Cumhuriyet, sanat ve geleceğe dair boşluk

Cumhuriyet’in kuruluşundaki en büyük idea, herkesin aynı eğitimi alabilmesi, herkesin sanata ulaşabilmesi idi. Şimdi ise, parası olanın eğitim alabildiği ve sanata ulaşabildiği bir dönemin içindeyiz.

Google Haberlere Abone ol

Dengin Ceyhan

Cumhuriyetimizin yüzüncü yılına girerken klasik batı müziğinin ülkemizdeki yeri ve geleceğe dair misyonu hakkında fikir edinmek için biraz geçmişe dönüp, bu müziğin tarihsel gelişimini incelemek, konuya dair bizlere ışık tutacaktır.

1400-1600 yılları arasında Rönesans (yeniden doğuş) olarak adlandırılan dönemi, sanatın sıradan insanların hayatına yer edinmeye başladığı dönem olarak kabul edebiliriz. Bu dönemde Avrupa'da bilimin ve eğitimin ön planda olması, dini otoritenin yerini kaybetmeye başlaması ile ilişkili olmuştur. Eğitime verilen bu önem, matbaanın gelişimi ve yaygınlaşması ile modern çağın kapılarını açmaya vesile olmuştur. Hümanizmin bilim ile buluştuğu bu yıllarda sanatın yükselişi de önlemez bir gerçeklik idi. Resim, heykel ve mimarinin damga vurduğu Rönesans döneminin müzik kolunda ise bambaşka heyecanlar yaşanıyor, yeni enstrümanlar icat ediliyor, matbaa gelişimi sayesinde yazılı müziğin daha çok yaygınlaşmasına tanıklık ediliyordu, ilk büyük eserler de bu dönemlerde yazılmaya başlanıyordu.

1700’lü yıllara geldiğimizde ise Barok dönemin başlangıcı ile birlikte sanatın daha etkileyici temaları içinde barındırdığından bahsedebiliriz. Portekizce ‘’Şekilsiz/Çarpık İnci’’ anlamına gelen barocco kelimesinden ismini alan bu dönem, üretilen eserlerin çok daha detaycı ve abartılı olarak ortaya çıkmasıyla bilinmektedir. Versay Sarayı, Trevi Çeşmesi, Belvedere Sarayı, Ayazma Cami bu dönemin örnek mimari eserleri arasında yer almaktadır. Müzikte ise enstrümanların dönem içinde gelişmeleri ve daha kapsamlı kullanılıyor olması, farklı müzik formlarının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu dönemde mimaride üretilen gösterişli yapıların, müziğe büyük bir etkisi olduğundan bahsedebiliriz.

1750’li yıllara geldiğimizde ise, coğrafi keşiflerin yapılması, Avrupa kıtasının diğer kıtalar ile ticaret yapabilmesi, ardından da mutlak monarşi ile yönetilen Fransa, İngiltere, İspanya, Hollanda gibi ülkelerin Uzak Doğu, Hindistan gibi bölgelerinde sömürgeciliğe başlaması, dönemin en çok göze çarpan politik gelişmelerinden biriydi. Bu gelişmeler devletler arası çıkar çatışmasına dönmüş, yaşanılan krizler ittifakların oluşmasına, ülkeler arası iletişim şekillerinin değişmesine sebep olmuştur. Milliyetçiliğin temellerinin atıldığı bu dönemin sanata olan yansıması da yine o dönem yaşanılan politik gelişmelerin yörüngesinde gelişmeye devam etmiştir. Müziğin daha çok saray ve soyluların çevresinde icra edildiği, sanat okullarının açılmaya başlandığı bu yıllar ‘Klasik Dönem’ olarak kabul edilmektedir. Sanayi devrimi ve devamında 1789’da Fransız İhtilali gibi olayların yaşanması sonrası ülkelerin kendi vatandaşlarına sosyal hakları getirmesi gibi gelişmeler yaşanırken, diğer yandan Avrupa ülkelerinin savaşları liberal milliyetçi akımların yükselmesine sebep olmuş, bu durumun sanata yansıması, folk öğelerin daha çok üretilmesini ve yeni müzik formlarının oluşmasını sağlamıştır. Ortaya çıkan sanat eserlerinin, önceki dönemlere kıyasla kilise ve saray ekseninden kurtulup, daha çok insan duyguları üzerine üretildiği bir dönem olarak kabul edebiliriz. 1800’lü yıllardan 1910’lu yıllara kadar içinde bulunulan dönem ‘Romantik Dönem’ olarak kayda geçmektedir.

1900’lü yılların çeşitli dönemlerinde yaşanan savaşların sanata olan yansıması, 20. yüzyıl sanat akımlarının doğmasına vesile olmuştur. Sürrealizm, Ekspresyonizm, Dadaizm, Fütürizm gibi akımlar ortaya çıkmışlardır. Bu dönemdeki savaş ortamı sanatçıların yerleşik düzenlerinden kopmalarına ve kendilerine yeni bir düzen kurana kadar gezici olarak yaşamalarına sebep olmuştur. Kaos ortamından daha sakin bir hayata geçmek isteyenlerin yeri Amerika olmuştur, bu durum sonucunda 1. Dünya Savaşı ortalarından itibaren sanatın her dalı Amerika’da büyük bir yükselişe geçmiştir.

Yaşadığımız coğrafyada ise, 1826 yılında 2. Mahmut döneminde batı müziği yapabilen bir bando kurulması isteğiyle Mızaka-ı Hümayün topluluğu kurulmuş, bu topluluk şu anki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasının temelini oluşturmuştur. Tanzimat Fermanı sonrası ise Osmanlı’nın Batılılaşma adımlarının etkisi ile, Batı müziğine somut bir şekilde önem verilmiştir. Osmanlı’nın en yenilikçi sultanlarından biri olarak bilinen Sultan Abdülmecit, saraylara piyano aldırmış, Batı müziği derslerinin gerçekleşmesini sağlamış, önemli sanatçılar o dönem İstanbul’a davet edilip konserler vermişlerdir. Günümüzde halen görmüş olduğumuz birçok mimari yapının temelleri de bu dönemde atılmıştır.

1923’te Cumhuriyetin ilanı ile birlikte Mustafa Kemal Atatürk ülkenin temel taşlarından birinin sanat olmasını hedeflemiştir. Türk halkının yenileşme ve çağdaşlaşma politikası olarak Batı uygarlığını benimseyen, İsviçre Medeni Kanunu’nun Türk Kanunu Medenisi olarak yürürlüğe girmesini sağlayan, harf inkılabından kıyafet devrimine kadar birçok yeniliğin öncüsü olunan dönemde en büyük destek de sanat alanına verilmiştir. Türk Beşleri olarak bilinen Ahmed Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey, Hasan Ferit Alnar ve Necil Kazım Akses eğitim almak için yurt dışına gönderilmiş, eğitimleri tamamlandıktan sonra ülkeye dönüp müzik okullarının açılmasına ve Klasik Türk Müziği’nin oluşmasına öncülük etmişlerdir. 1924 yılında Musiki Muallim Mektebi’nin açılmasıyla müzik öğretmenlerinin ülkede yetişmesi hedeflenmiştir. Aynı yıl, İstanbul’da bulunan saray orkestrasının Ankara’ya taşınması kararlaştırılmış, böylelikle Anadolu çok sesli Batı müziği ile tanışmaya başlamıştır. 1927’de Ankara’da Etnografya Müzesi açılmış, ardında ise İstanbul’da Topkapı Sarayı ve Ayasofya müze olarak açılmıştır. 1936 yılına geldiğimiz zaman Musiki Muallim Mektebi sanatçı yetiştirme işlevini gerçekleştirmek amacıyla Ankara Devlet Konservatuarı'na dönüşmüş, müzik öğretmenleri yetiştirme görevi de Gazi Üniversitesi Eğitim Enstitüsü’ne devredilmiştir. 1949 yılında Milli Eğitim Bakanlığı himayesinde ‘’Devlet Tiyatro ve Operası’’ kurulmuş, genel müdürlüğüne Muhsin Ertuğrul getirilmiştir. Bu dönemde bir yandan sanat kurumlarının temelleri atılırken diğer yandan da bestelenen eserler icra edilmeye başlanıyordu. Ahmed Adnan Saygun’un bestelemiş olduğu ‘Özsoy’ operası ilk yerli opera olarak tarihe geçmiştir.

Cumhuriyet tarihinin ilk yerli oratoryosu da, yine Saygun tarafından bestelenen Yunus Emre Oratoryosu’dur. 1940 yılında kurulan Köy Enstitüleri, sadece öğretmen yetiştirmek üzerine değil, çağdaş yaşam ile modernleşmenin kırsalda ve köylerde gerçekleşmesini hedefleyen bir eğitim sistemini barındırıyordu. Müzik eğitiminin yanı sıra resim, heykel ve halk oyunları dersleri veriliyordu. Gün geçtikçe yeni sahneler açılıyor, devlet tarafından farklı şehirlerde senfoni orkestraları ve tiyatrolar kuruluyor, bununla da yetinilmeyip enstrüman yapımlarına başlanıyordu. 1942 yılında ‘2. Sanat Enstitüsü’ adı verilen ilk yerli piyano yapılıyor, devamında yapılan bu piyanolara ‘Ankara’ adı veriliyordu. Cumhuriyet temeli sanat olan bir ülke haline geliyor, güzel sanatlar okulları açılıp sanatın her dalında eğitim veriliyordu. Henüz gencecik bir ülke iken sanata yapılan bu yatırımlar, 100 yıl sonra bile ülkede sanatın ayakta kalmasını sağlayan en önemli etkenlerden biridir.

Cumhuriyet’in ilanından itibaren istikrarlı bir yükseliş içinde olan sanatın ülkemizdeki gelişimi Köy Enstitülerin kapatılmasıyla ilk büyük darbeyi almıştır. Aydınlanma karşıtı gerici zihniyetin karalamaları sonunda 1948’de Köy enstitüleri sıradan okullar haline getirilmiş, 1954 yılında ise tamamen kapatılmış, eğitimin ve sanatın tüm kırsalda ve köylerde var olmasının önüne geçilmiştir.

1960’lardan itibaren ekonomik sebepler, geçmiş dönemlerde sanata yapılan yatırımların devam edememesine sebep olmuş, eski önem verilmemeye başlanmıştı. 1960’dan 1971’e kadar darbe, darbe girişimi ve ayaklanmalar yaşanan ülkede sosyo-kültürel farklılıklar kendini gösteriyor, gelişime ve modernleşmeye önem verilen çizgiden gün geçtikçe uzaklaşılıyordu.

12 Eylül 1980 darbesi ile yasaklanan filmler, yakılan dergi ve kitaplar, sanatçıların sürgün edilmesi ile devam eden süreç sanat adına büyük bir gerilemeye sebep olmuştur. 1981’de YÖK’ün kurulması ile sanat okullarının buraya bağlanması, sanat eğitimi veren yerlerin kendine has olan özerk yönetiminin ortadan kalkmasına sebep olmuştur. Konservatuvarlar üniversitelere bağlanmış, sanat akademik himayenin altına girmiştir.

2.Dünya Savaşı, Köy Enstitülerinin kapatılması, darbeler, ülkede yaşanan karışıklıklar, eğitim politikalarındaki istikrarsızlık ve ekonomik çalkantıların etkilerini günümüzde de hep birlikte hissetmeye devam ediyoruz.

Aslında işin özeti, dünyada ve yaşadığımız coğrafyadaki tüm politik gelişmeler sanata direk etki ediyor, olumlu ya da olumsuz bir yöne sürüklüyor.

Kendi piyanosunu, kendi enstrümanlarını üreten bir ülke iken günümüzde enstrümanları yurt dışından ithal ediyor olmamız, devlet himayesinde yurt dışında sanat eğitimi için çıkartılan Harika Çocuk Yasası’nın artık olmaması, sanatı destekleyen ve teşvik eden bir politikadan baskı ve sansürün ön plana çıktığı bir politikaya geçiş yapılması, sanat okullarında okuyan öğrencilerin gelecek ve hayatını idame ettirebilme endişeleri göz önünde bulundurulduğu zaman, cumhuriyetin ilk yıllarındaki adımlar ile şu anki gelişmelerin aynı orantıda gitmediğini görmekteyiz.

Sanat kurumlarına sadece seçim dönemlerinde gelen kadrolar, üniversitelerde çalışma olanaklarının azalması, çok sayıda mezunun iş bulamaması, ailelerin çocuklarını konservatuvar ve sanat eğitimine yönlendirmesinde ister istemez olumsuz etki ediyor. Başarılı öğrencilerin yurt dışında eğitim görmesi ise, ailenin maddi durumuyla direk bağlantılı bir konu haline gelmiş durumda. Bazı özel burs veren yerler dışında öğrencilerin yurt dışı eğitimlerini üstlenecek bir yapı olmaması büyük bir eksiklik.

Evet İstanbul’da her gün onlarca tiyatro perde açıyor, her gün çeşitli yerlerde konserler veriliyor, yurt dışından orkestralar getiriliyor, önemli solistler salonlarda seyircilerle buluşuyor, İstanbul kadar olmasa da Ankara, İzmir, Eskişehir, Adana gibi şehirlerde haftada 2-3 kez seyirciler sanatsal faaliyetler içinde yer alabiliyorlar. Ama asıl mesele şu, bu etkinliklere katılım sağlayan kesim, kültürel olarak belli bir seviyeye ulaşabilmiş, bu etkinliklere parasını ayırabilen insanlardan oluşuyor. Peki büyükşehirler dışında yaşayan insanlar hayatlarında kaç kez tiyatro, kaç kez konser izleyebiliyor? Köylerde yaşayan çocuklara başka bir dünyanın olduğu nasıl anlatılıyor, nasıl hayal kurmaları sağlanıyor?

İşte Cumhuriyet’in kuruluşundaki en büyük ideası da bu idi. Maddi durumlar gözetmeksizin, hangi şehir olduğu fark etmeksizin, herkesin aynı eğitimi alabilmesi, herkesin sanata ulaşabilmesi idi.

Şimdi ise, parası olanın eğitim alabildiği, parası olanın sanata ulaşabildiği bir dönemin içinde bulunmaktayız.

Özellikle sanat eğitiminin ve sanatın her dalının icra edilebilmesinin ekonomik ve politik gerçeklerle aynı doğrultuda olduğunu düşünecek olursak, önümüzde geleceğe dair birçok soru işareti ve belirsizliğe uzanan bir yol olduğunu söyleyebiliriz.