Çok sustuk, hadi biraz eğri oturup doğru konuşalım

Hem bireyler hem yapılar olarak, parçalamamız veya merkezsizleştirmemiz gereken, acı değil, acıyı anlama, örgütleme ve onunla dayanışma yöntemlerimiz olmalıydı.

Google Haberlere Abone ol

Cansu Dayan

Yaşadığımız deprem “yüzyılın felaketi” olarak nitelendirildi. Böylesi geniş bir coğrafyaya bu şiddetle yayılması ve kendini defaatle gerçekleştirmesi onu şüphesiz ki diğerlerinden farklı kıldı. Müdahalelerin vakitlice ve olması gerektiği nicelik ve nitelikte yapılmaması da söz konusu felaketi hem derinleştirdi hem de tekilleştirdi. Bu kadar kamusal olan, bu kadar göz önünde gerçekleşen, bu kadar aleni ve ayyukta bir başıboşlukla 8 ay sonra halen ilk günkü gibi çözümsüz, ilk günkü gibi belirsiz ve karanlıkta bırakılan bir acı elbette politiktir, “doğal afet” veya “doğal afetin büyüklüğü/şiddeti” veya “Allah’ın işi” deyip geçemezsiniz. İster iklim krizi perspektifinden bakın ister hükümetlerin seçkinciliği, umarsızlığı yahut basiretsizlikleri üzerinden, doğal afetler de öncesi, esnası ve sonrasıyla son derece politiktir ve çok doğal olarak da politik bir şekilde ele alınmalıdır.

HATAY'IN ACISI HEPİMİZİN ACISI OLAMADI

Öte yandan, bu kadar politik olan ve herkesi yakinen ilgilendiren, ilgilendirmesi gereken bir acı ancak bu kadar ötekileştirilebilir ve salt şiddetine indirgenebilirdi. Dünya, “Türkiye ve Suriye” şeklinde; Türkiye, “1 bölge” diyerek; 1 bölge, “Hatay” üzerinden; Hatay, “Defne” özelinde; Defne de, “Armutlu” şeklinde halka halka küçülttü, halka halka parçaladı acıyı. 1 kişinin acısı hepimizin acısı olmalıyken 1 kürenin acısı 1 ilin bile değil, bir bir ve tek tek onu yaşayan insanların acısı oldu. Evet uluslararası kuruluşlar, evet sivil toplum örgütleri, evet gönüllüler, bağışçılar, evet bilmemkimler neler, hepsine evet ama bu, tamamıyla onlara yıkılamayacak kadar evrensel bir boyutu ve de görünen yüzüyse bir acının; bir o kadar da görünmeyen, anlatılamayan, paylaşılamayan ve o karartmanın içinde yapayalnız bırakılan bir yüzü de var. Kişisel olanın politik olduğunu yedi düvel savunuyor artık, gerçekten de öyle ama korkarım sloganlar bir yerden sonra, başka birçok şey gibi, boşaltılan içleriyle ezbere ve duyarsızlaşmaya yeniliyorlar. Buradan, “kimse kendi normaline dönmesin”, “herkes bizimle sonsuza dek acı içinde kalsın” gibi absürt bir anlam çıkarılmasın, zira bu anlam acıya ancak eklektik bakıldığında çıkarılabilir; halbuki benim demek istediğim, acının yalnızca benim acım olmadığı gerçeğinin açıkça ortaya konulması gerektiği, ateşin yalnızca düştüğü yeri değil, Akbelen’i, Atalay’ı, Soma’yı, Kader’i, seni, beni, hepimizi sistematik bir biçimde yaktığı ve yakacağı. Bir depremzede olarak zorla yerinden edilen bir Antakyalı ile bir savaşta yerinden yurdundan edilen bir Suriyeli arasında yapısal olarak bir bağ olduğu; insanların Kürt ya da Alevi oldukları için en iyi ihtimalle dışlanmaları ile kadın ya da trans kimlikleri yüzünden ötekileştirilmelerinin birbirinden ayrı düşünülemeyeceği; en temelde ise, tüm bunların neye/kime hizmet ettiği ve nasıl bir hayat/dünya tahayyülüne yol açtığı.

ACININ SÖMÜRÜSÜ DEĞİL ACIYI SAĞALTMAK 

Hal böyleyken- yani politik olan, özünden arındırılarak doğasıyla belirlenmiş ve genellenmiş; genele yayılan ve küresel olan, kişisele indirgenmiş; kişisel olanın da politikliği saf dışı bırakılmışken- gelin görün ki kişinin istediği zaman, istediği canlıyla, istediği şekilde, istediği kadarıyla paylaşma hakkına sahip olduğu belki de yaşamından sonra yegâne varlığı olan travmalar, birer paçavra gibi ortalığa saçılmış. Bunu söylemeye gerek olmamalıydı ama travmalar pek politik olmakla birlikte pek de kişiseldir. Kişisel olan politiktir diye politik olanı kişiliksizleştiremezsiniz. Birey ancak hazır hissettiğinde paylaşır acısını ve bu pek anlaşılırdır. 6 Şubat ile değişen bir nokta da budur. Bizler- 11 şehrin insanları- herkesin bildiği ve saydığı ve sayabileceği başka birçok şeyin yanında, kimliklerimizde anlam kaybını da beraberinde getiren bir anlam kaymasına uğradık. Yetmedi, depremzedeliği yeni bir kimlik gibi taşımaya, sırf bu sebeple zaman zaman gerçek kimliğimizi saklamaya, mümkünse bu konudan kaçmaya, değilse insan içine pek çıkmamaya sığındık. Eskiden olağan bir muhabbette “Antakyalıyım” demek bir övünç kaynağıyken şimdilerde önüne gelen, tanıdık tanımadık, herkesin hamur yoğurur gibi elini kolunu boca ettiği açık bir yara, öyle birdenbire, öyle özensiz, öyle sıradan nesneleştirilip yutulmasın diye veyahut aracılığıyla sevgi, ilgi, empati, sempati, maddi manevi kaynak devşirmek niyetiyle ileri sürüldüğünün düşünüleceği bir piyon muamelesi görmesin diye içe atılan, gizlenen, can yakan bir aidiyete dönüşüyorsa burada sizce de durup düşünülmesi gereken bir şey yok mu? Hamur yoğururken bile özenle ellerimizi yıkıyor, eldivenler takıyorken sosyal medya bir zamanlar birilerinin bakmaya kıyamadığı fotoğraflarının, günlüklerinin, odalarının, sevdiklerinin son derece alakasız kimseler tarafından hunharca çekilmiş yıkıntı görsellerine eşlik eden hazin müzikler ve “yok oldu”, “bitti”, “öldü” vb ifadeleriyle; gündelik hayat ise “kaybın var mı?”, “ev yıkıldı tabii sizin”, “Antakya bitmiş ya, ben bu kadar vahim beklemiyordum, daha da toparlanmaz” gibi hiçbir şeye yaramayan, kimseyi de iyi etmeyen soru ve yorumlarla dolu.

YIKINTILARI DEĞİL İNŞAYI KONUŞALIM

Elbette bu acının kaynağı ve sorumlusu ne sadece bireyler ne de sadece yapılardır. Yapıları oluşturan bireyler ve bireyleri şekillendiren yapılar nevi şahsına münhasır bir ağla mütemadiyen birbirlerini örerken yükü tek bir tarafa yığmak kibarca ‘eksik’ bir yaklaşım. Hem bireyler hem yapılar olarak, parçalamamız veya merkezsizleştirmemiz gereken, acı değil, acıyı anlama, örgütleme ve onunla dayanışma yöntemlerimiz olmalıydı. Topyekûn paylaşmamız gereken, yıkıntılar ve boş sözler değil, yıkıntıların yeniden inşası için atılacak adımlar olmalıydı. Kamusallaştırıp herkese açmamız gereken, insanların yaraları ve/veya yaralarına kendi odalarımıza girer gibi dalmanın destursuzluğu değil, acı ile hemhal olmuş bir insanla nasıl iletişim kurulması gerektiği, onun bu acı etrafında kendini güçlendirmesine nasıl katkı sunulabileceği bilgisi olmalıydı. Müdahale etmemiz gereken, insanların travma öyküleri ve yas süreçleri değil, acılarıyla bir başlarına bırakılmaları olmalıydı. Yerinden sökmemiz gereken, insanların güven ve aidiyet duyguları değil, kırılganlık ve bağımlılıklarını güçlendiren yapılar olmalıydı. Örgütlememiz gereken ise insanların el açtırılması, küçük düşürülmesi, yeri geldiğinde yerilip aşağılanması, ‘hak ettiklerini buldukları’ düşüncesiyle muamele edilmeleri değil, insan onuruna yakışır şekilde, özenle yaşatılmaları olmalıydı… 

Sözlerimi sonsuza dek uzatabilirim çünkü bu acı tahmin edemeyeceğiniz kadar katmanlı, güçlü ve sonsuz ama şimdi, bunu daha iyi anlayabilmek adına, “acı” kelimesini içinde geçtiği tüm cümlelerden çıkarıp yerine “mücadele” kelimesini koyun ve bu yazıyı baştan okuyun. Böylelikle, kürece ve ülkece yalnızca fiziksel bir yetiden değil, son derece psikolojik, zihinsel, politik ve etik bir edimden de nasıl sınıfta kaldığımızı göreceksiniz. Bununla birlikte, yeniden başlamayı mümkün kılabilecek, içine sere serpe yerleştiğimiz umutsuzluğa ışık mahiyetinde bir soru da bırakmak isterim: Yapılar bireyleri en ufak bir sorunu bile kişisel çabalarla çözmeye zorlayarak birbirlerine düşürür ve bireyler yapıları yalnızca eleştirerek sorumluluğu geçiştirir iken SİZ nerede duruyorsunuz?