YAZARLAR

‘Beyaz atlı’ prensin kötü kalpli kurda dönüşmesi…

Bir peri masalı gibi başlayıp giderek bir kabusa dönüşen psikolojik bir thriller izlenimi verse de çok daha gerçekçi noktalara ve olaylara parmak basıyor. ‘Narsist’le aşk’, başından itibaren senaryonun nasıl gelişeceğini tahmin ettiğimiz ama buna rağmen dikkatimizi sürekli ayakta tutan bir hikaye sunuyor.

Yönetmen ve oyuncu olarak, özellikle ülkesinde yani Fransa’da dikkat çekmiş ve belirli bir kariyer inşa etmiş Valerie Donzelli’nin son filmi ‘Narsist’le aşk’, ‘Medicis’ ödüllü yazar Eric Reinhardt’ın romanından serbest olarak uyarlanmış bir yapım… Bizce bu, yönetmen için yerinde bir sonraki adım çünkü Donzelli  ‘Main dans la main/El ele’ veya ‘Marguerite ve Julien’ gibi filmleriyle biraz fazla iddialı ve altından tamamıyla kalkamadığı ‘ağırlıkta’, ‘dolulukta’ konulara dalmış ve bir parça yönünü kaybetmişti. Dolayısıyla yönetmenin bu sefer bir hikayeden ziyade bir ‘tanıklık’ özelliği taşıyan bir kitabı uyarlamaya çalışması ve esinlendiği kitaptan kendine küçük bir ‘ayrışma hakkı’ tanıması çok daha derli toplu bir anlatıma, basit olsa da sürükleyici bir senaryo kurmasına imkan sağlıyor. Bir peri masalı gibi başlayıp giderek bir kabusa dönüşen psikolojik bir thriller izlenimi verse de çok daha gerçekçi noktalara ve olaylara parmak basıyor. ‘Narsist’le aşk’, başından itibaren senaryonun nasıl gelişeceğini tahmin ettiğimiz ama buna rağmen dikkatimizi sürekli ayakta tutan bir hikaye sunuyor. Bu arada filmin orijinal ismi ‘L’amour et les forets’nin yani ‘Aşk ve ormanlar’ın filmin kendisiyle çok daha bağlantılı ve açıklayıcı olduğunu not olarak düşelim. Bu konuya tekrar döneceğimizi de ekleyelim.

Hikayeye bakacak olursak: Blanche, Fransa’nın Normandiya bölgesinde annesiyle ve ikiz kız kardeşi Rose ile beraber yaşayan, genç bir öğretmen kadındır. Bir gece, kız kardeşinin ısrarıyla bir partiye gider ve orada eskiden tanışmış olduğu Gregoire (kısaca Greg) Lamoureux ile karşılaşır. Bu karşılaşma önce bir aşka sonrasında bir evliliğe dönüşür. Greg’in çalıştığı banka onu Metz şehrine tayin eder ve beraberce oraya giderler. Ama oraya vardıklarında Greg giderek gerçek yüzünü gösterecek ve Blanche’ın hayatını kabusa çevirecektir.

İHTİYATSIZ ADIMLAR…

Daha önce de değindiğimiz gibi ilk bakışta senaryo oldukça sade ve düz görünüyor: Uzun ‘flashback’ler halinde anlatılan hikayede gündelik bir yaşamın çok dışına taşan durumlar yok. Blanche’ın güzel başlayan ve giderek kötüleşen evliliği ne yazık ki birçok insanın yaşayabileceği sorunlu süreçler. Karakterlerin diyaloglarında ilk anlamlarının çok ötesine giden veya daha derin mesajları ima eden sözler bulunmuyor.

Ancak bu sade ve bir o kadar da ‘tahmin edilebilir’ akış Greg karakterinin dönüşümüyle daha doğrusu diğer yüzünü göstermesiyle sekteye uğruyor. Ve iyi ki de uğruyor!

Aslında Blanche karakterinin kendini içinde bulduğu evlilikte en baştan kuşku uyandıran bir atmosfer var. Blanche artık belli bir yaşa geldiği için ciddi ilişki ve evlilik fikrine soğuk bakmıyor. Tekrar karşılaştığı ve giderek yakınlaştığı Greg ise duyarlı, nazik, samimi ve toleranslı bir adam izlenimi veriyor. Dolayısıyla ortada ‘Sleeping with my enemy/Yatağımdaki düşman’ filminde olduğu gibi dengesiz olduğu bariz bir adamla evli olma veya sinemamızda sık sık işlenen zorla yapılan bir evlilik durumu yok. Ama yine de kız kardeşinin ve annesinin kuşkuyla baktığı Blanche’ın evliliği biraz aceleye getirilmiş gibi duruyor.

Kitabın ‘dışardan’ bakışını bırakıp olaylara tamamen Blanche’ın bakış açısıyla yaklaşan başka bir deyişle çok daha içeriden bir yol izleyen film kadın başkarakterinin psikolojik etaplarını bütün detayları ile göstermeyi seçiyor

Ama burada da klasik bir ‘acıların kadını’ tasviri bulunmuyor. Duygu sömürüsü veya acındırma tuzaklarına düşmeyen yönetmen hikayesinin gidişatını veya karakterlerini aşırı uçlara salmadan her zaman gerçeklik duygusuna adeta ‘çıpa atıyor’! Evlilikleri ilerledikçe Greg’in Blanche’a karşı olan tutumu giderek daha baskıcı, tehditkar hatta tacizkar bir hale dönüşüyor.

BİR NARSİSTİN AŞIK OLMASI…

Ancak bahsettiğimiz baskıcı ortam içerik olarak ve şeklen benzerlerinden göreceli olarak daha ‘toleranslı’ hatta daha ‘uygar’(!) duruyor: Greg taşındıkları şehirde Blanche’ın öğretmenlik işine geri dönmesine çok taraftar olmasa da sonuçta karışmıyor. Mümkün olduğu kadar Blanche ve sonrasında çocuklarıyla ilgileniyor. Dolayısıyla ortada evi tamamen ihmal eden, eşini eve kapatmış, kötülük saçan bir baba (ve koca) figürü bulunmuyor.

Ama işte bizce bu noktada filmin altını çizmek istediği baskı vurgusu zirveye çıkıyor çünkü Greg’in giderek artan telefon aramaları, koyduğu zaman kısıtlamaları (saat üçte evde ol gibi) ve okulun etrafında arabasıyla dolaşması gibi eylemler Blanche’ı nerdeyse nefes alamaz bir hale getiriyor. Beraber yaşadıkları ve konforlu görünen ev bir hücre izlenimi vermeye başlıyor. Kısaca Blanche’ın Greg’den gördüğü ‘şiddet’ fiziksel olmaktan çok zihinsel boyutta kalıyor.

Yaşadıkları sürtüşme ve tartışmalardan sonra Greg’in takındığı tavır da dikkat çekici: yaşanan çoğu tartışmada genelde haksız olan taraf o olsa da, bir özürden ziyade çoğunlukla ‘Bunu, seni çok sevdiğim için yaptım!’, ‘Benim için sadece sen varsın!’ gibi ifadelere başvuruyor. İlk duyuşta tabii ki şefkat ve aşk dolu olduğu izlenimi veren bu sözler Greg’in elinde adeta bir ‘kalkan’ ve zırh haline dönüşüyor. Bu aşk dolu sözleri her yanlış hareketini aklamak, kendisini mazlum konumuna indirmek ve baskıcı tavrını masum göstermek ve kendi egoizmini daha da körüklemek için kullanıyor. Sonuçta Greg bir narsist, (süper) egoist bir karakter!

PERİ MASALINDAN GERÇEK HİKAYEYE!

Kuşkusuz kadın başkarakterin isminin Blanche, erkek başkarakterin de soyadının ‘Lamoureux’ olması bir tesadüf değil!  ‘Blanche neige’ bilindiği üzere bizdeki ‘Pamuk Prensesin’ Fransızcadaki adı, ‘L’amoureux’ ise aşık bir adama verilen bir sıfattır. Dolayısıyla bu isimlerin seçilmesi evliliklerinin başlangıçta bir peri masalı gibi olmasına işaret ediyor.

Blanche’ın bu evdeki kabus ortamından bunalıp internette tanıştığı bir adamla gizlice buluşması ve kocasını aldatması da basit bir kaçamaktan çok daha ötesi… Doğal olarak bir aldatma olayında hatalı hatta suçlu tarafın eylemi gerçekleştiren kişi olduğunu düşünülür ama Blanche’ın aynı Pamuk Prenses gibi ‘ormanlık alanda’ yaşayan biriyle buluşması ve aradığı şeyleri orada bulmasının ardında basit bir macera arayışından daha derin, sembolik bir anlam yatıyor.

Yönetmen Blanche karakterinin bu ‘kaçış’ ve evde yaşadığı ‘boğulma’ süreçlerini anlatırken değişik kamera türleri ve dolayısıyla değişik görüntü dokuları yakalıyor. Süper 8 kameralardan başlayıp en klasik sınıftaki film kameralarına giden bu seçim paleti sürekli Blanche’ın psikolojik durumuna eşlik ediyor.

Kadın başkarakterin ikiz kardeşi Rose’a da ayrı bir parantez açmamız gerekir: öncelikle bu iki kardeşi de aynı aktrisin oynaması ilginç bir tercih gibi durabilir. Özellikle filmin başlarında ve sonunda gördüğümüz Rose karakteri tanıdığımız kadarıyla Blanche’a göre çok daha girişken, sosyal, hareketli ve eğlenceye açık bir karakter. Blanche’ın ağırbaşlı, mazbut ve ihtiyatlı görüntüsüyle tam bir tezatlık içinde… Ancak bütün bunlara rağmen Blanche iyice çıkışsız bir hale gelince ona yardım eli uzatan ilk kişi yine kendisi oluyor. Bizce yönetmen aynı oyuncuyu kullanarak kadın karakterinin önünde duran iyi ayrı seçimin ve onun sonuçlarının altını çizmek istiyor.

VİRGİNİE EFİRA HER YERDE!

Fransız sinema eleştirmenlerine göre bu iki rolü de üstlenen Virginie Efira artık biraz ‘fazla’ görünmeye başladı. Onlara göre inanılmaz bir verimlilikte filmlerde rol alan, birkaç adaylıktan sonra en iyi kadın oyuncu ‘Cesar’ (bilindiği üzere Fransızların Oscar’ı) ödülünü kucaklayan Efira biraz ‘yüzünü eskitmeye’ doğru yol alıyor. Hatta bazılarına göre son üç senede yer aldığı film sayısı yönetmen Terrence Malick’in 50 senelik kariyerinde çektiklerinden bile fazla!

Ama buna rağmen aktris yine de şaşırtmayı, değişik oyunculuklar sunmayı başarıyor. Bizce bu film de bunun en son kanıtı… Kendisini her ne kadar daha önce birçok değişik portre çizerken görsek de nadiren tekrara düşüyor, her seferinde performanslarına kendinden de bir şey katmayı ihmal etmiyor.

Karşısında deneyimli oyuncu Melvil Poupaud belki de ilk defa bu kadar karanlık taraf taşıyan bir rolde deyim yerindeyse adeta ‘döktürüyor’! Kolayca nefret edebileceğimiz bir karakteri ‘klişelere’ dayanmadan canlandırmak gerçekten çok büyük bir yeteneğin eseri.

‘Narsist’le aşk’(detayına girmeyeceğimiz) buz gibi, donuk bir final sekansıyla sonlanıyor. Hayata devam etmek için Blanche karakteri içine kapanmak zorunda. Bu cehennemin son noktasını ve yaşamaya mahkum olduğu ‘boğulmanın’ derecesini göstermek için kamera da onunla beraber ‘sendeliyor’!

Bu sekans adeta filmin özünü temsil ediyor: sade, açık ve belirli... Ve tabii ki çok çarpıcı!


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .