YAZARLAR

Bulgur, tarhana, erişte: Yoksul kadının yükü

Tencereyi kaynatmak, evi ısıtmak, temizleyip paklamak, bütçeyi denkleştirmek, hanehalkını kamusal hayata hazırlamak, çocuklara bakmak gelir seviyesi düşüp hayat pahalılığı arttıkça daha da zorlaşıyor. Kadınlar sırtlarındaki artan yük ve içlerindeki sızıyla, aileleriyle birlikte yaşamaya değil hayatta kalmaya çalışıyorlar.

İlk ortaya çıktıklarında bir kesimin “kolejli ergen” zihniyetiyle “varoş market” diye alaya aldığı, bir başka kesimin ise “İslamcı sermaye” diye protesto ettiği fakat alım gücü genel olarak düşünce herkesin yolunu daha sık düşürdüğü marketlerden birindeydim. Bir yandan raflar arasında dolaşırken, bir yandan da tam arkamda, birbirlerinin ağzından lafı kaparak konuşan iki kadını dinliyordum. Tabii ki konu yükselen fiyatlar, döviz kuru, hükümet politikalarıydı. Sırf onların sohbetlerine kulak kabartabilmek için markette fazladan zaman geçirdim. Sonra dayanamayarak sohbete dahil oldum. Kadınlardan biri ev kadını, diğeri memurdu. Belli ki markette bir gün içinde fiyatı değişen ürünün etiketine bakıp söylenirken yakınlaşmışlar ve dertleşmeye başlamışlardı. İkisi de döviz krizi ve sürekli zamlardan bu yana hem alışverişe, hem de ev işlerine daha uzun zaman ayırdıklarını, marketlerde, pazar yerlerinde, mutfakta daha fazla zaman geçirerek bedenen daha fazla yorulduklarını söylediler. Hayat pahalılığı karşısındaki öfkeleri ve alışveriş listesinden sürekli birkaç ürünü çıkarmanın getirdiği gerilim de epeydir huzurlarını kaçırıyor, çocukların taleplerini karşılayamamak onları yıpratıyordu.

“Kocam önüne gelene maaş yetmiyor, diye sızlanıyor. Yetirmeye uğraşan kendi değil ki” dedi evkadını olan. “Arkadaşlarıyla oturmaya dışarı gidemiyor, derdi o!” diye de ekledi. Memur olansa karı-koca çalışmalarına rağmen, “dışarının işlerini” de kendisi üstlendiğinden, kocası maaşını her ay getirip eline tutuştursa da zorluk çektiğini söyledi. “Bizim evin İçişleri Bakanı hanım, diyor akrabaların yanında. Allah için bütçeyi ben yapıyorum da, artık bu da bana üçüncü bir mesai oldu. Çalışıyorum, çocuklarla ilgileniyorum, faturaları ödüyorum, ev işlerini, alışverişi yapıyorum. İçişleri Bakanı demek fiyakalı, karısına değer veren adam pozları falan, ay sonunu nasıl getiriyorum, gel bana sor. Ona göre hava hoş” diye bitirdi.

Bu kısa sohbet, son aylarda artan genel yoksullaşmanın yükünü en fazla kadınların çektiğini fark ettirdi bana. O karşılaşmadan sonra, aklıma estiğinde, işim düştüğünde marketleri, Ankara’nın sayısız AVM’sindeki orta ve orta alt sınıfa hitap eden mağazaları, pazar yerlerini dolaşıp konuşulanlara kulak vermeye veya bizzat sohbet açmaya başladım. Müşterilere laf atarak, tezgahtarlara sorular sorarak yaşama sevincini hızla yok eden, enerji fiyatlarını arttırırken insanların enerjisini azaltan yoksullaşma sürecini farklı kesimlerin nasıl tecrübe ettiklerini anlamaya çalıştım.

Yaklaşık bir yıldır yoksul kesimin, hatta orta sınıfın gündemini “temel”, “hayati” kavramları işgal etti. Temel gıda maddeleri ile hayatta kalmak için gerekli olanlar dışındaki mal ve hizmetlerden uzak durulmaya çalışılıyor. Tok tutmaya ve basit yemekler yapmaya yarayacak ekmek, bakliyat, patates-soğan, makarna, fiyatı hızla artmasına rağmen yağ gibi ürünlerden tasarruf etmek zor olduğu için meyve-sebze, içecek, atıştırmalık, kuruyemiş, et ürünleri alıveriş listelerinden ya çoktan çıkarıldı ya da lüks tüketime girmeye başladı. Belki dikkatinizi çekmiştir: Youtube’daki yemek programlarında bile maliyeti düşük menüler oluşturabilecek tarifler veriliyor.

Kadınlar artık marketlerdeki indirimleri obsesif bir şekilde takip ediyor, bir ürünü bir marketten, diğerini başka marketten satın almak için koşuşturuyor, bu işe eskisinden çok zaman ayırıyorlar. En ucuzunu almak çoğunlukla en kalitesizini almak anlamına da geldiği için sağlıklı beslenme çoktan ikinci plana atılmış durumda. Mümkün olursa çocuklarla hastaların sağlıklı beslenebilmeleri için bütçelerde küçük delikler açılıyor. Konuştuğum kadınların çoğu çalışmıyorlarsa, kendi ihtiyaçlarını erteleyerek kamusal alana çıkacak olan aile bireylerinin “karınlarının tok, sırtlarının pek olması” ve “ele güne karşı” mahcup olmamaları için onların ihtiyaçlarına öncelik verdiklerini belirtiyorlardı. Daha besleyici ve lezzetli yiyecekleri onlara ayırmaktan tutun da, ihtiyacı olan veya beğendiği bir kıyafeti satın almamaya, saç kesimi gibi kaçınılmaz ihtiyaçlar için bile kuaföre gitmemeye, gezmeye çıkmamaya, dayanabilecekleri mesafelere, bazen ellerinde ağır poşetlerle yürümeye, hatta evde daha fazla vakit geçirdikleri için seyrek banyo yapmaya başlamışlardı. Misafirin önüne çıkaracak dişe dokunur bir hazırlık yapamayacakları kaygısıyla, neredeyse tek sosyalleşme biçimleri olan günleri bile yapamayanlar vardı.

Orta sınıftan kadın muhataplarım, alt sınıftan hemcinslerinin lüks olarak gördükleri, hatta tembelliğin, beceriksizliğin, şımarıklığın tezahürü olarak algıladıkları temizlik başta olmak üzere, tüm ev işleri ve bakım hizmetleri için profesyonel yardım alamaz hale geldiklerini de eklediler. Çalışan bir kadının çocuğuna bakıcı tutması veya kreşe vermesi giderek külfetli bir hal alınca yine babaanne ve anneannelere başvurulmaya başlanmıştı. Yani bir önceki kuşağın yükü de artmış oldu. Böyle bir imkânı bulunmadığı için işini bırakmak zorunda kalan kadınlar da az değil. Fakat onlardan herhangi biriyle görüşememiş olsam da, biliyorum ki, çürükçü ve bayatçı olarak tabir edilen, günlük satıştan arta kalan çürük sebze-meyve ile bayat ekmekleri düşük fiyata satan seyyar esnaftan alışveriş eden, tezgahların toplanmasına yakın ürünler ucuzlayınca pazara giden veya tezgahlar toplandığında çöpe gidecek yahut yerlere saçılan sebze-meyveyi toplayıp eve getiren kadınların yükleri daha ağır. İşe gidenlere öğle yemeği masrafı olmasın diye sefertası hazırlamak ve elektrik faturası daha da yükselmesin diye çamaşırları biriktirip elde yıkamaktan bahseden kadınları da ekleyelim.

Artan kiralar, faturalar sebebiyle artık daha fazla kadın evlere temizliğe gidiyor veya evde düşük ücretler karşılığında fabrikalara fason üretim yapıyor. Her ikisi de kayıt dışı emek ve ikincisinin kazancı da oldukça düşük. İkinciyi tercih edenler, evde çocuklarına, hastalara, yaşlılara bakacak kimse olmadığı ve kocaları izin vermediği için ev eksenli çalışmak zorunda kaldıklarını anlattılar bana. Kadınların bu vasıfsız işlerde, düşük ücretlerle bile olsa iyi kötü iş bulmaları mümkünken, krizle birlikte işsiz kalan erkekler için istihdam giderek zorlaşıyor. Bu sebeple, son dönemde sosyal yardımlardan veya kişilerin/kurumların verdikleri ayni ve nakdi desteklerden yararlanmak için daha fazla talep ortaya çıktığını rapor ediyor bu konuda çalışan sivil toplum örgütleri. Ve bu talebi dile getirmek de her zaman olduğu gibi yine kadınlara düşüyor. Çoğu, acıma hissini arttırır umuduyla, çocuklarını yanlarına alarak başvurulabilecek her kurumun kapısını aşındırıyor.

“Erkekler yardım istemeyi gurur meselesi yapıyor, dilencilik sayıyor” diyor genç ve yeni evli bir kadın. Kocası birkaç ay çalıştığı fabrikadan atılmış. O da mahallesine uzak bir semtte evlere temizliğe gitmeye başlamış. Kocası parasızlıktan ve etraftan utandığından evden çıkamıyor, üstelik çok öfkeli. “Hem gelen yardım paketlerinden çıkanları yiyip içiyor, giyiniyor, hem de kamyonetten paketi almaya varınca, konu komşu görüyo, bizi rezil ediyon ele güne diye çıkışıyor” diye dert yandı. Kocası onu çeşitli bahanelerle hırpalıyordu. Maalesef evde şiddetin arttığını söyleyen yalnızca o değildi. İşsiz kalan veya asgari geçimi bile sağlayamayacak duruma düşen erkekler bunu bir mağlubiyet, hatta “erkeklik kaybı” gibi görüp acısını yine evdeki kadınlar ve çocuklardan çıkarıyorlardı. Fiziksel, sözel ve hatta cinsel şiddetin arttığı anlaşılıyordu. Kadınların kazandıkları üç-beş kuruşu ellerinden alan aile bireylerinin yarattığı ekonomik şiddetin de öyle… Kimi örneklerde de, aynı sebeplerle depresyona giren, şiddete meyletmese de içine kapanan erkekler kadınlar için yine üzüntü kaynağı oluyorlardı. Gündelik hayatın sürmesi, sağlığın asgari düzeyde de olsa korunması mücadelesini sürdürürken depresyona girmeye fırsatları olmayan veya onlara bunun şımarıkça olduğu empoze edilen kadınlar, erkeklerin yüklendiği çocukların terbiyesi, ebeveyn otoritesinin sağlanması gibi sorumlulukları devralıyorlardı. Normal dönemlerde de üstlenmeleri beklenen ailedeki yaşlıların bakımı işi de yine onların üzerindeydi.

Hastası olanlar ve ailede kimsenin çalışmadığı hanelerden kadınlar diğerlerinden solgun, bitkin ve çaresiz görünüyorlardı. Yoksulluk sarmalından çıkış çok zordu onlar için. Çocukları okutmak eskisinden daha masraflı ve iyi gelir getiren, düzenli bir işe yerleştirmek de torpille mümkün olduğu için hayattan günü kurtarmaktan başka bir beklentileri kalmadığını anlattılar. Bazı arkadaşlarının çocuklarına, kocalarına iş bulmak için akrabalarına, hemşehrilerine ricacı olduklarını da eklediler biraz gıpta, biraz da tenkit ederek. “Tabii insan biraz da arsız, yırtık olmalı abla” dedi içlerinden birisi, “biz onu beceremeyiz ki.”

Memleketinden erzak gelen şanslıydı yine. Açlığı bastıracak öğünler ve yaratıcılığı kullanarak azıcık çeşitlendirilen menüler hazırlanabiliyordu böylelikle. “Gene mi bunu yiycez, diyorlar. Hadi çocuklar diyor da, babalarıylan kaynanam da diyor. Kimsenin beni düşündüğü yok. Düşüne taşına 250 gram kıymaynan, bi lahanaynan üç gün üç çeşit yemek yapıyom. Ama beğenmediğimiz lahana bile kaç para olmuş” diyordu pazardaki genç bir kadın. Dedim ya, mutfakta, alışverişte daha fazla zaman geçiriliyor, fiziksel yorgunluğun yanına zihinsel yorgunluk, bezginlik ve gönül kırgınlığı da ekleniyordu. Biz bunu konuşurken pazarcılardan biri, “Hırsızlık arttı, onu da yaz gasteye falan yazacaksan. Hadi bebeleri geçtim de, anam yaşında kadınlar tezgâhtan meyva aşırıyor” diye sesleniyordu. Aynısını marketlerdeki, mağazalardaki tezgahtarlar da söylüyorlardı. Paketli ürünleri açıp içinden alan müşterilerden bahsediyorlardı. Zaten artık alışveriş için dolaşırken ensenizde hep bir soluk hissediyor, gözetleniyordunuz. Tabii bir de eski fiyatına güvenip ürünle kasaya gelen, kasada değişen fiyatı görünce ürünü bırakıp çıkanlar artmıştı. Bir market kasiyeri aklında kalan olayı anlattı üzüntüyle: “Müşteri asıl alacağı şeyleri aldıktan sonra çocuğu ısrar edince çikolatayı, bisküviyi, plastik oyuncağı da getiriyor kasaya kadar ama toplam fiyatı görünce en önce oyuncağı, çikolatayı bırakıyor. Çocuk mahsunlaşıyor. Hatta bir seferinde çocuk çok ağlayınca arkada bekleyen müşteri ödedi de çikolatanın parasını, çocuk sevindi, anası utandı.” Pazarlık yapanların ve meyve-sebzeyi taneyle alanların arttığını da duydum satıcılardan, kasiyerlerden, tezgahtarlardan.

Gördüğünüz gibi, yoksulluğun gündelik hayata ve ev içine yansıyan haliyle en çok kadınlar baş etmek durumunda kalıyorlar. Tencereyi kaynatmak, evi ısıtmak, temizleyip paklamak, bütçeyi denkleştirmek, hanehalkını kamusal hayata hazırlamak, çocuklara bakmak gelir seviyesi düşüp hayat pahalılığı arttıkça daha da zorlaşıyor. Kadınlar sırtlarındaki artan yük ve içlerindeki sızıyla, aileleriyle birlikte yaşamaya değil hayatta kalmaya çalışıyorlar.

***

Kapak fotoğrafı: Sefertası filminden.


Funda Şenol Kimdir?

Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.