'Cici' ya da necefli maşrapadan kana kana acı

Berkun Oya, sırtında hep aynı yükle aynı görsel karelerde seksek oynuyor. Bir kez daha çocukluğu çağrıştıran takıntılara selam durup söylersek: Bu çizgiye basıldığında kötü bir şeyler oluyor!

Google Haberlere Abone ol

Berkun Oya, uzun sayılmayacak bir aranın ardından yazıp yönettiği yeni filmi "Cici" ile Netflix'e döndü. Nur Sürer'den Okan Yalabık'a, Olgun Şimşek'ten Ayça Bingöl'e, Funda Eryiğit'e ve Fatih Artman'a geniş bir oyuncu kadrosu yıllar sonra buluşan bir ailenin anımsadığı acıları ete kemiğe bürüyor. 'Bir Başkadır' ile çevrimiçi dünyasını şöyle bir sarsıp özellikle yerli yapımların çizgisini, niteliğini sorgulatan Oya, bir kez daha özelden genele giderek bir ailenin ilişkilerinde "suçlu"yu arıyor ve toplumsal meselelere eğiliyor.

OYUN! VE İÇ ANADOLU’DA BİR BABA, 'BEN OĞLUMA KAMERA ALAMAYACAK MIYIM?' DEYİP IHLAMURUNU İÇER!

"Cici", İç Anadolu'nun, gidip görmesek de bize dair olduğunu bildiğimiz, necefli maşrapa aracılığıyla bağ kurduğumuz bir köylük yerde, üç çocuk bir emanet çocuklu aile tasviriyle açılırken babanın kaybedilmesinden sonra büyük şehre göçü ve ardından ortanca çocuk Kadir’in (Okan Yalabık) film çekmek amacıyla köye dönüşünü işliyor. 

Geriye dönüşler yerine ileriye yakılan ışıklarla geçen ilk çeyrekte, bir zamanlar Almanya'da işçilik yaptığını anladığımız Bekir'in (Yılmaz Erdoğan) oldukça otoriter duruşu ve kendine has mizah anlayışıyla yurdum zorbasını yansıttığını görürüz. Bu baba tam da 80'lerde dönen ilk kuşağın Mercedes, el kamerası ve gurbet atmosferini tüm yalınlığıyla ortaya koyan rüyalar üçlemesine sahiptir. Muhtemelen Almanya yıllarından dolayı pek fazla ekonomik sıkıntı çekmeyen aile, üç çocuğun yanı sıra bir de evlatlık-işçi (Cemil-Olgun Şimşek) edinir. Dahası durumları köylük yere göre o denli iyidir ki baba şöminenin ısıttığı salonda televizyon karşısına geçip sızmakta, yemek masalarında çocukların geleceği tartışılmaktadır! Ayrıca bu baba karısına "el kaldırmayarak" da Avrupa görmüşlüğünü kanıtlamaktadır!

İki bozkır, iki ağaç manzarasıyla öylece akıp giden hayatlar talihsiz bir olay yüzünden kesintiye uğrar ve aile tüm yaşam alışkanlıklarını değiştirecek büyük bir kırılma yaşar.

BATI'DA YÜZLEŞME, DOĞU'DA RASTLAŞMA

"Cici"yi değerlendirmeye yüzleşme temasından başlamak istiyorum. Filmin tanıtımında bu ifadenin çağrışımı "yıllar sonra" kalıbıyla belgisiz bir zamanın yanına konduruluyor ve fragmandaki masa sahneleri, geniş aile bir araya gelip kozlarını paylaşacak diye düşündürüyor. Nedir ki "Cici"ye bir tanım yakıştıracak olsak aklımıza gelen ilk ifade yüzleşme olmaz. "Cici", daha ziyade yıllar sonra bir araya gelen aile üyelerinin küçük çaplı didişmelerin ardı sıra babanın ölümü gibi ansızın gelen büyük bir uyanış yaşamaları. Dolayısıyla film için "rastlaşma" ifadesi daha uygun bir tema olarak öne çıkıyor. Doğrusu bu durum da isabet olmuş. Çünkü hesaplaşma, yüzleşme gibi temalar acılarını bastıran, o acılarda pişmeyi tercih eden Doğulu toplumlara pek yakışmıyor. İntikam, hatırlama/hatırlatma gibi tatmin araçları Doğu'da biraz daha gündelik tüketime giriyor. Duygusal ilişkilerde sürekli bir eziyet, itip kakma mevzu bahis olurken Batılı anlatılarda (tragedyalardan beri) sıkça rastladığımız hesaplaşma daha sofistike kalıyor. Diğer bir deyişle hesaplaşılması, yüzleşilmesi için kurşunların çoğunun bitmesi gerekirken Doğu'da bu kurşunlar hiç tükenmiyor ve vuruşmanın sıcaklığı terk edilip soluklanma fırsatı sunan hesaplaşma evresine bir türlü geçilemiyor. Ancak bizde de yüzleşme sözcüğünün çağrışımlı, albenili kutusuna konmuş anlatılar çekilmiyor değil. Batı'da ve elbette bizdeki hesaplaşma anlatılarında dikkat çekici taraf ise bir araya gelen grubun biraz da "Karamazov Kardeşler"i anımsatması, yani Doğu-Batı kültürel çatışmasının yanına özlük-üveylik gibi kadim bir tartışmayı ve sınıfsal pozisyonları taşıması. Aile veya arkadaş gruplarının hafta sonları görece ulaşımı güç mekânlarda toplaşıp "duygusal terör (korku)" filmlerine malzeme verdikleri bu anlatılarda başarmış ve başaramamışları görüyoruz. Bu anlatılarda, üyeleri orta sınıf ve üstünden gelen aileler, arkadaş grupları öne çıkıyor. Çünkü bir kez daha görüyoruz ki kendini güvenceye alamayan (kaybedecek şey kazanmayan) kişi hesaplaşmaya da girmez, yüzleşemez. "Cici" neyse ki yüzleşme filmi değil, bir araya gelme ve denk gelme filmi... 

AYAKLARINDA KUNDURA, KADINLAR GELİR ACILARDAN YANA YANA

"Cici"nin artısından devam edelim. Berkun Oya'nın filmi, anlatısı bakımından belli bir düzey tutturmuş. 'Bir Başkadır' ile karşılaştırıldığında ise yavan duruyor. Üstelik 'Bir Başkadır' da fazlaca yan hikâye sunup, şerh düşüp pek azını açıyor, pek azına geri dönüş yapıyordu. "Cici"de bu da yok. Oldukça basit bir öyküye, basit bir biçimde eğiliyor. Ancak bunu olumlu sayabiliriz. 'Bir Başkadır' çok konuşkan bir diziydi ve açtığı cephelerin çoğunu kapatamadan savaş sona eriyordu. Bu durum savaşın bittiğinden habersiz bir hâlde savaşan Japon askerini hatırlatır açmazları gözler önüne seriyordu. Çıplak yaşamdaki laisizm okumaları da bu açmazlardandı. "Cici"de olaylar, açmazlara saplanmadan, çıplak yaşamdan popüler siyasi zıtlıklar türetmeden naif bir çerçevede seyrediyor. Perdenin ansızın inmesi, savaşın habersiz bitmesi "Cici" için de geçerli fakat bahsettiğimiz gibi film, lafı/lokmayı ağzında büyütmek yerine hesabını iki şarkıda kapatıyor! 

Berkun Oya anlatılarında bir nostaljinin uzantısı olarak duyduğumuz 70'ler ve 80'lere ait parçalar "Cici"de mevcut. İki parça iki kere söyleniyor, çalınıyor: "Ayağında Kundura" ve "Acıların Kadını". Her iki parça da çok güçlü parçalar. Ayağında Kundura, İbrahim Tatlıses'i şöhrete kavuşturan türkü ve şarkıcının "Urfa'da Oxford vardı da biz mi okumadık?" isyanı ile birlikte düşünüldüğünde bir tür cisimleşmiş mahrumiyet hâli. Filmde üvey Cemil'i bu parçayla tanıyoruz. Seneler sonraki buluşmada da ayaküstü davet edildiği kahvaltı masasında bu türküyü söylüyor Cemil. Kunduranın da ayağın da hiç değişmediğini anlıyoruz. Taşrada "pastoral bir mahrumiyet" doludizgin sürüyor işte! Oxfordsuzluk da... "Acıların Kadını" ise Saliha'nın parçası... Annesi Havva, 1980'lerde geçen bölümde kızı bu parçayı açıp oynadığı için kızıyor, "Nesine oynuyorsun bunun?" diye azarlıyor bir güzel. Oynayacak şarkı yok, evet ve oynama ihtiyacı sürdükçe kalınan yerin, gidilen yerin de bir farkı yok. Saliha bu şarkının kadını aslında. Yusuf'un eşini aşağılar tonda konuşsa dahi ruhsal açıdan sıkışıp kaldığı yer tastamam bu şarkı. Biraz konu dışı olacak ama Hasan Hüseyin Korkmazgil'in 'Acılara Tutunmak' şiirini 1985'te yorumlayan Ahmet Kaya bu dizeleri döneminin duygudaşlığına soyunarak büyük kentlerde, varoşlarda tutunmak gibi bir anlama nasıl ulayabiliyorsa "acıların kadını olmak" da "olmak" çabasının can acısı, bedeli bir bakıma. Aile büyük şehre göçerken buna direnen de Saliha. Büyük şehirde okusa da acı çekerek özgürleşmiş, yıllar geçse bile acıların kadını olmaktan kurtulamamış. Kol kırılmış, acılar Saliha'nın içinde kalmış.

Bu bağlamda "Cici", kentin ve değişimin acılarını temsilen Saliha'nın, yine olduğu yerde kalmanın, sıkan kundurayı çıkaramamanın acılarını temsilen ise Cemil'in filmi ancak Kadir de tüm bu acıları filme alan kişi olarak bir tür köprü vazifesi görüyor. Acılardan bir köprü olmuş artık.

Yusuf (Fatih Artman) ve ailesi anlatıda önemli bir rol üstlenmemesine karşın sırıtmıyor. Yanı sıra küçük Yusuf'un sessiz takipçiliği ile büyük Yusuf'un saf hoyratlığının birbirini tamamladığı görülüyor. O takibin ve suskunluğun bir açlığa dönüşmesi anlamlı. Berkun Oya, küçük sessizlerden bilgeler yaratmayarak klişelerden uzak durmuş, iyi de yapmış.

İŞLENMEYEN SÜRE YA DA ZAMANI YÜZLERDE DONDURMAK

Filmin olumsuz taraflarına geçtiğimiz ilk elden zamanın iyi kullanılmadığını söylemeliyiz. 151 dakika, bu tür bir anlatı için şaşalı bir süre değil ama filmin sünmemesi konunun doğru yerlerden işlenmesine bağlı. Oya'nın filminde ise bariz bir sarkma olmamasına karşın sıkıldığımızı hissediyoruz. Bu sıkıntının sebebi ne olabilir? Aklımıza ilk olarak hikâyeyi toparlama ve bağ kurma çabasında aşırıya kaçılıp anlatının dinamiklerine zarar verilmesi geliyor. Oya, geçmişi toparlamak için fazla gayret göstermiş ve aileyi birbirine bağlamak için çok fazla simgesel sahne kullanmış. Simgelerdeki ısrar bir noktadan sonra görüntü kalabalığına yol açmış. Ağaca evrilen fidan gibi. Defalarca görüyoruz. Buna karşın ahırda ve babanın odasında -şüphesiz yönetmenin tercihi gereği- fazla kalınmamış bazı simgeler öne çıkıp bazıları bastırıldığında "Cici"de bir karmaşa doğmuş. Oysa kamera kasetlerinin kullanımı kararında. Bu kayıtların kahramanlarca izlendiği sahneler aralara serpiştirilmiş, gündelik hayatın dışına çıkılıp odağa/saplantı ya dönüştürülmemiş. Üstelik hafiyeliğe de soyunulmayarak simgelerdeki yük bir nebze hafifletilmiş. Kayıtların tesadüf örtüsünün altına saklanması filmde ana duygu olan rastlantı sonucu uyanışı destekliyor. 

Diğer yandan "Cici", giriş mahiyetindeki ilk çeyreğini kapatırken geleceğe ışık yakıyor ve camı açan elin sahibini bize bildireceğini ifade ediyor. Ancak seyirci film ilerledikçe şüpheli aramak yerine aile bunalımları arasında boğuluyor. Bu bunalımlar iyi pişirilmemiş, pişmesi de beklenmez çünkü hiçbir hikâye derinleşmiyor. Derinleşmemesi de filmin yapısı göz önüne alındığında anlamlı. Nedir ki sığ portreler arasında gezinirken filmin asıl sorusuna göndermede bulunulmayışı ve çözümün de sorunun kendisi gibi ansızın inişi hikâyeyi yaralıyor. Seyirciyi yoran en önemli unsur ise yüzlerde çok fazla kalınması. Oya gücünü buradan alıyor şüphesiz, tiyatro kökenli bir yazar ve rüştünü de ispatlamış. Anlatılarında yüzlere yoğunlaşması gayet doğal fakat temposu düşük anlatılarda bazen yüzlerin bizimle konuşmasına fırsat vermiyoruz. Bir sonraki sahneyi daha çabuk görmek istiyoruz. Hani böylesi bir acelede bu konuşmalar boşa düşebiliyor. "Cici"de aynı yüzleri ve ifadeleri bir kısır döngüde izliyoruz. Havva'nın gençliğinde çaresiz bir kadının patlamaya hazır suskunluğunu, yaşlılığında bir Alzheimer hastasının yalnızlığını okuyoruz. Yusuf'ta bir aile krizinin ortasında oluşun şaşkınlığını, Cemil'de yılların hasretini, Kadir'de acıları, cehaletin giderilmesinin verdiği gamı okuyoruz. Yine Saliha'da annesinin gençliğini kavrıyoruz: İçine atmayı. Hâliyle alt metninin aksine yanıcı ve yakıcı kimyadan yoksun, alabildiğine kütleselleşmiş bu yüzler sahnelerde duygu değişimini de engelliyor. Aslında bu Oya'nın bilinçli seçimi… Oya, 'Bir Başkadır'da sahnelerin duygusunu sıçratmaktan yana tavır koymuyor, yer yer plastik bir tarza kayıyordu. Dizinin arka planı üzerinden  "ikinci cumhuriyet" tartışmalarının açılmasında bu yeknesaklığın payı olduğu da yadsınamaz. Oya, bloklar arası ilişki kurarken blokların yapısına dair farklı sözler söylemekten kaçınıyor, bu da bir çeşit ezbere denk düşüyordu. "Cici"de de "elde var travmalar, yüreğe çökmüş acılar" zeminine oturtulmuş ve statik bir anlatı tutturulmuş.

DUVARDAN İNMEYEN TÜFEK VE OYUNCULUKLAR

"Cici" bir gerilim filmi değil! Oya ise gerilim seven bir yazar. Öncelikle oyun yazarı, dramaya hâkim, metne espri katıyor, derinleştiriyor. Buna karşılık aldığı her riskin kazançla sonuçlanmayacağı açık. "Cici" de temel bir kuralı, Çehov'un duvarda asılı tüfek kuralını çiğneyerek risk alıyor. İlk çeyreğinde gerilim vererek çözümler vaat ederken kardeşleri bir araya getirdiğinde aklı gelip giden bir teyzanım dışında kimseyi çözüme yaklaştırmıyor. Filmin bir iç soruşturmaya yahut vicdani hesaplaşmalara dönüşmemesi yerinde olmuş fakat duvardaki tüfek de bir aralık ateş alsa fena olmazdı! Oya pencereyi açan eli gösterip sahibini sorgulatmıyor. Eli gösterip gövdeyi saklamak bir gerilim meselesiyken bu gerilimi kısmak kendi ayağına sıkmaktan farksız diyebiliriz.

Filmde oyunculuklara da değinmeli. 'Bir Başkadır'ın aksine Nur Sürer ve Şevval Balkan'ı ayırmak kaydıyla parlak bir performans görmüyoruz. Dağına göre karın bir başka versiyonunu belki yaşına göre oyunculuk olarak yorumlayabiliriz. Oya ise iki oyuncusu hariç yaş gözetmemiş. Tecrübeli Sürer'i bir uca, genç kuşağın  patavatsız temsilcisi rolünde Şevval Balkan'ı bir diğer uca yerleştirmiş. Her ikisi de doyurucu bir oyunculuk sergilemişler. Sürer içindeki yarayla senelerce yaşadıktan sonra unutmaya ve tam da bu sebeple hatırlamaya başlamış tonton teyze rolünde masum suçların farklı tonlarını yansıtıyor yüzüne. Aynanın karşısında duygudan duyguya geçerken bir ömrün muhasebesini tutuyor âdeta.

Balkan'ın karakteri ve oyunculuğu ise Sürer'in kontrastı olarak dikkat çekmekte. Sürer (Havva) nasıl her şeyi içine atıyorsa Balkan içinde hiçbir şey tutmuyor, tüm duygularını anı anına yaşıyor. Aralarındaki ilişki filmin artılarından... Kadronun geri kalanı için ise aynı şeyleri söyleyemiyoruz. İyiler, işlerini kusursuz yapıyorlar ama yüzlere yoğunlaşma, ifadeyi sürekli arama hali bir donukluğu işaret etmenin yanı sıra manevra alanını da kısıtlıyor ve oyuncular kendi duygu tahliye havuzlarında boğuluyorlar! Eryiğit örneğin... Hep acılı bakıyor. "Acıların Kadını" parçası ona yazılmış sanki! Parlaması bile acılı, bulduğu çözüm de sessiz sakin. İlginçtir, Funda Eryiğit'in bir ruh hekimini canlandırdığı taşra filmi "Tereddüt"te de çözüm sessiz bir sabotajla gerçekleşiyor, küçük gelin babası yaşındaki kocayı bir gece vakti sobayı söndürüp kendini balkona kilitleyerek öldürüyordu. Yeşim Ustaoğlu’nun filminde karbon monoksitle gelen çözüm/ölüm'ün bir benzeri "Cici"de yine ecelin iteklenmesiyle, uyku ilacı ve ayaz marifetiyle sağlanıyor. Eryiğit için "hoş" bir tesadüf diyelim. Yalabık, Artman, Şimşek, Bingöl ve Daşdemir iyiler ama anlamlı anlamlı bakıyorlar genellikle, oynamaları teşvik edilmemiş. Artman arada sivriliyor ama o da kendi sınırlarında geziniyor, rolünü derinleştiremiyor. Yılmaz Erdoğan sert babaya uymuyor çünkü didaktik ve muzip bir tarafı var. Her an espri yapacak, öğüt verecek gibi duruyor. Bir inandırıcılık sorunu var ortada. Buna rağmen çocuk oyuncuların, özellikle Artun Can Salman'ın performansı umut verici...

* * 

"Cici" için sözü bağlarken yazı boyunca sadık kaldığımız hat greği Berkun Oya'yı hatırlamak doğru olacak. Oya için deniz bitti mi? 80'ler nostaljisi ve kesişen yahut bir araya gelen travmatik yaşamlar artık kabak tadı mı verdi? Şüphesiz bu deniz bitmez, suyunu arıttıktan sonra her anlatıcı tadıp tattırabilir. Dahası Oya buradan ilerlemeyi üslubu kılmış, özgün ve güçlü bir anlatıcı. Hangi yudumun tatlı, hangisinin acı geleceğini ondan iyi bilemeyiz. Asıl mesele sürekli boşluklara basıldığında -oyunun doğası gereği- ayağın şaşma ihtimalinin artması. Oya, sırtında hep aynı yükle aynı görsel karelerde seksek oynuyor. Bir kez daha çocukluğu çağrıştıran takıntılara selam durup söylersek: Bu çizgiye basıldığında kötü bir şeyler oluyor!

Etiketler Berkun Oya netflix cici