YAZARLAR

Çetin Altan’ın viskisi, Bedrettin Dalan’ın otomobiline karşı

Sağ muhafazakâr iktidarlar, ‘aydın takımı’nı hep halkı tanımamakla, elitlikle, marjinallikle suçladı. Peki mesela mevcut iktidarın mensupları halkı ne kadar tanıyor? Hakikatle bir bağları kaldı mı? Asgari ücretin yeni artışla bile açlık sınırı altında kaldığı bugün, onların çarşıda pazarda ne yaşandığından hakikaten haberleri var mı? Yoksa hayat onlar için otomobillerinin camından gördükleri manzaradan mı ibaret? Hakikat-sonrası bahsinin esas sorularından biri tam da bu.

Twitter çoğunlukla vakit kaybı, sinir harbi ya da ömür törpüsü. İstediğiniz tarifi alın kullanın.

Ama bazen tek bir cümleden ibaret bir tweet, sizi iyi bir gazete yazısı kadar etkileyebiliyor, alıp başka bir yere götürebiliyor.

Örneğin, gazeteci yazar Mirgün Cabas’ın geçenlerde, iktidar ortağı Devlet Bahçeli’nin bir sözüne yorum yaptığı tweet bana böyle tesir etti.

Adım adım gidelim.

Ne demiş MHP lideri Devlet Bahçeli?

“Ülkemizin hiçbir yerinde zillet ittifakının iddia ettiği gibi bir Türkiye tablosu yoktur.”

Neden demiş?

Muhalefetin bu aralar artan esnaf ziyaretlerinin ‘kurmaca’ olduğunu düşündüğünden…

İşte, Cabas da bunun üzerine, kendi yorumuyla, ‘nasıl demiş’i eklemiş:

“Genel merkezle ev arasındaki sabit rotada, otomobil camından yapılmış gözlemlere dayanarak…”

Bu otomobil camı bir mesele.

Dünyanın her tarafında bir mesele. Bizde ise misliyle bir mesele. ‘Misliyle’, çünkü her fırsatta “halkın içinden geliyoruz” diyip de halkla temas kurmamak bize özgü bir tuhaflık.

O tuhaflığa geleceğim.

Ama önce bu tweet’in bizi götürdüğü yere gidelim.

Otomobilin camına…

***

Bu biraz da bir tür zaman yolculuğu olacak.

Önce 1984-1989 arasında ANAP’tan seçilerek İstanbul’u yönetmiş, şehrin ilk büyükşehir belediye başkanı unvanını taşıyan Bedrettin Dalan’ın İstanbul’una gidiyoruz.

Bedrettin Dalan

Dalan’ın İstanbul’u camından seyrettiği otomobile…

Mimar ve yazar Korhan Gümüş, 1988 yılının sonbaharında, dönemin güzel yayınlarından Defter’e “Dalan İstanbul’u nasıl görüyor” başlığı altında bir siyasi eleştiri kaleme almış.

Yazıyı okuduğumuzda, bazı meselelerin nasıl da hiç değişmediğini görüyoruz. Şehir haritasını önüne açıp, kafasına göre yıkıp yeniden yapmak isteyen, kamu yararını kendi keyfine göre belirleyen, muhafazadan uzak bir sağ muhafazakâr iktidar; bu keyfiyete doğru dürüst muhalefet edemeyen bir muhalefet ve itiraz yükseltince, sahip çıkmaya çalışınca ‘bozgunculukla’, ‘seçkinlikle’ suçlanan entelektüel gruplar. Hep aynı.

Peki bu şehri, bu şehirde yaşayanları gerçekte kimler, hangi gruptakiler tanıyor; kimler biliyor?

Bu soruyla beraber otomobile geliyoruz.

Gümüş, “Dalan, İstanbul’u herhalde hep otomobilden görüyor olmalı” diye yazmış. “İstanbul’un kendisini değil, hayalini görüyor” demiş.

Yazarın tanımıyla, İstanbul, Dalan için sadece bir gösteri mekânı. Yaptıkları da gösterinin bir parçası. Şehrin gerçek bilgisiyle bir ilgisi yok.

Otomobilinden ne görüyorsa o…

Halbuki şehrin gerçek bilgisi, şehrin içinde gerçekten yaşamaktan, insanların ihtiyaçlarının anında farkında olmaktan geçer.

Mesela asgari ücretin yeni artışla bile açlık sınırının altında kalmasının nasıl can yaktığını yakından bilmekten geçer.

***

Otomobilin camından görünen şehirler…

Ben Dalan’ın İstanbul’unda yaşamadım. Onun şehri nasıl gördüğüne dair, başkalarının yazdıklarına referans vermekten ziyade kalem oynatamam. Ama bu otomobil ve siyaset meselesi bana fena halde tanıdık geliyor.

Tuhaf duruyor belki ama bugün bir siyasetçinin dünyası neredeyse sadece bundan ibarettir.

Büyük şehirlerin caddelerinden, bulvarlarından durmadan, bekleme yapmadan geçip giden, karanlık görünümlü Mercedesler’in, Audiler’in kara filmlerle örtülmüş camları, bizimki gibi memleketlerde siyasetçilerin hayata açılan belki de tek penceresidir. Maalesef.

‘Bizimki gibi memleketler’ derken kastım şu: “Halkın içinden” gelenlerin, halkın içinden geldikten sonra, halkın içinde yaşamadığı memleketler…

İyi de bu pencereler halkın gerçeğini insana ne kadar gösterebilir? Nasıl bir Türkiye tablosuna bakabilirsiniz bu pencerelerden?

Fotoğraf Oziel Gomez

Soru ortada:

Halktan izole köşklerde, saraylarda oturan; vatandaşlara -anlaşılır güvenlik kaygılarıyla- ancak koruma ordularının uygun bulduğu ölçüde yaklaşabilen, egzos dumanının içinde her gün bunalan milyonlarca insanın aksine hiçbir zaman trafiğe takılmadan yoluna giden siyasetçiler, hayatın hakikatleriyle ne kadar temas edebilir ki?

Kendini yönettiği halkla özdeş gören liderler, yönettikleri ama arasına karışamadıkları halkı hakikaten tanıyor olabilirler mi?

Bir dönem, yani yolun henüz başında, gençliklerinde, siyasette sivrilmeden, makamlarına oturmadan evvel muhakkak bildikleri, sezdikleri, anladıkları o halk hiç değişmeden, onların tanıdığı haliyle kalmış mıdır?

Yoksa halk zamanda donmuş mudur? Örneğin 1990’larda Erdoğan’ın bilip tanıdığı İstanbul halkıyla bugünün İstanbul halkı bir mi?

Halkın bilgisi hiç değişmez mi?

Halkı, hayatı, çarşıyı pazarı, geçim zorluğunu ya da bolluğu bereketi bilmek için o halkın içinde yaşamak gerekmez mi?

***

Pratiğe bakalım.

Bizzat gişeden bilet alıp sinemaya gitmeden, trafikte araba kullanmadan; otobüse, vapura, metroya binmeden; günün birinde çok önemli bir toplantıyı kaçırmadan, bu yüzden mahcup olmadan; bir gece aklına esip de sokaklarda dolanmadan; insan yüzlerini gizli gizli seyretmeden; esnafla pazarlık yapmadan; kuyruğa girmeden hakiki bir yaşam sürülebilir mi?

Böyle bir yaşam sürmeyenler toplumla hakiki bir ilişki kurabilir mi? 

Etrafı otomobilden görmek bir ülkeyi yönetmeye yeter mi?

Fotoğraf Michael Parulava

***

Türkiye’deki iktidar mücadelesinin en önemli unsurlarından biri her zaman bu ‘hakikat’ meselesi olmuştur. Toplumun hakikatine kim vakıf? Memleket insanını kim daha iyi anlıyor?

Genelde iktidar olan sağcılar, bu konuda solcuları, daha doğrusu, onların arasında da birazdan sağcıların sözleriyle tarif edeceğim belli bir kesimi hep eksik bulmuş, onları hep ‘hakikatsizlikle’, içinden geldikleri toplumu tanımamakla, toplumun dertlerine uzak olmakla suçlamıştır.

Dahası, suçlamakla da kalmamış, olur da unutulur diye onlara çeşitli etiketler yapıştırmıştır: Elit, marjinal, sefahat düşkünü…

Düşkün demişken…

Çetin Altan

Yazının başındaki o otomobile, o tatlı zaman makinesine binip biraz daha eskilere gidelim. Çok uzağa değil, Türkiye’nin önemli entelektüellerinden, düşünür yazar, gazeteci ve siyasetçi Çetin Altan’ın zamanlarına doğru biraz uzanalım.

Çünkü Altan ve sağ muhafazakâr düşünce arasında, bu ‘hakikat’ konusunda ilginç bir hadise yaşanmıştı.

Ne demiştik: Elit, marjinal, sefahat düşkünü…

Zaman içinde, tüm bu etiketlerin sergilediği anlamları bir defada verebilen tek bir sözcük de arayıp bulunmuştu: Viski…

Sağcıların yıllardır eskitemediği önermesidir: Yalılarında viski içip sefa süren bozguncular… Bunlar bazen okumuş yazmış takımı yani ‘entel’ olur, bazen iş insanı veya siyasetçi… Ama hiçbir zaman halk olmazlar, halkın içinden gelmezler, halkın hakikatini bilmezler. İmtiyazlıdırlar, zengindirler, elittirler; uzaktırlar.

Bu viski ve hakikatsizlik meselesinin herhalde ‘kurucu’ örneği 1967’de hem de TBMM’de verilmişti. O gün Meclis, İşçi Partisi milletvekili Çetin Altan’ın dokunulmazlığının ‘komünizm propagandası ve ülke bütünlüğüne tehdit suçlaması’yla kaldırılmasını oyluyordu. Adalet Partisi’nin İzmir milletvekili Osman Zeki Efeoğlu söz aldı: “Köylü ve işçinin durumlarını bir elinde viski bir elinde Salem sigarası bulunan Çetin Altan değil, onların içinden çıkan bizler biliriz.”

Çetin Altan daha sonra, otobiyografik tonlar taşıyan ‘Viski’ isimli bir roman da yazacaktı.

Çetin Altan ve Kitabı Viski

Viski aslında nefis bir alegori. Yalan yok. Çok kullanışlı.

Bu sembolü kullananın dilinde zenginliği, elitliği, belki fazladan bir de günahkârlığı aynı anda vurgulayabiliyor. Olmazsa olmaz bir işlevi daha var viskinin. Yerli ve milli olmaması. Dışarıdan, dışarılıklı. Bir rakı bile değil mesela. Yani bir taşla üç kuş. Hiç fena bir performans değil!

İşte şu sözler de Gezi sonrası mitinglerinden birinde Erdoğan’dan geliyor:

“Biz okumuş insanlarız diyorlar. Biz sanatçıyız, diyorlar; biz yazarız, biz sermayedarız, biz imtiyazlıyız, diyorlar. Biz her şeyi biliriz, biz her şeyden anlarız diyorlar. Bizim oyumuzla Kayseri’deki Ahmet’in, Mehmet’in, çobanın oyu bir olmaz diyorlar… On yıllar boyunca bunlar Boğaz’a karşı viskilerini içtiler, Çankaya’da sefalarını sürdüler.”

İyi de…

Peki bu sözlerin sahibinin hakikatle ilişkisi?

Belediye başkanlığı sırasında ister istemez halkın içinde olan Erdoğan, başbakanlığa geçtikten sonra, yoksul sofralarına basına açık şekilde diz vurmaktan gayrı ne zaman hakikaten halka karıştı? (Arada bir ihtiyaç sahibi birilerine edilen ve basının haberdar olduğu telefon görüşmeleri halka karışmak mıdır?)

Bu soruyu soruyorum ama Erdoğan’ın iddiası elbette tam aksi yönde. Belediye başkanlığı döneminde İstanbul’da Emniyet Mahallesi’nde, başbakanlığı döneminde de Ankara Keçiören’de mütevazı dairelerde oturdu. Hiçbir şey yapmasa, o evlere girip çıkarken gerçek yaşama dair isabetli bir manzara gördü. Diğer birçok siyasetçiye göre artıdır.

Ama bugün yaşadığı yerle tüm iddiasını tersine çeviren de kendisi.

Erdoğan balkondan halkı selamladı (üstte), halk sarayın kapısından el salladı(altta) 

Beştepe’deki Cumhurbaşkanlığı Yerleşkesi’ne bir zamanlar sıklıkla davet ettiği, Türkiye’nin dört köşesinden binlerce muhtar, Erdoğan’ın hayatın hakikatleriyle temas etmesini sağlıyor mu? Ya da her Cuma cemaatle beraber kılınan namaz, Erdoğan’a bir otomobil penceresinden fazlasını gösteriyor mudur?

Diyeceksiniz ki, her yer böyle değil mi? Hangi siyasetçi nerede halkın bağrında yaşıyor?

Ama hangi siyasetçi, nerede, aynı bilgiyle yirmi küsur yıl iktidarda kalıyor?

***

Zaman makinesi otomobilimizle bugünlere dönelim. Ama yola biraz yayan devam edeceğiz.

Hatırlayan vardır, üç yıl evvel bugünlerde, bir önceki Danimarka başbakanı Lars Lökke Rasmussen’in görevden ayrılırken verdiği bir fotoğraf çok konuşulmuştu.

Rasmussen görevdeki son gününde, “sizin başbakanınız olmak bir ayrıcalıktı” diye bir veda notu yazmış, çantasını sırtlanıp kalabalığa karışmıştı. 

Danimarka başbakanı Lars Lökke Rasmussen 

Eh, hayat bu; siyaset de Gümüş’ün ifade ettiği gibi bir ‘gösteri alanı’. Eğri veya doğru Rasmussen de yapmış şovunu, fotosunu Instagram’a da koymuş. Hatta bir süre sonra eski Amerikan başkanı Trump kaybettiği seçimden sonra ayak sürüyünce “sen de benim gibi yap” diyerek malum fotoğrafı bir daha dolaşıma sokmuş.

Danimarka’dan, Hollanda’dan, bir sürü meselesini çözmüş, dahası o meseleleri hiç yaşamamış ülkelerden gelen haberlerle bizim memlekette olan biteni kıyaslamak belki akıl karı değil, ben de sevmiyorum zaten ama burada az da olsa hakikat parçaları var.

Devletin başındaki ile yönettikleri arasındaki mesafenin kısalığına dair bir hakikat var burada. Devleti yöneten kişinin, sırası ve zamanı geldiğinde, geldiği yere yani vatandaşların arasına zorlanmadan ve hızla uyum sağlayarak geri döneceğine dair bir hakikat… Hem hakikat hem de yerinde bir eşitlik, farksızlık duygusu.

Peki bizim ‘halktan gelen’ liderlerimiz? Anadolu’nun bağrından kopan siyasetçilerimiz? Tamam belki karikatürize bir örnek ama hangisi Danimarka’nın eski başbakanı gibi halkın arasına karışarak gözden kaybolur? “Biz halkız” iddiasını taşıyanların bu kadarını da yapması beklenemez mi?

Sadece en tepeden bahsetmiyorum.

Hangi bakan, hangi büyükşehir belediye başkanı?

Neden biz, bir zamanlar içimizden çıkmış bu kişilerin gözünde otomobil camındaki görüntüden ibaretiz?

Bizler neden “benim vatandaşım, benim esnafım, benim askerim” diye başlayan ve sonu gelmeyen, iyelik ekli sözcüklerden ibaretiz?

Demokrasinin hakikati olabilir mi bir türlü itiraz etmediğimiz şu “Benim milletim” kalıbı?

Yaklaşık 100 yıl önce cumhuriyeti kurduk ama bir padişahın tebası olmaktan vazgeçmemiş gibiyiz.

***

Otomobile dönelim. Ama binmeyelim.

Mümkünse siyasetçiler de binmesin.

Zira bugün otomobil camından izledikleri halkın gözündeki en kötü imge o otomobiller. Konvoylar halinde hareket eden, halkı yollarda bekleten o kara otomobiller, zırhlılar, motorlar, şunlar, bunlar…

Zinhar viski içmeyen ama o otomobillerden de inmeyen tüm o siyasetçiler hakkında bir daha soralım:

Bu kişilerin, hayatın hakikatlerinin farkına varmaları mümkün mü?

Gittiği her yere koruma ordusuyla giden, şehir trafiğinde bir dakika olsun takılmayan, tatillerini gözden uzakta yapan; elektrik, su, gaz faturası gibi dertlerle ilgilenmeyen; hayatındaki olası angaryalar başkası tarafından halledilen; okuması gerektiği gazeteler, kitaplar başkaları tarafından özetlenip önüne konulan; konuşma metinleri başkaları tarafından hazırlanan; halktan herhangi birisiyle herhangi bir konuda temas kurarken unvanının avantajlarından asla sıyrılamayan; kısacası yönettiği halkın arasına pratik olarak karışmayan siyasetçilerin, hadi adını koyalım, Erdoğan’ı Bahçeli’si yıllardır iktidarda olan tüm isimlerin, halkı hakikaten anlaması ne kadar mümkün? 

Söylemesi tuhaf gelecek ama tüm bu siyasetçilerin, ister viski içsin, ister içmesin, şehirle, gerçekle, hayatla, hakikatle bir ilişkisi kalmış mıdır?

Hakikat-sonrası bahsine bakarken esas pencere bu.

Otomobilin penceresi…

**

PS: ‘Viski ve siyasi tarihimiz’ hakkında Zeynep Miraç’ın bir zaman Cumhuriyet’teki yazdığı şu güzel yazıyı okumalısınız.  

PS2: Otomobil konusunu, kısmen Tuhaf Zamanlar’da yazmıştım.


Yenal Bilgici Kimdir?

Yenal Bilgici, gazeteci. 1979 İskenderun doğumlu. Siyaset bilimi eğitimi aldı. 2000 yılında gazeteciliğe başladı. Nokta, Aktüel, Newsweek, GQ Türkiye, Habertürk ve Hürriyet’te çalıştı; yazılı ve görsel birçok başka mecrada yazdı çizdi anlattı. Siyaset, kültür, tarih üzerine röportajlar yaptı, yapmaya devam ediyor. 2022 Ocak’ında Türkiye’de son dönemde yaşananları hakikat-sonrası çerçevesinde ele aldığı “Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” isimli eseri Doğan Kitap’tan yayımlandı. 2019’da tarihçi İlber Ortaylı ile “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” isimli, büyük ilgi gören bir nehir röportaj kitabı yayımladı, bu kitabı 2022 Şubat’ında yine Ortaylı ile söyleştiği “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” takip etti. Özellikle Avrupa gündemini takip etmeyi, toplum ve teknolojinin kesişiminden türeyen yeni dünya üzerine düşünmeyi, edebiyatı ve bir de bloglarında 'Eski Usul' ve 'Tuhaf Zamanlar’ yazmayı seviyor.