Cariyeliğe övgü
Talha Uğurluel “Haremde kadınlar şöyle eğitim alıyor böyle kültürlü hale geliyorlardı” diye cariyeliği överken; Cansu Hanım devreye giriyor “Yani harem kadınları aslında topluma rol model oluyorlar” diye söze karışıyordu. Bu yüzyılda köleliğe bu denli açık övgüler yapılması, bir kadının harem övgüleri karşısındaki anlayışlı tutumu, bu türden kitapların on binlerce satması/dağıtılması, bütün bunlar hepsi bir araya geldiğinde tarihçiliğimizin geldiği nokta özetleniyor.
“Neden Arapça Öğrenemiyoruz” başlıklı yazıdan dolayı okuyuculardan çok sayıda mail aldım. Bazı okurlarımız Arapçanın zorluğuna karşın Farsçanın kolaylığına dikkat çekmiş. Katılıyorum ve bu konu hakkında bir yazı düşünmekteyim. On altı yaşında çok genç bir okurumuz ise Arapçanın hiç de zor bir dil olmadığını göstermek için YDS’den 87 puan aldığını gösteren belgesini göndermiş. Ben de onu tebrik eden bir mail gönderdim ve bu başarısının Arapçanın kolaylığından ziyade kendisinin doğuştan gelen tanrı vergisi yeteneği ile çalışma azminden kaynaklanmış olabileceğini söyledim. Zira son gittiğim (Milli Eğitim Bakanlığının açtığı) kursta, sınıfın neredeyse tamamı yıllardır vazifede olan din görevlilerinden oluşmaktaydı ve birçoğu da iki yıllık ilahiyat diplomalarını açıköğretim üzerinden dört yıllığa tamamlama derdindeydiler. Ama açıköğretim sınavlarında yanlışların doğruları götürmediği zamanlarda dahi bu Arapçayı veremiyorlardı. Yani ortada toplu bir öğrenememe problemi var gibi geliyor bana. Bir de tabii kâğıt üzerinde doğru yapabildiğiniz soruları TOEFL tarzı dinleme/anlama tarzı bir imtihanla ölçmek var ki onu düşünemiyorum.
Neyse bu konuda bana gelen mail ve önerileri, düzeltmeleri önümüzdeki haftalarda derleyip toparlayıp yeniden dil meselesine dönme amacındayım. Bu hafta biraz tarih/tarihçilerden söz edeyim istiyorum. Zaman zaman bu ‘köşede’ tanınmış veya tanınmamış tarihçilerimizden söz etmeyi planlıyorum. Bu konuda ilk olarak seçtiğim kişi şimdilerde biraz unutulmuş olsa da bir zamanlar epeyi tanınan bir tarihçi olan Talha Uğurluel; daha doğrusu onun Cansu Canan Özgen’le birlikte hazırladığı enteresan bir kitap.
MİLLİ BİR HAREKET OLARAK CEVATİZM
Tutuklanmadan önceki döneminde mevcut iktidarın tarihi hafızayı yeniden inşa projesinin öncülerinden biri de Talha Uğurluel’di. Kendisini etkili olduğu dönemlerde bir üniversite konferansında izlemiştim. Tarihin manipülasyonunda oldukça başarılı bir sunum tarzı vardı. Örneğin tek parti döneminde yıkılan camiler ve tarihi yapıları ayrıntıyla anlatıyor; ama aynı yıkımların Osmanlıda veya Demokrat Parti zamanında da olduğundan söz etmiyordu. Böylece dinleyici kitlesi memlekette tarihi binaları yıkan bir tek parti iktidarıymış zannına kapılıyordu. Halbuki tarihi yapıların yok edilmesi bizde siyaset ve zamanlar üstü ‘millî' bir gelenektir. Bu konuda bence en etkili örnek Konya Valisi Cevat Bey’in 1906/7 sıralarında yıktırdığı Alaeddin Köşkü olayı. 19. yüzyıl fotoğraflarında ve gravürlerinde büyük ölçüde sağlam kalmış olan yapı, Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan döneminde (1155-1192) inşa edilmişti. Ama son şeklini Alaeddin Keykubad (1220-1237) döneminde aldığı için bu isimle tanınıyordu. Cevat Bey’in yapının yıkılmasını engellemeye çalışanlara “Ben 200 altına daha iyisini yaptırırım merak etmeyin” dediği rivayet ediliyor. Sekiz-on yıl kadar önce yine benzer bir “Cevatist” belediye başkanı Kapadokya’da bir ilçede, galiba futbol stadı yapmak için üç peri bacası yıkmıştı. Tepki gösterenlere de “Ne olacak alçıdan daha iyisini yaptırırım” demişti. Cevat Bey’in ruhunun bürokrasimizde böylesi güçlü biçimde yaşaması dikkate değer bir hadisedir. Şimdi bu naçizane beyefendi kimdi; o olay hangi ilçede yaşanmıştı hatırlayamıyorum, ama “alçıdan daha iyisini yaptırırım” sözünü net hatırlıyorum. Gazeteci arkadaşlarımız tarihini ve tam yerini hatırlayamadığım bu olayı arşivlerde bulabilirler böylece bu naçizane Cevatist belediye başkanının adını da tarihe nakşetmiş oluruz.
CARİYELİĞE ÖVGÜ
Neyse gelelim Talha Uğurluel ve temsil ettiği tarihçilik ekolüne... Bildiğiniz üzere Talha Uğurluel zamanında tv’de gizemli programlar yapıyordu. Bu programlarda Kâbe’nin altından girilip Süleymaniye Cami’den çıkılan tüneller, mucizeler, üç harfliler (aslında dört harfle yazılır ya neyse), iyi saatte olsunlar gibi gece çocukların rüyasına girecek türden temalar işlenmekteydi. Bu enteresan mevzular arasında ara sıra Cumhuriyetin küçümsenip Osmanlı nostaljisinin de araya katıldığı kendine özgü bir konsept vardı. Bu konseptin tamamlayıcısı olarak genellikle Talha üstadımız ecinnilerden, mucizelerden bahsederken karşısında bir de her denilene, dikkat kesilme ve şaşırma efektiyle tepki veren Canan Özgen yer alıyordu. Canan Özgen dışarıdan “modern” biri gibi görünüyordu. Elbette bu bilinçli bir seçimdi. Onun “çağdaş” görünümü sayesinde Talha Uğurluel’in klişe İslamcı ve efsuncu muhabbetlerinin, ulaşılmak istenen asıl kitle olan okumuş orta sınıflara iletilmesi de kolaylaşmış oluyordu.
Bu muhteşem ikilinin harika bir tarih çalışması vardı: adı da tıpkı tv programında olduğu gibi hem tarih hem de gizem kokan “Osmanlının Şifreleri”. Gerçi kitapta “şifre” olarak görülebilecek bir gizem veya çözülecek bir sır yoktu. Ama ilgi ve tanıtım açısından kitabın adı çok iyiydi. Yazarın kudretli dönemlerinde kitap ortaokul ve liselerde tarih öğretmenleri tarafından öğrencilere tavsiye edildiğinden bol sayıda baskı yapmaktaydı. Mesela benim elimde kitabın Şubat 2016’daki ikinci baskısı var ve bunun kapağında da kitabın 40.000 adet basıldığı yazılı. Türkiye’de tarih kitaplarının satış oranları düşünüldüğünde bu inanılmaz bir sayıdır. Mesela yine elimde Türk tarihçiliğinin –bence- medarı iftiharı olan Zeki Velidi Togan’ın Hatıralar adlı kitabı da var. Bu kitabın 2019’daki ilk baskısının kapağında “500 adet basılmıştır” diye yazıyor.
Zeki Velidi’nin kitabı 500, Talha Uğurluel’inki 40.000 adet basılmış. Aslında bu cümlelerle yazıyı sonlandırabilirdik ama devam edelim. Kitabın en enteresan kısmı Osmanlıda saray cariyeliğini övdüğü bölüm. Bu bölümde esir pazarlarında satın alınan bu kadınların, nasıl iyi bir eğitim aldıkları; ne büyük değer gördükleri (bu değer kavramını da irdelemek gerekiyor, köleler elbette ‘değerliydi’), nasıl kültürlü insanlara dönüştükleri falan uzun uzadıya anlatılıyor. Daha da ilginci Talha Uğurluel “Haremde kadınlar şöyle eğitim alıyor böyle kültürlü hale geliyorlardı” diye cariyeliği överken; Cansu Hanım devreye giriyor “Yani harem kadınları aslında topluma rol model oluyorlar” diye söze karışıyordu.[1] Hani sanırsınız bir kadın olarak bu yoruma karşı çıkacak. Haremi mi övüyorsun diye serzenişte bulunacak. Tam aksine kendisi haremi nasıl yanlış tanıdığımız fikrine kapılmış görünüyordu.
Neyse sonuçta oradan buradan kaçırılıp köle olarak satılan, hukuken eşya statüsünde olan, zaman zaman da çuvala konup Karadeniz’e atılan bu kadınların aslında pek özenilecek örnek bir yaşam sürdüklerine ikna olduktan sonra Talha üstadımız hiçbir kaynakta rastlamadığım bir takım Şeri kanunlardan söz ediyordu. Üstadımıza göre “padişahların haremdeki kadınlarla cinsel ilişki kurmaları için mutlaka onlarla nikah kıymaları gerekiyormuş” (s.63). Bu bilginin hiçbir İslâmî kaynağı bulunmamaktadır. Cariye ile cinsel münasebet için nikah şartı aranmaması en basit İslam hukuku bilgilerindendir ve dileyen bu konuda Diyanet ansiklopedisine bakabilir. Yine Müminûn, 23/5-6, Nisa, 4/3 gibi ayetlere de bakılabilir. Burada meşru nikahlı eşler ve cariyeler arasındaki ayrım net olarak belirtilmiştir. Osmanlı tarihinde de padişahlar ya da herhangi bir erkek cariyesiyle cinsel münasebet için nikah kıyma gereği görmemişlerdir.
Kitapta diğer ilginç bir iddia da "çocuk doğuran cariyenin direkt özgür kadın statüsü kazandığı” (s.65). Çocuk doğuran cariyenin (ümmüveled) özgürlük kazanması karmaşık bir mesele... İslam hukuku ailenin köle olsa dahi parçalanmasına izin vermediğinden, efendisine çocuk doğuran bir cariye artık başkasına satılamaz. Yani tek bir efendinin kölesi olarak tescillenir. Kimilerine göre efendisi ölünce özgür sayılır (çocuk doğurunca değil). Kimilerine göre bu durumda da özgür sayılmaz. Doğan çocuk özgür sayılır; ama bu annesi için geçerli değildir. Sonuç olarak çocuk doğuran cariye bu doğum sayesinde hemen özgürlüğünü kazanır diye bir şey yok. Yahu ben mi yanlış biliyorum diye Afganistanlı medrese eğitimi görmüş tanıdıklara da meseleyi sordum. Onlar da cariye ile nikah zorunluluğu ve çocuk doğuran cariyenin hür sayıldığı iddialarını ilk kez duyduklarını söylediler.
Şeyh Bedreddin’in meşhur fıkıh derlemesi Camiu’l Fusûleyn’den bir pasaj aktarıyorum: (Adamın biri) cariyeyi satın aldı ve hürriyetine kavuşturdu. Sonra onunla evlendi ve çocukları oldu. Daha sonra bu kadın/cariye istihkâk edildi (yani aslında kaçak bir köle ya da bir başkasının çalıntı kölesi olduğu anlaşıldı ve ilk sahibi üzerinde hak talep etti). Böyle bir durumda cariyenin ilk (gerçek) sahibi cariye ve çocuğu kendi mülkiyetine alabilir. Kandırılan adam satıcıdan ödediği parayı geri alabilir.[2] Hatta bazı yorumlara göre cariyeden doğan çocuğunun da ödemesini yaparak geri alabilir kimine göre alamaz. İslam hukukçuları 1400 senedir bu konuda bir fikir birliğine varamamışken; Talha üstadımız sayesinde duruma çözüm geliyor ve efendisine çocuk doğuran cariyenin bir anda özgür olduğunu öğreniyoruz. Uğurluel çocuk doğuran cariyenin bir başkasına satılamamasından -ki görüldüğü üzere onun da istisnaları var- sanırım onun artık özgür kaldığı çıkarımını elde ediyor, ilginç.
Uğurluel devam ediyor aslında bu yöntemin, yani bol sayıda cariye satın alıp onlardan çocuk yapmanın amacı da “aslında kadınları özgürleştirmekmiş” (s.65). Böylece Osmanlı erkekleri bol sayıda cariye alıp onlardan çocuk yaparak “kötü yola düşmüş bu kadınları” kurtarıyorlarmış. İlginç bir özgürleştirme yöntemi! Cansu Hanım da “Canım dertleri kadınları özgürleştirmekse neden satın alıp doğrudan azat etmiyorlar (neticede İslam hukuku gereği bu hakkınız vardı, istediğiniz kadar köleyi satın alıp sevabına azat edebiliyordunuz) niye illaki çocuk peyda ediyorlar” diye bir soru sormuştur herhalde diyorsanız elbette yanılıyorsunuz.
Eskiden tarihçiler bu harem mevzularına hiç girmez, bu konuları geçiştirirlerdi. Konu bu mecraya aktığında “Boş verin şimdi haremi maremi, Zigetvar’a bakın Estergon'a bakın” diyerek konuları asıl ‘ciddi meselelere’ getirirlerdi. Yeni tarih yazımında bir de haremin özendirildiği günleri gördük. Aslında Talha Uğurluel’in haremi bu kadar överken harem ağalarını es geçmesi de ilginç. Çok küçük yaşta testisleri burulup koparılan bu insanlar, vücutları büyüme hormonları salgılamadığı için asla gerçek anlamda gelişemiyorlar ve tüm hayatları boyunca ancak bastonla yürüyebiliyorlardı. Oryantalist ressamların hayallerini süsleyen kaslı kuvvetli insanlar değillerdi yani, korkunç bir işkence ile sakatlanan çocuklardı. Ama şimdi Uğurluel gibi yazarlar onların da yaşamlarının ne kadar güzel olduğuna dair bir şeyler yazmışlardır diye bakmak lazım. Yazıları genelde politik mesajlarla bitirmek istemiyorum. Ama bu yazıyı didaktik bir mesaj ve yorumla bitireceğim: Bu yüzyılda köleliğe bu denli açık övgüler yapılması, bir kadının harem övgüleri karşısındaki anlayışlı tutumu, bu türden kitapların on binlerce satması/dağıtılması ve kitabın içinin yanlışlarla dolu olması, bütün bunlar hepsi bir araya geldiğinde tarihçiliğimizin geldiği nokta özetleniyor.
SON SÖZ: OSMANLIDA KÖLELİĞİN SONU
Bu arada bu yazı vesilesiyle, bazı fıkıh siteleri bu konu hakkında ne demişler acaba diye küçük bir inceleme yaptım. “Cariyeyle cinsel münasebet için nikah şartı aranır mı” sorusuna bir ilmi site şu cevabı vermiş: “Artık cariye falan yok. İslam bu uygulamanın zaman içinde yok olmasını hedeflemiş idi, sonunda bu hedefe ulaşıldı. Geçmişte olan köle ve cariye ile ilgili hükümleri sormanın ve bunun dillerde dolaşmasının zararlı olduğunu düşünüyoruz.”
Cevabı verenler sonra nikahın hür kişiler arasında bir akit olduğunu ve bu nedenle cariyeyle nikahın şart olmadığını da elbette bilgi notu olarak eklemişler. Ama ben yine de ilk cümlelere takılıp kaldım. Bu metinde cariyelik ve köleliğin Müslüman ülkelerde sona erdiği ve bunun da kendiliğinden olduğu gibi bir izlenim yaratılmış Halbuki Müslüman dünyada köleliğin sona ermediğini Moritanya, Çad, Sudan gibi Sahra ülkelerinde devam ettiğini; hatta Suriye ve Irak’ta Ezidilerin daha üç-beş sene öncesine kadar köle olarak satıldıklarını biliyoruz. O halde kölelik bitti derken herhalde bizim ülkeyi kast ediyorlar. Bu durumda bile köleliğin kendi kendine sönümlendiğini de söyleyemeyiz. Kölelik aslında yukarıdaki satırların yazarlarının pek hoşlaşmadıkları Tanzimat aydınlarının mücadeleleri ve Batıdan gelen baskılar sonucu 19. yüzyılda Batılılaşma maceramızın bir sonucu olarak adım adım tasfiye edildi. Önce köle alıp satmak yasaklandı ama daha önce köle olanlara özgürlük verilemedi. Kölelik nihai olarak gene İslamcıların hazzetmedikleri Jön Türkler tarafından 1908 devriminin ardından bütünüyle yasaklandı ve İstanbul’daki esir pazarları/loncaları lağvedildi. Türkiye ve İran (yanlış bilmiyorsam kölelik 1906 Meşrutiyet Devrimiyle yasaklanmıştı) bu konuda öncüydü (mesela Suudi Arabistan’da kölelik 1960’lara kadar yasaklanmamıştı, Umman ise 1970’e kadar direnmiş). Tanzimatçılar köle ticareti yasaklarını adım adım uygularken ulema ve imparatorluğun köle ticaretinden geçinen Hicaz, Yemen gibi vilayetleri olağanüstü bir direnç sergilediler. Osmanlı padişahlarını zındıklıkla, şeriata karşı gelmekle itham ettiler.[3] Şimdi ise sanki bu adım ulemanın dinsel reformlarıyla yapılmış gibi bir hava yaratılmakta. Batıcı aydınların yaptığı her değişikliğe muhalif olan bazı kesimlerin köleliğin tasfiyesini ise ‘zaten dinin emriydi” diye kendilerine mâl etmeleri de şayan-ı hayret bir tutum bence.
NOTLAR:
[1] Talha Uğurluel-C. Cansu Özgen, Osmanlının Şifreleri, Timaş, 2016, s.52.
[2] Şeyh Bedreddin, Camiu’l Fusûleyn, Yargılama Usulüne Dair, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü,çev. Yunus Apaydın ve diğerleri, Ankara, 2012, s.383.
[3] Bu konuda ayrıntılar için bkz: Y. Hakan Erdem, Osmanlıda Köleliğin Sonu 1800-1908, Kitap Yayınevi, 2004.