YAZARLAR

Bir 'yurttaş' filmi

"Un pays qui se tient sage", hiç de uslu durmak istemeyen, eylemleri biraz yatışmış olsa da politik olarak hala alev alev olan bir ülkenin otopsisini yapan, çok güçlü bir yapım.

"Devlet, şiddetin meşru kullanım tekelini elinde tutar!"
Max Weber

İstanbul Film Festivali'nin çevrimiçi gösterimlerinde izleme şansını bulduğumuz "Şiddet Tekeli", Max Weber’in bu sözleriyle başlıyor. Yazar ve yönetmen David Dufrene’in bu çarpıcı belgesel filmi, Cannes Film Festivali'nin ‘Quinzaine de Realisateurs’ bölümüne kabul edilmişti. Ancak ne yazık ki film, festivalin pandemi yüzünden iptal edilmesiyle ancak altı ay önce Fransa’daki sinema salonlarında (Türkiye’dekiler kapalı tabii!) gösterim şansı buldu.

Filmin şimdiden güçlü olduğunu söylememiz gereken içeriğinden bahsetmeden önce, isminin Türkçe çevirisinin oldukça kısıtlı ve yetersiz olduğunu belirtmemiz, orijinal ismini ‘kırpmadan’ çevirmemiz yerinde olacak: "Un pays qui se tient sage" yani "Uslu Duran Bir Ülke". Filmin bu ismi, açık bir şekilde üç sene önce 40-50 kadar üniversite öğrencisine diz çöktürüp suçlu gibi sıraya dizen, onları bir yandan kamerayla çekerken bir yandan da "İşte, uslu duran bir sınıf!" diyen polislerin muamelesine gönderme yapıyor.

Yönetmen Dufrene bizi, aslında devletin her zaman içinde barındırdığı ancak özellikle son üç yılda kendini iyice açığa vuran ekonomik ve sosyal bağlamdaki sessiz ve görünmez devletin şiddetine karşı, ‘Sarı Yeleklilerin’ (Les gilets jaune) başkaldırışıyla ‘zirvesini’ yaşamış bir isyanı ve bununla beraber yol alan bir şiddeti ve bu şiddetin ‘meşruluğunu’ sorgulamaya çağırıyor.

Bu sorgulamayı yaparken Dufrene, birçok yönetmenin ve dolayısıyla birçok filmin düşebileceği tuzaklardan uzak duruyor: Bilindiği üzere ülkedeki ekonomik ve sosyal konulardaki eşitsizliğe başkaldıran ‘Sarı Yelekliler’, gösterileri sırasında Fransa devletinin ve onların elindeki polis kuvvetinin çok sert müdahalesiyle karşılaşmış ve bu müdahaleler birçok göstericinin sakat kalmasına hatta bazılarının ölümüne yol açmıştı. Ancak film, asıl olarak gerçek anlamda ‘yargılayıcı’, ‘suçlayıcı’, militan ya da partizan bir tavır sergilemeyi amaçlamıyor. Bu olaylarda gerçekleşen şiddetin gerekliliğini ve meşruluğunu mercek altına alarak çok daha derin bir sorunsala eğiliyor. "Un pays qui se tient sage"ın ikna etmeye veya bir fikri dayatmaya çalışmayan, aksine işlediği konular üzerine düşünmeye/tartışmaya çağıran bir tutumu var. Ortaya, yaşanan olayları bütün çıplaklığıyla açığa çıkaran ve bunları sadece gören değil hisseden, yaşayan, anlamaya çalışan insanların yorumlarını da izlediğimiz etkileyici bir yapım çıkıyor.

BEYAZPERDE ÖNÜNDE ‘EŞİT’ İNSANLAR

"Un pays qui se tient sage"ın yönetmenlik açısından öne çıkan yanlarından biri, filmin klasik belgesel şablonlarının dışına çıkması oluyor. Dufrene, unvanlarını, işlerini ve isimlerini bilmediğimiz ama hepsinin bu isyanlarla eylemleri ya da düşünceleri açısından bağlantılı olduğunu anladığımız kişileri, bir sinema ekranın bulunduğu bir stüdyoya sokuyor. Bir yandan ‘Sarı Yelekli’ göstericilerin yaşadığı tartaklanmalar, ağır dayaklar veya polisler tarafından aşağılanmalar, orada bulunanlar tarafından çekilmiş telefon kamerası görüntüleriyle ekranda akarken bir yandan da stüdyodakiler yaşanan olaylar ışığında devleti, demokrasideki yerlerini, polis gücünün şiddet kullanımının hangi kıstaslarla ‘meşru’ olabileceğini tartışıyorlar. Kulak verdiğimiz bu ‘eşit’ sunulan insanlar, hiçbir ‘unvanla’ tanıtılmadıkları için (bunlar filmin sonunda yer alan jenerikte gösterilecektir) bu konu hakkında daha bilgili, uzman veya daha deneyimli durmuyorlar ve davranmıyorlar. Sadece hepsi hiçbir televizyon kanalının sansürlemediği, kurgulamadığı, kesip biçmediği ‘gerçek’ görüntülere bakarak ülkenin geçtiği siyasi ve sosyal sınav hakkında fikirlerini söylüyorlar.

Aynı şekilde bu konuşmalar bir gazetecinin yaptığı soru/cevap şeklinde de sunulmuyor, çoğu kez konuşan kişinin karşısında onu dinleyeni de görüyoruz. Konuşmalar bir röportaj gibi değil bir diyalog, bir fikir alışverişi gibi gerçekleşiyor. Asıl amacın bilgi vermek değil birlikte düşünmek olduğu anlaşılıyor.

Konuşmacıların çoğu polis müdahalelerinin çok sert ve ölçüsüz olduğu konusunda hemfikir olsa da, amaçları polisi veya devleti suçlamanın ötesinde daha çok bu olayların niye bu noktaya geldiğini, bunun ülkedeki bastırılan tepkinin bir dışa vurumu olup olmadığını ve uygulanan şiddetin nasıl görülebileceği üzerine düşüncelerini dile getiriyorlar. Bu, bizce son derece incelikli ve derin bir anlatım dili…

ŞİDDETİN MEŞRUİYETİ…

Konuşmacılar yorumları sırasında Foucault, Machiavelli, Marx veya Bourdieu gibi felsefeciler veya sosyologların tezlerine göndermeler yapsa da, bunlar asla bir ‘akademik sunum’ hissiyatı yaratmıyor çünkü her biri bu fikirlerin ne olduğunu, niye kullandığını ve bu olaylarla nasıl bağlantılı olduğu kısa bir şekilde açıklıyor. Ayrıca dediğimiz gibi konuşan ister bir sosyolog, ister bir avukat, ister bir tır şoförü isterse de bir ev hanımı olsun herkesi ‘eşit’ tutan bir anlatım var.

Filmin merkezini oluşturan ve yönetmenin tartışmaya açmak istediği asıl konunun, bu olaylar sırasında uygulanan polis şiddetinin ‘meşruiyeti’ olduğunu söylemiştik. Eğer aynı anda ekranda örneklerini görmeseydik sadece teorik açıdan ilginç olabilecek bu konu hakkındaki düşünceler, görüntülerle birleşince gerçeklikle ilişkilerinde çok daha farklı bir güç ve anlam kazanıyorlar. Örneğin konuşmacılardan birinin, "Bir demokrasi, aynı fikirler etrafında uzlaşma değil farklılaşma, hatta karşıtlık rejimidir" şeklindeki görüşü, Fransa Cumhuriyeti'ni kuran mücadelenin de sert ve şiddetli bir isyan yani devrim yoluyla olmasının bir anlamda ‘Gilets jaune’ların mücadelesiyle paralellik taşıdığını hatırlatmasıyla somut bir çerçeveye oturuyor. Üstelik bu polis/gösterici karşı karşıya gelmelerinin bazen Fransa’nın ‘sembol’ meydanlarında gerçekleştiğini düşünürsek… Fransa’da ‘Cumhuriyetin polisi’ olduğu ileri sürülen bir gücün yukarıda anlatılan gibi bir demokrasiyi değil devleti korumak istemesi ve uygulanan bu şiddetin önceleri bazı ‘banliyölerde’ ‘test edilip’ sonrasında daha merkezi ve büyük ölçekli isyanlarda uygulanması da üzerine tartışılan konular oluyor.

ŞİDDETİ ASLINDA BAŞLATAN KİM?

Konuşmacılardan biri Fransa’da olayların bu noktaya gelmesini gerçekleşen üç şiddet türü ile açıklıyor: İlki, belki en kapsayıcı olan ve ‘Ana şiddet’ olarak adlandırabileceğimiz, sessiz ve derinden kendini hissettiren, (Sistem kaynaklı) kurumsal şiddet… İkincisi buna karşı çıkan ve bunun ifadesi olmaya çalışan isyankar şiddet… Üçüncüsü ise ilk şiddetin ayrılmaz bir parçası olan ve bu ikinci adıma bütün gücüyle saldıran (polise ait) baskıcı şiddet… Bütün bu şiddet türlerinin belirginleşmesi ve zincirleme bir şekilde oluşması bu olayın ana damarlarından birini oluşturuyor.

Aslında ‘meşru’ bir şiddeti elinde tutan bir gücün hangi şiddetin meşru olduğunu söylemesi, baştan ne kadar sapkın bir ‘haklılığa’ gittiğini gösteriyor.

Bu olaylar sırasında son derece orantısız ve sert davranan polis de tabii ki ağır eleştirilerin hedefi oluyor. Bu ister bir göstericiyi gaddarca döven, ister silahını (bilinçsiz de olsa!) dengesizce kullanan ve karşısındakinin bir gözünü kör eden(!), isterse de kendilerine tepki gösteren bir kadına medeni ama soğuk bir şekilde, ‘üstten’ bakarak: ‘Aynı tarafta değiliz bayan!’ diyen polis olsun...

Ancak bütün bunlara rağmen her polis birer ‘öcü’ gibi sunulmuyor hatta konuşmacılar arasında polis sendikasının temsilcilerine de yer veriliyor. (Bu arada resmi hiyerarşiden kimsenin yönetmenin davetine icabet etmediğini de söyleyelim.) Zaman zaman onların iktidar tarafından aslında yanlış bir şekilde ‘kullanıldığına’ da dikkat çekiliyor.

Son bir paragraf da ‘Sarı Yelekli’ göstericilerin arasına karışan, medyanın ‘Blackbloc’ adını verdiği, birçok dükkanı yakıp yıkan, ateşe veren kişilere açılıyor. Her ne kadar bu kişilerin ‘vandalca’ eylemleri savunulmasa da onların aslında iktidarın kendisini değil, onun ‘vitrinini’, gurunu kırmak amacında olduğunun altı çiziliyor.

Sonuç olarak "Un pays qui se tient sage", hiç de uslu durmak istemeyen, eylemleri biraz yatışmış olsa da politik olarak hala alev alev olan bir ülkenin otopsisini yapan, çok güçlü bir yapım. Bizce hiçbir seyirci kesinlikle kaçırmamalı!


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .