YAZARLAR

Davulun hiç gelmeyen sesi

Ruben’in sessizliği ile dışarının sesi arasında gidip geldikçe, günlük hayatta duyduğumuz seslerin çoğunun ne kadar gereksiz, rahatsız edici ve anlamsız olduğunu da fark ediyoruz. Ruben’in bunu fark ettiği an da yeni bir hayatı kabul ettiği an oluyor böylece. O artık hepimizden bir adım öne geçiyor.

Geçen yıl Toronto Film Festivali’nde dünya prömiyerini gerçekleştirdikten sonra, festival turuna devam eden “Sound of Metal” birkaç gün önce dijital yayın platformu Amazon Prime’de seyirciyle buluştu. Filmi çarpıcı kılan iki ögesi var. İlki ses kullanımı ve tasarımı, ikincisi de başrol oyuncusu Riz Ahmed’ın performansı. Çünkü filmin ses tasarımı ile görsel dünyası arasındaki uyumun bağlantı noktası o.

“Sound of Metal”, konser görüntüsüyle açılıyor. İki kişilik bu metal grubunun davulcusu Ruben’in sevgilisi ve solist Lou’nun performansına eşlik ettiği yüksek volümlü bir sahne bu. Bu andan itibaren filmin ana unsurlarından birisinin ses olacağını anlıyoruz. Çünkü sesin belirgin olması bir yana, aynı zamanda gerginlik yarattığı bir bölüm bu. Filmin yönetmeni Darius Marder’ı “The Place Beyond the Pines” (Babadan Oğula) filminin senaryo ekibinden hatırlıyoruz. Bu filmin ve çok sevdiğimiz “Blue Valentine” (Aşk ve Küller) filminin yönetmeni Derek Cianfrance aynı zamanda “Sound of Metal”in senaryo ortağı ve yapımcısı. Bu bağlantı şundan önemli “Sound of Metal” de yukarıda andığım iki filmin ruhundan besleniyor. Amerika’nın derinlerinde, kılcal damarlarında yaşayanların ‘bağımsız’ ve fakat dokunaklı hikayeleri ortak noktasında buluştuklarını söyleyebiliriz.

Filme dönersek. Sevgilisi ve grup ortağı Lou ile birlikte karavanla turneye çıkmış olan Ruben, açılış sahnesindeki konserin ardından huzursuz bir sabaha uyanıyor. Lou’dan önce kalkan Ruben, kahvaltı hazırlıyor, geceden kalanları topluyor vs. Ancak, çevresindeki seslerle kurduğu ilişki tutarsız hale geliyor. Frekanslar karışmaya başlıyor. İkinci günün sabahında durum daha da can sıkıcı hal alıyor. Ruben duyma yetisini hızla kaybetmeye başlıyor. Doktor ona çalmayı yasaklasa da ısrar ediyor ama Lou’nun araya girmesiyle işitme engellilerin iletişim yollarını öğrendikleri ve topluma yeniden uyum sağlamaya çalıştıkları bir kampa katılmayı kabul ediyor. Lou ise kendi yolunu çiziyor.

“Sound of Metal” seyirciyi istismar edebileceği, bir kamu spotuna dönüşebileceği sınırlarda gezinip duruyor uzun bir süre açıkçası. Mesleği sesleri takip etmek, onlara uyum sağlamak, yükseltmek ve belki alçaltmak olan birisinin bu yetisini kaybetmesi ağır bir travma kuşkusuz. Ruben’in filmin ilk yarım saatinde duyma yetisini kaybetmeyi kabullenme sürecindeki kimi tavırları hem ergence hem de istismara açık kapı bırakıyor. Ancak yönetmen Darius Marder bu riskli alanların kıyısından dönmeyi, hikaye ve karakteri rayına oturtmayı beceriyor açıkçası. Benzer bir biçimde Ruben’in gittiği rehabilitasyon merkezindeki engelli bireylerin hayatına bakış attığımız bölümün kamu spotuna dönüşme riski var ki, yine bu bir his olarak kalıyor ve yönetmen buradan da dönüş yapmayı beceriyor.

Film asıl olarak bütün hayatının duymak üzerine inşa etmiş bir adamın, bu yetisini kaybettikten sonra yaşam ile yeniden bağlantı kurma çabası üzerine. Öfke ile başlayan, çare arayışıyla devam eden, kabullenmenin ardından finaldeki uçsuz bucaksız sessizliğin sağladığı dinginlikle bizi baş başa bırakan bir yolculuk bu. Riz Ahmed’in her saniyesine anlam kattığı, karakterinin içine düştüğü durumu seyirciye geçirmekte oldukça başarılı olduğu bir yolculuk üstelik.

Öte yandan film, teknik olarak da ender karşılaşılacak yapımlardan. Çok özel bir ses tasarımı var. Film boyunca sık sık Ruben’in gözünden dünyayı görmemizi istiyor yönetmen. Böylece onun gözünden görürken, onun kulaklarından da duymaya başlıyoruz. Bu kimi zaman belirsizlik, kimi zaman boğuntu, kimi zaman tiz seslerin olduğu bir karmaşa, kimi zaman ise tamamen sessizlik anlamına geliyor. Kameranın Ruben’den uzaklaşıp dışarıya çıktığı anlarda ise ses ‘normal’ hale geliyor. Ruben’in kaybolan yeteneklerini, duyup anlam veremediği seslere karşı tepkilerini hissetmemizi istiyor yönetmen belli ki. Bu yöntem bir süre sonra Ruben’in yaşadıklarını anlamaya yönelik bir çaba olmaktan çıkıyor. Bu teknik tercihi etkili kılan şey ise Riz Ahmed’in iki dünya arasındaki bağlantıyı sağlamadaki başarısı. Bizler seyirci olarak sesin her türlü formunu duyarken, onun sadece bir formuna hakim olduğu ve ona göre davrandığı, seyirciye de bunu geçirdiği bir oyunculuk gösterisi bu adeta.

Ruben’in sessizliği ile dışarının sesi arasında gidip geldikçe, günlük hayatta duyduğumuz seslerin çoğunun ne kadar gereksiz, rahatsız edici ve anlamsız olduğunu da fark ediyoruz. Ruben’in bunu fark ettiği an da yeni bir hayatı kabul ettiği an oluyor böylece. O artık hepimizden bir adım öne geçiyor. Canı istediğinde sesleri duyup, canı istediğinde sessizliğin tadını çıkarabileceğini anladığı bir huzur anıyla kararıyor perde. “Sound of Metal” yılın kısır sinema ortamında kayda değer bir yapım olarak dikkat çekiyor. İzlenmeyi hak ediyor.