YAZARLAR

Bilineni bilinmeyene yeğleme

İstediğimiz kadar bireyliklerimizi merkeze alan yaklaşımlarla konuşalım, hemen her birimizde benzer belirtiler, ârazlar, tepkiler görülebiliyorsa, bireysel tedavilere bağlayabileceğimiz umudun dozu da azalıyor. Ya da şöyle söyleyelim: Biz ancak toplumca tedavi edilebiliriz.

Adamın biri, tren her istasyonda durdukça kalkıp pencereyi açar, dışarı bakar, sıkıntılı sıkıntılı iç geçirir. Karşısında oturan, artık dayanamaz, “Bir derdiniz mi var?” diye sorar. Adam, “Yanlış yöne gidiyorum,” cevabını verir. Öteki, haliyle, “Niye inmiyorsunuz o halde?” der. Adam şöyle cevaplar: “Buranın sıcaklığı öyle güzel ki…”

Bu anekdotu, İçimizdeki Küçük Prens adlı pek faydalı ve leziz kitabında Mathias Jung aktarıyor. (“Saint-Exupéry ile Keşif Gezisi Üzerine” lejandını taşıyan bu kitabı -çeviren Çiğdem Canan Dikmen, Yurt Yayınları- tavsiye etmekle kalmam ve, evet, bunca zaman sonra, bu yaştan sonra, Küçük Prens’i yeniden okumanızı da öneririm. Sanırım şu zamanlarda bize en çok lazım olan bazı sağaltıcı ve yüreklendirici etkin maddeleri içeriyor. Yalnız anti-depresan değil, şuur kazandırıcılar, cesaret vericiler de ihtiva ediyor. En önemlisi, kendimizi ve haddimizi bilmemiz konusunda, çatık kaşlı muhteris adamların ortalığa savurduğu, eli kılıçlı birilerinin kuşaktan kuşağa aktardığı prangavârî manevî handikaplarla dolu abuk sabukluklardan çok daha gerçekçi, etkili ve insancıl yan tesirleri var.)

Mathias Jung, Küçük Prens’in kainat gezisinde uğradığı gezegenlerde karşılaştığı çeşitli karakterleri, edebiyat tarihinin en özgün yazarlarından Antoine de Saint-Exupéry’nin bunları neden imal edip karşımıza çıkardığını deşiyor. Bunlardan biri, “hayatını dakika başı bir feneri söndürüp tekrar yakarak geçiren” fenerci. Gezegen küçücük, kendi çevresindeki dönüşünü bir dakikada tamamlıyor, dolayısıyla fenercinin bu işlemleri her dakika yapması gerekiyor. Ve ne uyuyacak zamanı kalıyor ne da başka herhangi bir faaliyete ayıracak tek saniyesi. Küçük Prens ona minnacık gezegeni birkaç adımda dolaşarak hep gündüzde kalabileceğini, bu sıkıcı işi mütemadiyen yapmaktan kurtulabileceğini hatırlatıyor. Fenerci, yararı yok, diyor, “hayatta en çok sevdiğim şey uykudur”. Mathias Jung, “Fenerci tadını çıkarmayı bilseydi,” diyor, “kimbilir ne kadar hoş, küçük bir dünyası olurdu: Sadece tek bir gün içinde bin dört yüz kırk günbatımı ve bin dört yüz kırk gündoğumu!

Yaşam enerjisine işaret etse de konumuz sadece tad çıkarma meselesi değil. Fenerciye yaşamını bütünüyle şekillendiren bu emri kimin ne zaman verdiği de bizi ilgilendirmiyor. Jung gerçi evvelâ fenercinin, anlamını ve işlevini sorgulamayı aklından bile geçirmediği emre körü körüne itaat etmesinin gerisindeki karanlık mekanizmaya değiniyor. Fakat sözün daha sonra geldiği yer, bizim için bütün bunları psikoloji soslu bir edebiyat oyunu olmaktan çıkarıyor. Yanlış yöne gittiğini bildiği ve bundan ötürü fena halde canı sıkıldığı halde, sıcaklığından hoşlandığı trenden inmek istemeyen adamla işte bu adımı attığımızda karşılaşıyoruz.

Önce, birey olarak “mutlak ve köhneleşmiş emirler”in bizi nasıl “yıldırdığına” ve miyadı dolmuş buyrukların yanısıra “geçmişe ait yıkıcı idealler”in bizi nasıl “yaşamaktan alıkoyduğuna” işaret ediyor Jung: “Ahlâk, görgü, yeme, içme, ikâmet etme, cinsellik, iş konularında görüşlerin, ideolojilerin, üstünkörü düşüncelerin ve fanatizmin benliğimin üzerini örtmesine izin verdim. Şimdi tüm bu yabancı mesajlar içinde kendi düşüncemle ortaya çıkamamaktan muzdaribim.

Adam yanlış trende olduğunu bilmesine rağmen neden inmiyor?

NASIL BİR HANDİKAP?

Nihayet, neden gündelik, sıcak siyasetin ateşi yüzümüzü gözümüzü kavururken günlük gazetede hayalî gezegenlerin fantastik fenercilerinden sözettiğimi izah edebileceğim aşamaya gelebildik. Sorumuz da bu: Adam yanlış trende işte. Bunun bal gibi farkında. Ama inmiyor. Neden? En fazla şöyle çeşitlendirebiliriz sorumuzu: Yoksa inemiyor mu? Nasıl bir handikap, yaşamını yeniden rayına oturtacağı adımı atmasını engelleyen?

Jung’a kulak veriyoruz: “Yanlış yaşam treninden inmek ve yeni bir yöne doğru harekete geçmek… Bunun için azim ve çaba gereklidir. Ben bundan çekinirim. Bu hastalıkla ilgili eski bir söz vardır: Nevrozlu kişi bilinen mutsuzluğu bilinmeyen mutluluğa tercih eder.

Yoksa, yolsuzluğu bir yana, arsızlığı da olanca çirkinliğiyle ortalığa saçılmış muktedirlerin birilerinin gözündeki vazgeçilmezliğini bize yeniden yeniden hatırlatan kamuoyu araştırmalarının sonuçlarını değerlendirmeye girişeceğimi mi sandınız? Tam dibe çöküyorken neden yeniden teveccüh görmeye başladıklarını izah etmeye yetmez aktardığım, ama belki milyonlarca insanın onlardan neden vazgeçemediğine ışık tutar.

Keşke ışığı tutmamız gereken tek yön bu taraf olsaydı… Öbür tarafta da “mutlak ve köhneleşmiş emirler” belirlemiyor mu yaşamımızı? “Kendini geliştirmek isteyen kişi,” diyor Jung, “kendi geçmişinden gelen zorlayıcı cümlelerin şifrelerini çözmelidir.”

Şüphesiz başkalarından bahsediyor. Kendimizi geliştirmeye bizim hangimizin ihtiyacı var ki? Üstelik, geçmiş denen şey öyle fazla kurcalamaya gelmez. Ya bu şifreler çözüldüğünde karşımıza çıkan manzaradan hoşlanmazsak? Ya olduğumuzu sandığımız şey olmadığımız çırılçıplak gerçek halinde karşımızda belirirse? Ya kendimize atfettiğimiz mutlak haklılığın, fikir içerdikleri bile söylenemeyecek kof klişelerden başka dayanağı olmadığını fark edersek? Ya üstünlük tezlerimiz suçların üzerine örttüğümüz örtülerin desenlerinden ibaretse?

Jung, bireyin, “yaşam tutukluklarının ardında” yatan, kendisini “bağlayan” ve benliğine yönelik sürekli bir bastırma eylemine kaynaklık eden korkular ve “köhneleşmiş ‘ben görüntüleri’”ni fark edip aşabilmesiyle uğraşıyor esas olarak. Bendenizse, geçmişten üstümüze uzanıp ışığımızı kesen, hayatımızı karanlığa boğan, toplumca paylaşılan illetlerin bireysel dünyalara çoktan sirayet etmiş, köklerini salmış bulunduğunu hatırlıyorum, böyle mevzular önümüze geldikçe. İstediğimiz kadar bireyliklerimizi merkeze alan yaklaşımlarla konuşalım, hemen her birimizde benzer belirtiler, ârazlar, tepkiler görülebiliyorsa, bireysel tedavilere bağlayabileceğimiz umudun dozu da azalıyor. Ya da şöyle söyleyelim: Biz ancak toplumca tedavi edilebiliriz.

TEDAVİ İHTİYACI

Tedavi için ilk şartsa, mâlûm, teşhiste anlaşmak. Fakat hepimiz ayrı ayrı kendimizden öylesine eminiz ki, teşhis gereğinde bile anlaşamıyoruz. Kendi kendimize kaldığımızda bile tedaviye ihtiyacımız bulunduğunu itiraf etmek aklımızın ucundan geçmiyor. Oysa yalnız tek haftanın -hattâ bazen tek günün- toplum haberlerini biraraya toplasak, hep birlikte nasıl bir cehennem yarattığımızı kolaylıkla görebiliriz.

Ama hayır! Hayatla ciddîye alınabilir yegâne ilişkimiz, mütemadiyen onaylanma ihtiyacından ibaret. Buna, başkalarından üstün olduğumuz, daha ilkesel (!) ve operasyonel ifadesiyle “bizim, ötekilerden üstün olduğumuz” varsayımı = yanılsaması da dahil. Elbette bunun bir vehimden ibaret kalmaması ve üstünlüğümüzü önce bize kanıtlayacak çeşitli üstüne basma, eziyet etme pratiklerine hakkımız, yetkimiz olduğunu fiilen ortaya koyabilmemiz de gerekiyor. Mümkünse her gün yeni baştan.

Oysa hep birlikte, “geçmişimizden gelen zorlayıcı cümleler”e tâbi yaşıyoruz ve bunlar pekâlâ pek çok kelimesi ortak cümleler. Çünkü geçmiş dediğimiz şey, -aramızdaki her türlü azınlık hariç- hep beraber yediğimiz ve failler olarak travmalarını hâlâ üstümüzden atamadığımız haltlardan oluşuyor. Ve çünkü geçmişle -yani kendimizle- yüzleşme ve bundan bir sağaltıcı, yaratıcı enerji üretme kapasitemiz yok. Bu yüzden “bilinen mutsuzluğu bilinmeyen mutluluğa” yeğliyoruz.

Bir program daha burada böylelikle sona eriyor, sayın seyirciler. Bu bölümde, en elverişsiz sanılan yerde ahlâksızlık serası kuran birilerine yönelik teveccühün hâlâ nasıl olup da sürebildiği ya da memleketi felakete sürükleyen bir iktidara alternatif çıkarma iddiasındaki kimselerin bostanında niye o seradakinden farklı ürün yetişmediği hususları üzerinde durduk. Nasıl?!.. Durmadık mı?