Bir hak olarak barışı savunmak

Halktan gelecek bir barış talebi karşısında hiçbir iktidarın duramayacağı sabitken cesur bir şekilde barış konuşulmalı ve tartışılmalı. Unutulmamalı ki ‘Kendinizden başka kimse, size barış getiremez.'

Google Haberlere Abone ol

Ercan Yılmaz*

Hukuk, sosyoloji, tarih gibi disiplinlerin tümünü doğrudan ilgilendiren muhtevası ile, güncel ve dönemsel politikayı etkileme/bu politikadan etkilenme özelliğiyle hak savunuculuğunun toplum düzeni içerisinde nüfuz ettiği yelpaze oldukça geniştir. Bu nüfuzu ve etki kapasitesi dolayısıyla hak savunuculuğuna duyulan ihtiyaç; devletler ve bölgesel güçler arasında yükselen savaş naraları ve öngörülen olası riskler dikkate alındığında günümüzde daha da artmıştır. Devletlerarasında hızlanan bloklaşma, dünya ve Orta Doğu’da ivme kazanan silahlanma yarışı, yoğunluk kazanan savaş ve bölgesel çatışmalar ve neticesinde sivil insanların yaşam hakkı ihlalleri ile zorla yerlerinden edilmeleri ivedilikle çözülmesi gereken vahim sorunları gözler önüne sermektedir. Bu tablo hem bölgesel hem global ölçekte hak savunucularına ağır sorumluluklar yüklemektedir.

Hak savunuculuğu, dünyanın insan hakları ihlalleri yaşanan her bölgesinde çeşitli derecelerde zorluklar barındıran, ciddi fedakarlık ile sürekli motivasyon gerektiren, değişen ölçülerde riskler barındıran bir alandır. Türkiye gibi henüz hak ve özgürlük kavramlarını evrensel hukuk normları çerçevesinde içselleştirmemiş, bu kavramları dile getirenlere alerjisi geçmemiş, karanlık geçmişi ile yüzleşmemiş ve toplumsal barışını inşa etme konusunda istekli olmayan ülkelerde ise hak savunuculuğu, her zaman farklı yöntemlerle cezalandırılmak istenmiştir. Bu cezalandırma yöntemleri, kimi zaman muhatabı hapsetme, kimi zaman sürgüne zorlama, bazen de sevgili Tahir Elçi’nin maruz bırakıldığı şekliyle yaşamdan koparmaya kadar ileri gidebilmektedir. Kendisini Türkiye İnsan Hakları Hareketinin bir parçası olarak gören her bir arkadaşımız, her koşul ve şart altında iktidarın ve büyük bir kısım muhalefetin tüylerini diken diken eden gerçekleri dile getirerek evrensel insan hakları kavramlarının yaşamın tüm alanları içerisinde kalıcı hale gelmesi için mücadele etmekte ve bu uğurda ağır bedeller ödemektedir. Bugün Türkiye’de tüm engellemelere rağmen hala dimdik ayakta duran bir İnsan Hakları Hareketi varsa bunun en önemli motivasyon kaynaklarından biri de ödenen bu ağır bedellerle oluşan motivasyondur. Çünkü iktidarların cezalandırma ve bedel ödetme olarak böbürlendikleri her bir davranış, hak savunuculuğu yapanlar açısından mücadeleyi sürdürme konusunda güçlü motivasyona dönüşmektedir. 

İKTİDARIN ÇİFTE STANDARTI

Yirmi yılı aşkın bir süredir devlet yönetimini elinde bulunduran siyasi iktidar; bir taraftan işkence, faili meçhul cinayetler, gözaltında zorla kaybetmeler, düşünce ve ifade özgürlüğünün engellenmesi gibi uygulamaların eski Türkiye’de kaldığını iddia etmekteyken öte taraftan da özelikle 2015 yılından bu yana tekrardan başlayan çatışmalı sürecin etkisiyle ortaya çıkan ağır insan hakları ihlallerini dile getiren tüm kurum ve kişileri “terör” kavramı ile ilişkilendirmektedir. Yine bu siyasi iktidar, Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinden doğan temel haklardan olan düşünce ve ifade özgürlüğünün kullanılmasına dahi tahammül etmemekte; hakların kullanımına, kendi çizmiş olduğu politik ve ideolojik sınırlar içerisinde kalınması kaydıyla izin vereceğini açıkça ifade etmektedir. 2023 yılı Ekim ayından bu yana gerek Suriye’nin kuzey ve doğusunda yer alan “Rojava” bölgesinde gerekse İsrail ile Filistin arasında yaşanan yoğun savaş/çatışma haline karşı sivil toplum örgütleri, hak kurumları ve barış yanlıları tarafından geliştirilen savaş karşıtı taleplere karşı kolluk görevlileri tarafından geliştirilen yönelimler gözönüne alındığında; iktidarın, yurttaşların tepkilerini kontrol altına alma, baskılama ve eğer bu mümkün değilse belli bir kalıba sokma çabası içerisinde olduğu net bir biçimde görülecektir. 

Yakın tarihte derneğimiz tarafından BM Genel Sekreterliği ile BM İnsan Hakları Komiserliğine hitaben yazılan ve Orta Doğu’da yaşanan savaşların barışçıl bir şekilde sona ermesi için sorumluluk çağrısı içeren mektubumuzun metninde bulunan “Rojava” ibaresinden duyulan rahatsızlık nedeniyle birçok kentte, söz konusu mektubun kamuoyu ile paylaşılmasına kolluk görevlileri marifetiyle engel olunmaya çalışılmıştır. Hak savunucuları ve barış yanlıları bu örnekteki rahatsızlığın salt bir kelimeye karşı olmaktan ibaret olmadığının, iktidarın savaş ve barış konusundaki ikiyüzlü politikalarına karşı geliştirilen tepkinin hedef alındığının farkındalar. 

İNSANCIL HUKUK POLİTİKASI

Siyasi iktidar tarafından; Filistin ve İsrail arasındaki çatışmaların son bulması, iki devletli çözüm önerisi, Filistin coğrafyasının insansızlaştırılması girişiminden vazgeçilmesi, sivil yerleşim alanlarının hedef alınmaması şeklindeki argümanlar; “insancıl hukuk” gerekçe gösterilerek desteklenmektedir. Filistin için talep edilenler ile “Rojava” bölgesine dönük uygulamalar arasındaki tezat incelendiğinde, asıl meselenin “insancıl hukuk” eksenli değil, politik denge ve hassasiyetler merkezli olduğu görülecektir. Filistin meselesinde “talep edici” konumda olan siyasi iktidar, “Rojava” bölgesine dönük politikalarda ise tayin edici pozisyona sahiptir. Dolayısıyla yaklaşım, “insancıl hukuk” çerçevesinde olacaksa bu tutarsızlık giderilmeli, temel insan haklarını gözeten taleplerin “Rojava” bölgesi için de geçerli olacağı değerlendirilerek “tayin edici” olan Türkiye açısından buna uygun dış politika izlenmeli ve bizzat Türkiye tarafından rutin aralıklarla çıkarılan sınır ötesi askeri tezkereler geri çekilmelidir. 

İKTİDARIN 'KÜRTLER HARİÇ' YAKLAŞIMI

Ancak siyasi iktidar; Anayasada tanımlı her bir hak için, hak süjesinin Kürtler olması durumunda hakkın kullanımını engelleme, hakkı yok sayma pratiğini uluslararası bir mesele olan “Suriye Kürtlerinin statü koşulları” konusunda da sürdürmektedir. Aslında bu durum şaşırılacak bir vaziyet olmaktan uzun bir süre önce çıkmıştı. Zira şu an gerek ekonomik gerekse siyasi ilişkilerinin en iyi konumda olduğu Irak Kürt Bölgesel Yönetiminin 2017 yılında almış olduğu bağımsızlık referandumu kararı sonrasında siyasi iktidar tarafından gelişen tepkiler hatırlandığında iktidarın, uluslararası hukuktan kaynaklı tüm hakları “Kürtler hariç” şeklinde bir şerh ile savunduğunu söylemek abartı olmayacaktır. 

Türkiye’de bu koşullar altında hak savunuculuğu yapıp barış talebinde bulunmak ve de bunu Kürt kimliği ile yapmak hiçbir dönemde kolay olmadığı gibi bu dönemde de kolay olmayacaktır. Ancak bu zorluğu aşmanın yolu iktidarın çizmiş olduğu politik/ideolojik sınırları kabul etmekten değil aksine hemen her gün farklı hak kategorilerinde meydana gelen ayrımcı uygulamaların karşısında durmaktan, barış talebini toplumsallaştırmaktan geçiyor. Halkın yaşanan savaş ve çatışmaların en büyük mağduru olduğu gerçeğinden hareketle ve halktan gelecek güçlü bir barış talebi karşısında hiçbir iktidarın duramayacağı sabitken cesur bir şekilde barışın konuşulması ve tartışılması gerekmektedir. Çünkü unutulmamalıdır ki ‘Kendinizden başka kimse, size barış getiremez.’ 

*İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şube Başkanı