CHP siyasetinde oligarşinin Tunç Kanunu

Muhalefet değişmeden iktidar değişmez. Doğru ama eksik bir ifade. Muhalefet değişsin diyorsak, önce biz değişmeli, seçmenler olarak muhalif elitlere meydan okuyacak cesareti kendimizde bulmalıyız.

Google Haberlere Abone ol

Armağan Öztürk*

Gazete köşelerinde ve TV ekranlarında CHP’deki olası değişim senaryoları tartışılırken 1972 Kurultayı'na atıfta bulunuluyor. İsmet İnönü’nün genel başkanlığı bırakmak zorunda kaldığı ve Bülent Ecevit’in Halk Partisinin yeni lideri olduğu 1972 süreciyle bugün yaşadığımız şeyler arasında tabii ki bir benzerlik yok. Çünkü 50 yıl önce Türk ve dünya siyasetini belirleyen parametrelerin hiçbiri şu an geçerli değil. Postmodernizm, neo-liberalizm ve sağ popülizmin her yeri çamur gibi kapladığı bir dünyada yaşıyor. Ne sosyalizm güçlü ne de sosyal demokrasi. İşçi sınıfı ve köylüler de geçmişte oynadığı politik rolü devam ettirmekten çok uzaktalar.

Peki, neden 1972’ye dönüyor yorumcular? CHP’nin son 50 yılda gerçekleştirdiği ve sonunda da başarıya ulaşarak halk desteğine kavuştuğu tek lider değişimi o konjonktürde söz konusu oldu. Ne kadar acı değil mi? Ülkenin ana muhalefet partisi koskoca yarım asırda halka ulaşabilecek tek bir lider çıkarmış. Onun başarısı da 12 Eylül rejiminin müdahalesi sonucu kesintiye uğramış durumda. CHP dün olduğu gibi bugün de şanlı mağlubiyetlerle anılan bir parti. Seçim başarısızlığı partide neredeyse istikrarlı olan tek şey.

İşte bu tabloyla CHP yönetimlerindeki oligarşik yönelim arasında güçlü ve yoğun bir bağlantı var. Sosyal medyada 5-6 dönemdir milletvekili olan CHP’li siyasetçilerin isimleri dolaşıyor. Siz de görmüşsünüzdür. Burada kritik soru şu: Parti sürekli bir şekilde seçim kaybederken genel başkanlar, genel başkan yardımcıları, parti meclisi üyeleri ve milletvekilleri nasıl yerlerini koruyabiliyor? Onlar bakımından yanıt açık. Yenilenler kendilerini yenilmiş hissetmiyor. CHP her seçimde AKP’nin gerisinde kalsa da milletvekili listelerinde seçilecek yerde olan bir siyasetçi kendi kişisel amacına ulaştığı için kamusal meseleyi, yani partinin genel başarısızlığını umursamıyor. Kişinin kişisel menfaatini kamusal çıkarının üstünde görmesi yozlaşmadır. Bu bağlamda genel olarak siyasi hayat, özel olarak ise muhalif siyasi hayatın en büyük sorunu siyasi ahlak. Siyasetçiler hukuka uygun olması koşuluyla çok kolay bir şekilde ahlakı göz ardı edebiliyor.

Muhalif siyasetçi son kertede sadece kendisini düşünüyor. 13 yılda 10 defa seçim kaybetse de genel başkanlığı bırakmıyor. Kendisi dışında hiçbir şeye değer vermiyor. Ülke yangın yerine dönse de 5-6 dönem vekillik yapıyor. Seviye yerlerde. Ama asıl soru hala havada kalmakta. Bu siyasi elitler karşısında seçmenler neden hiçbir şey yapmıyor? Apolitizmin çok yaygınlaştığı ve aklı başında milyonlarca insanın siyasi etkinlikten bilhassa uzak durduğu hepimizin gözlemlediği bir şey. Ama Türkiye’de, özellikle de güncel kutuplaşmış siyasi iklimde muhalif seçmenin apolitik olduğunu söylemek çok zor. Muhalif seçmen başarısız temsilcilerinin farkında. Ama her defasında azınlık psikolojisine yenik düşünüyor. Peki nedir azınlık psikolojisi? Genel merkezler muhalif seçmeni çoğunluktaki sağ iktidarla korkutmakta. Şu aralar CHP Genel Merkezinin yaptığı üzere “aman beni eleştirme, bu seçim o seçim değil, şimdi genel başkanı değiştirmeye kalkarsan kavga çıkar, AKP elimizdeki tüm kazanımları alır” söylemi güçlü bir şekilde tedavüle sokuluyor. Muhalif seçmen ne Baykal’a ne de Kılıçdaroğlu’na isteyerek oy vermedi. Ama Erdoğan daha güçlenmesin diye liderlerine çok kızsa da bir yerde susmak zorunda kalıyor. İşte değişimin önündeki en büyük engel bu. Karşı taraf kazanmasın diye sürekli susuyor ve hep kaybediyoruz.

Sloganlaşmış bir cümle var. Muhalefet değişmeden iktidar değişmez. Doğru ama eksik bir ifade bu. Çünkü muhalefet değişsin diyorsak, bu bizim temel temennimiz ise önce biz değişmeli, muhalif seçmenler olarak muhalif elitlere meydan okuyacak cesareti kendimizde bulmalıyız.  

*Doç. Dr. Artvin Çoruh Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü.