Dokuzuncu gezegen gerçek mi?

İlk kez öne sürülmesinden bir buçuk yıl sonra, gökbilimciler bu devasa gezegenin var olup olmadığı konusunda uzlaşabilmiş değil. Yapılan araştırmalar oldukça karmaşık denklemlere yanıt bulunmasına odaklanıyor.

Google Haberlere Abone ol

Ramin Skibba *

Mike Brown, gizemli ve devasa bir gezegenin güneş sistemimizin dışında dolaştığını öne sürdüğünde, birisinin bu iddianın yanlış olduğunu ispatlayacağından emindi. Sanal bir evren hologramında “Dokuzuncu Gezegen” takma adıyla anılan bu nesne, Plüton’dan daha uzak ve daha küçük olan yarım düzine buzul haldeki bir grup planetoidin (gezegenimsi) garip hareketlerine ilişkin bir açıklamaydı: Teoride, bu büyük ve her nasılsa keşfedilmemiş gezegen, cisimlerin yörüngelerini etkileyebiliyordu. Ancak gökbilimciler daha net bir açıklama yapmakta daha hızlı davranacaklardı.

California Teknoloji Enstitüsünde gökbilimci olan Brown, “Şok edici bir şekilde, bir buçuk yıl içinde hiç ses çıkmadı,” diyor. “Son 170 yılda pek çok gezegenin varlığı iddia edildi ve her seferinde yanlış çıktı. Ancak açıkçası, bu noktada bunun tekrarlanacağını düşünmüyorum.”

Cüce gezegen Plüton’u gezegen tahtından indiren kampanyaya liderlik eden ve “Plüton Katili” diye anılan Brown ve Caltech’teki ortak araştırmacı ve kendi rock grubuyla tanınan genç bir yıldız olan Konstantin Batygin, tartışmayı nasıl alevlendireceklerini iyi biliyorlar. Dokuzuncu Gezegen’e dair önerilerinden bu yana, varlığına ya da yokluğuna ilişkin kesin bir kanıt bulunamaması, gezegen topluluğunu da böldü. Diğer gökbilimciler alternatif önerilerde bulundu ve Brown ile Batygin’in verilerini kanıt olarak kullanan bazı iddialar öne sürdüler. Bunlardan birisi, yeni gizemli gezegeni bir teleskopta net bir şekilde görene kadar bir çıkmaza hapsoldu.

TESADÜF MÜ, YÖRÜNGE Mİ?

Brown ve Batygin’in ilk hipotezinin vurguladığı üzere, altı adet uzak nesnenin kendine özgü kümeleşmesinin bir tesadüf eseri meydana gelme olasılığı gayet düşük. İkilinin matematiksel çalışmalarına göre en doğal açıklama, “Kuiper Kuşağı” adıyla bilinen bölgede, Dünya’nın yaklaşık 10 katı kadar büyüklükte bir gezegenin bulunması. Dahası, Batygin buna ilişkin yeni kanıtlar sunuyor: Neptün’e bağlı diğer uzak güneş sistemi nesnelerinin yörüngeleri de “rotasından sapmış” durumda ve diğer nesnelerin yörüngeleri yana eğilmiş ya da tersine dönmüş; bu sebeple, bir bütün olarak güneş sistemi artık güneşin ortada bulunduğu ince bir çember veya CD’yi andırmıyor. Şayet Dokuzuncu Gezegen mevcutsa, bu durumu açıklamamıza da olanak sağlar.

Batygin, “Bu koşulların hepsi bir araya geldiğinde, Dokuzuncu Gezegen olmadığında, güneş sisteminde dikkatimizi çeken bu garip bulmacalar ve özelliklerle baş başa kalıyoruz,” diye belirtiyor. Kişisel yaklaşımı, gökadaların dış alanlarındaki yıldızların hızlı hareketlerine dayanan (henüz gözlemlenemeyen) ve karanlık maddenin var olduğu sonucuna ulaşan astrofizikçilerin yaklaşımını anımsatıyor ve ardından bu fikri daha farklı bir dizi kanıtla sağlamlaştırıyor.

Öte yandan, diğer uzmanlar konuya şüpheci yaklaşmaya devam ediyorlar. En temel gerçekler bile bazı anlaşmazlıklar yaratır. Dış Güneş Sistemi Köken Araştırması yani OSSOS’u yürüten bilim insanları, Brown ve Batygin’in teleskopların bulunduğu yerlere bağlı olan kötü hava koşulları gibi, aslında gözlemlenen şeyleri ve göremediklerimizi etkileyebilecek faktörler tarafından olumsuz etkilere maruz kaldıklarını ve bunun sonucunda yanlış bir görüşe ulaştıklarını savunuyorlar. Şayet bu doğruysa, ilk etapta küçük kaya ve buzul oluşumlarına dair ortada tuhaf bir şey yok. OSSOS araştırmacıları, bu cisimlerin çoğunlukla rastgele yönlendiğini ve görünmeyen bir güç tarafından kontrol edilmediklerini söylüyorlar. Kümelenme yoksa, Dokuzuncu Gezegen'in dayanak noktası da yok demektir.

AKSİNİ İDDİA ETMEK DE ZOR

Araştırmayı yöneten Victoria Üniversitesi’nden gökbilimci Cory Shankman, “Araştırmamız bu gezegene kuşkuyla bakıyor olsa bile, orada bir gezegen olmadığını söylemek hiç de kolay değil,” diyor. Bu durumda, zor algılanan cisimleri araştırmaya devam etmeyi ve bunu yaparken önyargılardan arınmak gerektiğini ifade ediyor. Bu, yavaş ve özen isteyen bir çalışma.

Ancak Shankman’in araştırması şimdilik sadece gökyüzünün yirmide birlik kısmını içeriyor. Karanlık Enerji Araştırması’nda çalışan bilim insanları gibi diğer gökbilimciler de aynen Shankman’in Brown ve Batygin’in görüşlerini sorgulaması gibi verileri sorguluyorlar. Michigan Üniversitesi’nden astrofizikçi David Gerdes “Onlardan bahsederken bir avuç dolusu gizemli nesneden ziyade kalabalık bir nüfus olarak konuşmanız daha doğru olur,” diyor. Şu ya da bu şekilde, cevabın önümüzdeki bir iki yıl içinde netleşeceğine inanıyor.

Bir teori, daha önceden bilinen şeyleri açıklamakla kalmayarak henüz görülmemiş olan şeylerle ilgili başarılı tahminler yaparsa daha güçlü hale gelir. Eğer bilim insanları Kuiper Kuşağı boyunca daha fazla gökcismi bulursa ve bu cisimler neredeyse hiç kümelenmemişse, Dokuzuncu Gezegen teorisi büyük bir darbe alabilir. Cisimler Brown ve Batygin’in ifade ettiğine benzer bir biçimde kümelenmişlerse, bu veri, mevcut teorilerini güçlendirecektir.

Ve yine de, bir gece anahtarlarını yere düşüren ve yalnızca sokak lambası altında arayan adamın meşhur öyküsüne benzer biçimde, insanların bulduğu tek çözümün ulaşacağı tek bir olasılık var. Western Ontario Üniversitesi’nden bilim felsefecisi Christopher Smeenk, “Bilim insanları çoğunlukla, Sherlock Holmes tarzı bir araştırmada olduğu gibi, karşılaştırmalı değerlendirmeler yapmada iyidirler: İşte zanlılarım ve muhtemelen bunu yapanlar,” diyor Christopher Smeenk. “Ama doğru bir zanlı listesine sahip misiniz?”

PEK ÇOK TEORİ ÇÖPE GİTTİ

Smeenk, tarihte pek çok gezegensel teorinin ileri sürüldüğünü söylüyor ve örneğin 17. yüz yılda Venüs’ün yörüngesinde döndüğü öne sürülen ancak daha iyi verilerin bu uydunun var olmadığını gösterdiği teoriyi hatırlatıyor. Bundan iki yüzyıl sonra, gökbilimciler Merkür’ün biraz tuhaf yörüngesini, Vulcan diye adlandırılan ve görünmeyen bir iç gezegendeki yerçekimi kuvvetine bağladılar. Ancak Albert Einstein’ın genel görelilik teorisi ortaya çıktığında, Vulcan’a dair iddiaları boşa çıkaran yörünge düzenini de gözler önüne sermiş oldu.

Colorado Boulder Üniversitesi’nde astrofizikçi olan Ann-Marie Madigan, Dokuzuncu Gezegen meselesinde, herkesin en önemli zanlıyı gözden kaçırdığına inanıyor. Dış güneş sistemindeki yerçekimi kuvveti daha karmaşık olabilir ve bu buzlu cisimlerin uyumsuz yörüngeleri de yalnızca geçici bir rastlantı olabilir.

Ann-Marie Madigan,  güneş sisteminin etrafındaki bu uzak, tozlu ve disk şeklindeki yörüngede milyarlarca olmasa bile milyonlarca planetoid olduğu düşünülüyor. Çoğu gökbilimci, bu küçük nesnelerin etkilerinin sanal modellemelerde görmezden gelinecek kadar küçük olduğunu ve davranışlarını modellemenin zor olduğunu varsayıyor. Ancak Madigan hepsini modellerine dahil etti ve zaman geçip gezegenlerin çekim gücü ağır ağır bir yörünge oluşturduğunda, bazı nesneleri yavaş yavaş bir araya getirdiğini tespit etti. Bu “kendi kendine çekim” mekanizması, söylediği üzere, Batygin’in ortaya koyduğu diğer kanıt bulgularını da açıklayabilir.

Madigan, “İnsanlar yerçekiminin yalnızca Jüpiter, Neptün, Uranüs ve Satürn’de hâkim olduğunu düşünüyor ve diğer küçük cisimlerin ortak etkilerini hiç düşünmüyorlar,” diyor. “Dokuzuncu Gezegen savunucularından öğrendiğim temel sorun, böyle küçük bir cismin kütlesine dair hiçbir kanıt bulunmaması. Ancak ben bunun üzerinde pek durmadım; çünkü onlar da Dokuzuncu Gezegen’i henüz görmediler.”

Bu arada, hem Batygin hem de Madigan, en basit açıklamanın muhtemelen doğru olduğu düşüncesiyle, “Occam’ın usturası” (karşınızdaki soruna ilişkin her ihtimal eşit düzeydeyse, en sade açıklamanın doğru olabileceği varsayımı) ilkesine başvuruyorlar. Buna karşın, tamamen farklı sonuçlara ulaşıyorlar; net bir yanıtı olmayan bu görünüşte basit ilkenin, aslında gayet karmaşık olduğunun da altını çiziyorlar.

Yazının aslı The Atlantic sitesinde yayınlanmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)