Cumhuriyetin iki düzeyinden Türkiye’ye bakmak

'Cumhuriyetin' değerleri dediğimiz artık kapitalist devletler tarafından temsil edilemeyen soyut ilkeleri, halk egemenliği, kamu yararı, aktif yurttaşlık gibi nosyonları solun sahiplenmesi mümkün mü?

Fotoğraf: Salt Araştırma, Eğitim Arşivi
Google Haberlere Abone ol

Cumhuriyet, tarih boyunca farklı içerikler kazanmış ve siyaset felsefesinde farklı yorumlamalar içerisinde ele alınmış bir kavram. Üstüne üstlük Türkiye’deki tartışmalar içerisinde de cumhuriyet hangi analiz düzeyinde ele alındığı, neye karşılık geldiği netleştirilmeden üzerinde sert tartışmaların yapılabildiği bir mevhum. Türkiye’deki cumhuriyet üzerine olan tartışmalarda bu kavrama belirli bir içerik yüklemeye yönelik kabaca üç ana eğilimden bahsedilebilir. 

CUMHURİYET TARTIŞMALARINDA ÜÇ EĞİLİM

Birincisi, cumhuriyeti bir siyasal rejimle sınırlayan eğilimdir. Bu daha çok anayasa hukukçularının benimsediği, cumhuriyeti klasik tanımıyla bir idari sistem olarak tarif etme eğilimine denk düşer. Bu “hukuki-idari” tartışma düzleminde, cumhuriyeti “devlet başkanlığının ırsi olarak intikal etmediği” monarşinin karşısına yerleştirilmiş bir rejim olarak tarif etme eğilimi göze çarpar. Bu yaklaşımda cumhuriyet sanki mevcut rejimler içerisinde diğerleriyle prosedürel olarak kıyaslanabilecek sıradan bir idari sisteme indirgenir. Böylelikle cumhuriyet kavramının içerisindeki etik-politik muhteva, onun tarihsel olarak kazandığı bazı normatif iddialar, yani cumhuriyet fikrine eşlik eden “iyi toplum” arayışına dair ilkeler hesaba katılmaz. 

Türkiye’de cumhuriyete dair tartışmalarda ortaya çıkan daha çok Kemalizmi popüler düzeyde sahiplenen kesimlerde rastladığımız ikinci eğilim ise, Cumhuriyet'in ilanının ardından ortaya çıkan dönüşümler üzerinden bir cumhuriyet tahayyülü geliştirme biçiminde kendisini gösterir. Daha çok popüler tarih anlatılarında görülen bu yaklaşım Türkiye’nin son 100 yılda cumhuriyet rejimi altında yaşadığı modernleşme ile ilişkili bir ilerleme olarak addedilen dönüşümleri “Cumhuriyet'in eseri ve mirası”, “Cumhuriyet olmadan söz konusu olamayacak kazanımlar” olarak değerlendirir. Örneğin, laikliğe dayalı toplumsal/siyasal düzenlemeler, homojen bir ulusal kimlik inşası, kalkınma ve sanayileşme politikaları, aşağıdan yukarıya sınıfsal sosyal hareketlilik kanallarının eğitim seferberliği sayesinde biraz daha açılması, kentli nüfusun gittikçe artması, vs. Cumhuriyet'in “yapıp ettikleri” olarak kodlanır. Yani esasında bir kısmı belki cumhuriyet projesiyle ilişkili olan ama bir kısmı da cumhuriyetten bağımsız olarak pekala ortaya çıkabilecek kapitalizmin gelişim süreciyle bağlantılı olan süreçler bir bütün olarak Cumhuriyet'in hanesine yazılır. Cumhuriyet bu anlatıda kendi başına belirli projeler tasarlayıp, uygulayan bir aktör gibi ele alınır: “Cumhuriyet'in kurduğu şeker fabrikaları”, “Cumhuriyet'in açtığı okullar” gibi.  

Türkiye’deki cumhuriyet tartışmalarında görülebilecek üçüncü eğilim ise cumhuriyeti bir tür vesayetçi seçkincilik, bir baskı rejimi olarak görme yaklaşımında kendisini gösterir. Burada da cumhuriyet Türkiye’de ulus-devletin kuruluş sürecinde benimsenen baskıcı idari, siyasi pratiklerin ve ideolojik yönelimlerin toplamına denk düşer. Bu; biraz önce bahsettiğim modernleşmeyi Cumhuriyet'e özgüleme ve bu temelde onu olumlama eğiliminin cepheden bir eleştirisi gibi gözükse de onu tek başına “yapıp eyleyen” bir aktör olarak görmek açısından onunla benzer bir akıl yürütmeye dayanır. Her iki yaklaşımda da cumhuriyet, yüzyıl boyunca ortaya çıkan gelişmelerin/süreçlerin esas faili olarak kodlanır ve böylelikle de bu gelişmelerin/süreçlerin arkasındaki toplumsal mücadeleleri/çelişkileri görünmez kılacak düzeyde “fetişleştirilir”. 

ÜÇ EĞİLİMDEN AYRIŞMA GEREKLİLİĞİ 

Türkiye’de somutlaşmış haliyle “cumhuriyetin” 100. yıldaki güncel durumunu daha bütünlüklü tartışabilmek için öncelikle Türkiye’deki cumhuriyet tartışmalarına gömülü bu üç eğilimden ayrışmak gerektiğini düşünüyorum. Bu yazıda ben böyle bir tartışma zemininin kurulabilmesini mümkün kılacağını düşündüğüm “iki düzeyli” bir cumhuriyet anlayışını öne süreceğim.(1)

SOYUTTA VE SOMUTTA CUMHURİYET

Birinci düzey bir toprak parçasında yaşayan insanları bir araya getirerek “erdemli” bir siyasal birlik oluşturmalarını mümkün kılacağı düşünülen soyut normlar, ilkeler bütünü olarak cumhuriyete denk düşüyor. Bunu “soyutta cumhuriyet” olarak nitelendirebiliriz. İkincisi ise belirli bir yer ve zamanda bu soyut cumhuriyet paradigması temel alınarak inşa edilen, meşrulaştırılan ve kurumsallaştırılan bir siyasal ve toplumsal düzen olarak cumhuriyeti işaret ediyor. Bunu da “somutta cumhuriyet” olarak ifade edebiliriz. 

Öte yandan burada cumhuriyetin soyut bir cumhuriyetçi paradigmanın kendisini olduğu gibi yansıttığı, her yerde aynı biçimi alan bir politik sisteme, bir toplum düzenine denk düştüğü düşünülmesin. Cumhuriyeti soyut düzlemde ifade eden, birazdan açımlayacağım evrensel normlar/ilkeler/nosyonların oluşturduğu “iyi toplum idealine” dair çerçeve (soyutta cumhuriyet) tarihin ancak belirli dönemlerinde, toplumsal mücadelelerin seyrine bağlı olarak gündeme gelmiştir ve bu çerçeve toplumsal ve siyasal güç mücadeleleri içerisinde, bu mücadelelerin seyrine göre sürekli yeniden ve yeniden içeriklendirilmiştir (somutta cumhuriyet). Bu yüzden de cumhuriyetin somuttaki hali hem tek bir ülkenin kendi tarihi içerisinde hem de her bir ülke ya da coğrafyada farklı bir görünüm kazanabilmiştir. Bu açıdan soyutta cumhuriyetin “mutlak” bir sınıf aidiyeti olduğu söylenemez. Somutta bir cumhuriyetin sınıf karakteri ise cumhuriyetle ilişkili bu soyut nosyonların hangi toplumsal güçler tarafından ve nasıl bir hegemonya projesi doğrultusunda “işlendiğine” bakılarak teşhis edilebilir.

Peki “soyutta cumhuriyet” dediğimiz şey; yani iyi ve sürdürülebilir bir toplumsal yaşama dair bir paradigma olarak cumhuriyeti ifade eden evrensel ilkeler manzumesi neleri içerir?

ESKİNİN TAHAKKÜMÜNE KARŞI BİR ÖZGÜRLEŞME DÜZLEMİ

Aslında bu değerlerin oluşturduğu sistem ya da paradigmayı Philip Pettit’in öncüsü olduğu “yeni cumhuriyetçi” ekolün cumhuriyetçiliğin çekirdeğine yerleştirdikleri insan özgürlüğüne dair özgül anlayıştan yola çıkarak ortaya sermek mümkündür. Buna göre cumhuriyetçilik insan özgürlüğünü onun üzerindeki tahakkümün yokluğu olarak tanımlar; yani tahakkümsüzlük olarak özgürlük fikri cumhuriyetçi anlayışın çekirdeğinde yer alır. Bu; insanın ancak onun eylem alanını keyfi olarak sınırlandıracak bir hakim gücün olmaması durumunda özgür olacağı anlamına gelir. Cumhuriyetin temeline bu özgül özgürlük anlayışını yerleştirmek oldukça ön açıcı gözüküyor. Zira pek çok tarihsel örnekte somut cumhuriyet projelerinin taşıyıcısı olan toplumsal güçler yeni oluşturmaya çalıştıkları toplumsal düzeni eskinin tahakkümüne karşı bir özgürleşme düzlemi olarak sunmuşlardır.

Cumhuriyet işte bu tahakkümsüzlük olarak özgürlük fikrine bağlı bir kamu düzenine, birlikte yaşam düzenine göndermede bulunur. Buradan yola çıkarak “soyutta cumhuriyetin” bazı ortak evrensel ilkelerini türetebiliriz. Bunlardan ilki devletin bir zümreye, bir aileye değil halka ait olduğu ve olması gerektiği düşüncesidir. Bir aileye ve hanedana ait olan, halka ait olmayan bir devlette siyasi iktidarın toplum bireyleri üzerinde keyfi bir tahakküm uygulamasını önleyebilecek hiçbir mekanizma inşa edilemeyeceğinden “özgürleşme” en temelde devletin halka ait kılınması ile mümkün olabilir. Halka ait olan devletin ancak “ortak iyiyi” yani egemen olduğu topraklarda yaşayan halkın ortak yararını temel alarak toplumsal alana müdahale edebilmesi fikri yöneticilerin toplumun tamamını etkileyecek kararlarda bireysel ve keyfi bir tutum almasının önüne geçer; ve böylelikle de devletin temeline yerleştirilen “kamu yararı” fikri sayesinde tahakkümsüzlük olarak özgürlük işler kılınabilir. Ortak iyinin ve kamu yararının neye karşılık geldiği kişisel ve keyfi yorumlara açık olamayacağından bunların ilkesel düzeyde de olsa karşılıkları yurttaşların bizzat yapıcısı olduğu yasalar tarafından sabitlenir. Buradan da cumhuriyetin ve cumhuriyetçiliğin diğer bir evrensel ilkesi olan hukuk devleti anlayışı türer. 

Yurttaşlar bu ortak iyiye denk düşen yasaları bir ortak irade ile şekillendireceklerinden ve ortak ihtiyaç ve çıkarlar zamanın koşullarına göre değişebileceğinden gerek yasaların yapımı gerekse de bunların uygulanmasının denetimi süreçlerinde etkin bir şekilde yer alırlar; bir halk olarak egemenliklerini bu şekilde icra ederler ve özneleşirler. Buradan yola çıkarak cumhuriyetin öngördüğü iyi ve sürdürülebilir kamusal yaşamın, yani soyutta cumhuriyetin dört sacayağı olduğunu söyleyebiliriz: halka ait olan devlet; ortak iyinin ve kamu yararının bağlayıcılığı; aktif yurttaşların politik birliği olarak halkın egemenliği ve kamu yararı ve böylelikle de tahakkümsüzlük olarak özgürlüğü gerçekleştirmek adına gerektiğinde toplumsal yaşama müdahale eden devlet/halk.

TÜRKİYE’NİN CUMHURİYETİ

Cumhuriyetçiliği ifade eden her bir ilkenin esasında “tahakkümsüzlük olarak özgürlük” anlayışı ile irtibatlı olduğunu söylemiştik. Cumhuriyet'in ilk yıllarında bahsettiğimiz halk egemenliği, yurttaşlık, kamu yararı gibi nosyonların içeriği de aslında kurucu kadroların resmî ideolojide hâkim kıldıkları “özgürlük” anlayışıyla yakından ilişkilidir. Türkiye’de ulus-devletin kuruluş süreçlerinde Cumhuriyet'in yalnızca bir idari sistem olarak değil aynı zamanda bu ilkeler temelinde bir normatif çerçeve olarak öne sürüldüğünü söyleyebiliriz. Keza kurucu kadrolar tarafından Cumhuriyet yalnızca idari sistemlerden herhangi biri olarak anılmaz; insanı köleleştiren, keyfi idarenin hâkim olduğu sultanlık karşısında insanın tahakkümden kurtulup özgürleştiği ve birer erdemli yurttaş haline geldiği bir değerler silsilesi olarak yüceltilir. Kurucu kadroların anlatısında Türkiye toplumu bir yandan Osmanlı Sultanlığı'nın diğer yandan da emperyalist işgalci güçlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin keyfi tahakkümü altındadır; ve Türk halkı bunların tahakkümünden kurtulmadan özgür olamaz. Mustafa Kemal’in İzmir Kız Öğretmen Okulu’nun açılışında yaptığı ve Cumhuriyet tarihi boyunca sıklıkla göndermede bulunulan şu ifadeler kurucu kadroların cumhuriyete etik-politik bir anlam yüklediğinin göstergelerinden yalnızca biridir:

"Cumhuriyet nedir ve sultanlıktan farkı nedir? Cumhuriyet fazileti ahlâkiyeye müstenit bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Sultanlık korku ve tehdide müstenit bir idaredir. Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuskâr insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya, tehdide müstenit olduğu için korkak, zelil, sefil, rezil insanlar yetiştirir. Aradaki fark bunlardan ibarettir."

Millî mücadelenin kazanılması ile birlikte bu tahakküm ilişkisi matrisine dinsel otoriteler, cemaatler, tarikatlar da eklenir ve “özgürlüğün” yine bunların sultasından kurtulmakla mümkün olduğu fikri kendisini yerleşik bir şekilde gösterir.

Buradan bakıldığında Türkiye’de bundan 100 yıl önce devletin bir tebaanın, bir hanedanın değil “ulusun” devleti olarak meşrulaştırıldığı, halkın sınıfsız kaynaşmış “yurttaşların” birliği, bir ulus olarak tasavvur edildiği bir “soyut cumhuriyet” paradigması hâkim kılınmaya çalışılmıştır. Bunun bir somut cumhuriyet projesi olarak karşılığı ise devletin tahakkümden özgürleştirme ve kamusal yarar adına imparatorluktan kalan yapıları tasfiye etme, dinselliğin toplumsal yaşamdaki görünümlerine müdahale etme ve bunun yanında hatta ulus kurgusuna rıza göstermedikleri durumda imparatorluktan devralınan bir “fazla” olarak görülen azınlıklar üzerinde baskı uygulama hakkına sahip olabildiği ve kurumsal mimarinin ve pratiklerin bu nosyonlar etrafında şekillendiği  bir ulus-devlet yapılanmasıdır. 

EGEMEN SINIF FRAKSİYONLARI ARASINDAKİ REKABETİN ARENASI

Yazının başında cumhuriyetin somuttaki halinin hem tek bir ülkenin kendi tarihi içerisinde hem de her bir ülke ya da coğrafyada farklı görünüm kazanabileceğinden bahsetmiştim. Somut cumhuriyet projeleri bir yandan “eşit ve aktif yurttaşlık”, “kamu yararı”, “halk egemenliği” gibi değerlerle kendisini bağlarken diğer yandan da tüm bu nosyonları farklı toplumsal güçlerin mücadele arenasına dönüştürür. Türkiye’de de böyle olmuştur diyebiliriz. Türkiye’de cumhuriyet bir yandan egemen sınıf fraksiyonları arasındaki rekabetin bir arenası olmuştur. Fakat belki Cumhuriyet'in şekillenmesinde daha da önemlisi siyaset ve güç mücadeleleri sahnesine süreç içerisinde işçi sınıfının, sosyalistlerin, kadınların ve Kürt hareketinin - dahil olması ve “cumhuriyet” ve onunla ilişkili soyut nosyonlar içinde/üzerinde hak iddia etmesidir. Aşağıdan yükselen bu toplumsal dinamikler halı altına süpürülen tahakküm ilişkilerini gözler önüne serdikleri ve bu temelde “halk egemenliğini”, “kamu yararını” radikal bir özgürleşme arayışıyla yeniden tarif etmeye ve bunlarda hak iddia etmeye soyundukları her dönemeçte egemenler Cumhuriyet'in somut anayasal formunu ve kurumsal yapısını bu talepleri ya bertaraf edecek ya da sistem içerisinde soğuracak şekilde yeniden örgütlemiştir. Bu da Cumhuriyet'le ilişkili kurumların, idari pratiklerin değişkenliği ve demokrasinin zigzaglı seyri konusunda bize bir açıklama sunabilir.   

CUMHURİYET DAHA ÇOK BU SÜRGİT MÜCADELELERİN BİR ZEMİNİ, KONUSU VE MEŞRUİYET ÇERÇEVESİDİR

Bu açıdan aslında modern Türkiye tarihi boyunca sınıfsız kaynaşmış millet kurgusu içinde “yok” sayılanlar, yani ezilenler üzerinde uygulanan zor ve baskının öznesini “Cumhuriyet” olarak işaret etmek doğru olmaz. Bu özne daha çok bir ilkeler manzumesi, bir mücadele sahası olarak Cumhuriyet'i kendi sınıf projesine eklemleme gücüne sahip olmuş olan egemen sınıflardır. Cumhuriyet daha çok bu sürgit mücadelelerin bir zemini, konusu ve meşruiyet çerçevesidir. 

100.YILDA CUMHURİYET'İN KAYBI

Eğer cumhuriyet belirli tahakküm ilişkilerinden özgürleşme perspektifiyle içeriklendirilmiş bir eşit yurttaşlık anlayışına, kamu yararı ilkesine, halk egemenliği fikrine ve ortak yararı temsil eden devlet kurgusuna dayanıyorsa bugün AKP iktidarı altındaki Türkiye’de siyasal ve toplumsal yaşamın bu ilkeler uyarınca sınırlandırıldığından söz etmek mümkün müdür? Bana kalırsa bugün -buna doğru giden sürecin dinamikleri çok daha uzun bir yazının konusu olmakla birlikte- Türkiye’de cumhuriyeti ifade eden değerlerin şu ya da bu sınıfsal içerikle toplumsal düzen, devlet-yurttaş ilişkileri ve siyasal iktidarın meşruiyeti açısından hâkim bir referans noktası olmaktan çıktığı söylenebilir. Esasında bu; yalnızca Türkiye’ye özgü değil cumhuriyetle ilişkili soyut, bağlayıcı nosyonların sermayenin mutlak tahakkümünün önünde birer ayak bağı olarak görüldüğü neoliberal kapitalizm çağında dünyanın pek çok yerinde söz konusu olan bir eğilimdir. 

BELİRSİZLİKLER VE KRİZ DİNAMİKLERİ

Öyleyse Türkiye’de bugün kapitalizmin hâkim olduğu ama buna bir cumhuriyetçi devlet ve toplum düzeninin eşlik etmediği özgül bir dönem yaşanmaktadır. Diğer yandan ise bu dönem ciddi belirsizlikleri ve kriz dinamiklerini kendi bünyesinde barındırmaktadır. Zira, AKP iktidarı her ne kadar devlet sahasında tam bir hakimiyet oluşturma yolunda epey mesafe kat etmiş olsa da altı oyulmuş cumhuriyetçi çerçevenin yerine ülkedeki sınıf egemenliğini yeniden üretmeye muktedir yeni bir siyasal/ideolojik çerçeve ortaya koyamamıştır.  

Eğer durum buysa “cumhuriyetin” değerleri dediğimiz artık kapitalist devletler tarafından temsil edilemeyen soyut ilkeleri, yani halk egemenliği, kamu yararı, aktif yurttaşlık gibi toplumun “iyi duyusunda” halen mevcudiyetini koruyan nosyonları solun sahiplenmesi mümkün müdür? 100 yıl önce Türkiye’deki cumhuriyet projesi “tahakkümsüzlük olarak özgürleşme“ düşüncesinin içerisine “sermaye tahakkümünü” dahil etmemişti. Bugün Türkiye’de cumhuriyeti; onun en temeline “sermaye tahakkümünden” kurtulma fikrini yerleştirerek yeniden düşünmek, cumhuriyetle ilgili soyut nosyonları merkezdeki bu tahakküm ilişkisi üzerinden yeniden içeriklendirmek gerekiyor. Bugünün koşullarında bir cumhuriyet savunusu ancak bu şekilde “nostaljik hayıflanmanın” konusu olmaktan çıkar ve içinde bulunduğumuz dünya ve Türkiye halinden ilerici çıkışın bir unsuru olabilir. 

*Prof.Dr.


(1) Bu “iki düzeyli cumhuriyet” yaklaşımını daha önce Gazete Duvar’da yayımlanan iki yazıda açımlamaya çalışmıştım. Bu yazı hem onlar temelinde tartışmayı daha da derinleştirme amacı ve buradan Türkiye’ye dair bazı önermeler sunmayı amaçlıyor. Bütünlüğü sağlayabilmek için Gazete Duvar’daki diğer iki yazımdaki bazı kısımları tekrarlamak zorunda kaldım. Böyle bir tartışmanın daha geniş bir makale olarak sunumu ekim ayında Nika Yayınevi tarafından yayınlanacak Selman Saç editörlüğündeki "Cumhuriyetçilik ve Cumhuriyetler" başlıklı kitapta yayımlanacak.