başka bir sivil toplumun üyeleri mi?

Yaşananlara dair fikir beyan eden -hilafsız- herkes, ölü sayısının bu kadar yüksek olmasını ilk kırk sekiz saatte hiçbir yardım faaliyeti başlat(a)mayan ‘tek adam’ rejiminin hantallığına (hatta kötü niyetine) bağladı. Haklıydılar. Sağ olsun özgür basına mensup gazeteciler, bazen hayatları pahasına olayı tüm gerçekliğiyle görmemizi sağladılar. Sağladılar da, yalnız süreçte dikkatimi çeken bir noktayı da belirtmek isterim. Gazeteciler eğer röportaj yaptıkları kişi bir milletvekili, bir vali, parti ya da belediye başkanı ise söze: “Değerli Vekilim… Saygıdeğer Valim… Sayın Başkanım” kelimeleriyle başlıyorlardı. Bu anlayış değişmediği sürece toplumsal işleyişte bir değişim beklemenin hayal olduğunu düşünenlerdenim. (Gazeteci ve başkanların beden dilleriyle ses tonlarının karşılaştırılması başlı başına bir inceleme konusu olabilir) Peki, değişim nasıl olacak? Bir örnek: Bir Fransız sosyolog 1968 yılında Fransa’da yaşanan halk ayaklanmasından geriye kalan en büyük mirasın toplumsal hiyerarşinin yıkılması olduğunu, artık kimsenin ‘üst’lerine “Hocam, Müdürüm, Başkanım” demediğini, kim olursa olsun herkese adıyla hitap edildiğini söylemişti. Benzer bir durumu 80’li yıllarda Hollanda’da okurken yaşamış, Akademideki hocalarıma adlarıyla hitap ederken başlangıçta çok zorlanmıştım. Oysa biz yaklaşan seçimde yeni bir yapıya değil, bizi açıkça aşağıda konumlandırdığını kabullendiğimiz yeni bir hiyerarşik yapıya oy vereceğiz. Bunu değiştirmenin yolları üzerine düşünmeliyiz.

Kuruluşundan beri tekçi bir anlayışa sahip Türkiye Cumhuriyet devletinin net hatalarla malul olduğunu biliyorduk ancak mevcut hükümetin noksan olduğunu da çok acı bir biçimde deneyimledik. Toplum (ya da birey) olarak kendi noksanlıklarımız üzerine de kafa yoracak mıyız, bunu görmek isterim. İmar affı yalanına inanıp cüzi bir bedel karşılığında ‘milyonlarca’ lira değerinde bir tabuta sahip olduğu gerçeğini göz ardı eden bir toplumun enkazdan kurtulamayacağına tekrar tekrar tanık olmak için acele etmeye gerek yok, ne de olsa önümüzde daha çok deprem var. Bu arada, kısa vadede depreme dayanıklı bir konuta taşınma şansı olmayan herkesin büyük bir korkuyla hazırladığı deprem çantasında en azından su ve düdük gibi temel maddeleri koyup beklemesini de hayretle karşılıyorum.

Gördük ki, çantanızda sizi seçmen değil de vatandaş kabul edip sahip çıkacak bir devlet, afetin ilk saatlerinde yanınızda olacak bir “Sayın Vali”, o da olmadı bir iş makinesi ve arama kurtarma ekibi yoksa ne su, ne düdük, ne de battaniye yeterli olmuyor.

*Ressam