YAZARLAR

Berlin: Hatırlamakla mükellef şehir

Berlin, hafızası politik olan, daha doğrusu hatırlamanın politik bir edim olduğunu unutması mümkün olmayan bir şehir. Bu yüzden de hatırlamanın anıtlaştırmak olmaması gerektiğini, anıtlaştırmadan anmanın imkânının ve olasılıklarının araştırılabileceğini gösteriyor.

Tarih boyunca nice kent yıkım ve yeniden inşa gördü. Bunların bir kısmı zamanın belli noktalarında yıkımlara teslim olup yıkıntı olmaya boyun eğdi -kiminin izi bile kalmadı. Kentlerin önemli kısmı ise yıkım-inşa döngüsü içinde katmanlaşarak varlığını sürdürdü. Bu katmanlaşma yüzyıllar boyunca kendiliğinden bir nitelik taşıdıysa da özellikle modern çağda, yani son 200-250 yıllık süreçte belli bir farkındalık kazandı. Kentsel mekâna bilinçli müdahalelerin bir yandan akılcılık bir yandan da ideolojiler ile şekillendiği bu dönemde, yıkımlar da, inşa faaliyetleri de durmayıp devam etti. Fakat ilk kez ikisi arasındaki mesafe yeni müdahale biçimlerini doğuracak bir alan açtı: Kentte yıkılan bir şeyi ya da yeri yeniden imar ederken yıkılanı ne yapmalı? Bu soru hem fiziksel çevreye hem de belleğe dair bir sorudur artık; neyi ne kadar hatırlamak istiyoruz ve eskiyi yeniden inşa ederek hiçbir şey olmamış gibi yapabilir miyiz?

Hem inşa hem de yıkım için en gözde hedefler gücün (ve kaynakların) merkezileştiği kentler oldu hep. Özellikle giderek metropolleşen emperyal başkentler hem küresel bir kaynak birikiminin hem de milliyetçiliğin körüklediği yok etme hırsının odağındaydı. Yine de, Avrupa’nın böylesi emperyal başkentlerinin (modern çağda) yıkım-inşa döngüsü içinde katmanlaşmalarının görece süreklilik arz ettiğini söylemek mümkün. Ancak bu kentler arasında atipik bir örnek var ki, 20. yüzyıldaki tarihi sürekliliklerden çok kırılmalarla şekillendi: Berlin. Bu yüzden Berlin'in, kenti ve mimarlığı, unutmaya ve hatırlamaya dair boyutlarıyla düşünmeye ve ele almaya yatkın; hatta başka türlüsünün imkânsız olduğu, hiçbir şeyin halının altına süpürülemediği bir şehir olduğunu bile düşünmek mümkün. Bu yazıda Berlin’in modern tarihini kapsamak mümkün değil; ancak birkaç örnek üzerinden unutma/ hatırlamanın mekânsal politikasını tartışmak istiyorum.(1)

YIKILANI YAPMAK

İlk örneğim 19. yüzyıl sonunda Kayzer 2. Wilhelm tarafından dedesi Wilhelm’e ithafen inşa edilmiş olan Kayzer Wilhelm Kilisesi. Yapıldığı dönemde dinî-milliyetçi kimlik inşasının bir sembolü olan kilise, 2. Dünya Savaşı sırasında, 1943 yılında ağır bir hava bombardımanı sonucu büyük oranda tahrip oldu. Kilise kullanılmaz hale geldiyse de tamamen yıkılmadı; Nazi propagandası uyarınca “mucizevi” bir biçimde en sembolik kısmı olan ana kulesi ayakta kalmıştı. Savaş sonrasında ise bir sürü başka savaş öncesi örnek gibi, bu yapı için de “ne yapmalı” sorusu gündeme geldi. Örtük de olsa emperyal-milliyetçi bir sembolü inşa mı etmeliydi, yoksa kalanını da yıkmalı mı? Yeniden inşaya karar verilip bir mimari yarışma açıldığında, kazanan proje kulenin yıkımını öngördüyse de, itirazlar sonucu -yıkıntı halindeki kulenin savaşın yıkımını somutlayan bir anıt olarak kalmasının uygun görülmesi sonucu- bundan vazgeçildi.

Kayzer Wilhelm Kilisesi

Bugün kilise çarpıcı bir mimari diyalektiği somutluyor: eski kulenin altındaki iç mekân bir anma mekânı olarak varlığını sürdürürken eski kilisenin kapladığı alana (aslında biraz daha fazlasına) yayılmış bulunan kütleler yeni kilisenin iç mekânlarını barındırıyor. Savaş-sonrası modernizminin radikal örneklerinden biri olan yeni kilise ilk bakışta soyut beton bloklardan oluşmuş izlenimi veriyor. Soğuk ve ifadesiz blokların ikisi dikdörtgen birisi sekizgen iken, kule ise altıgen. Tüm kütlelerin yüzeyleri küçük kare biçimli pencerelerle kaplı. Bu gösterişsiz pencereler kilisenin iç mekânında ise beklenmedik bir renk ve ışık zenginliği sunuyor. Her halükârda kilisenin mimarisi, kamusal bir kentsel açık alana parçalanarak atılmış -eski ve yeni- mekânlarıyla boşluğu -yapıların içlerinde, çevrelerinde ve kendi aralarında bulunan boşlukları- öne çıkarıyor. Eski ve yeni mimari diller kadar, dolu ve boş da mimarlığın ve çağrıştırdığı tüm anlamların varlığı ve yokluğu üzerine düşünmeye imkân veriyor.

Kayzer Wilhelm Kilisesi, 2. Dünya Savaşı öncesinden kalan yapıların nasıl ele alınacağının bile hem kente hem hafızaya dair politik bir problem olduğunu örnekliyor. Peki daha radikal örnekleri, örneğin Nazi döneminden kalan yapıları ne yapmalı?

TERÖRÜN TOPOĞRAFYASI

Sharon Macdonald’ın “zor miras” olarak tanımladığı böylesi “kirli” yapılar savaş sonrasında büyük ölçüde yok edildi (zaten hava bombardımanlarıyla büyük ölçüde tahrip olmuşlardı). Böylesi yapıların -daha doğru bir ifadeyle mevkilerin- en çarpıcılarından birisi, SS Genel Merkezi ile birlikte Nazi istihbarat teşkilatının ve Gestapo’nun merkezlerinin bulunduğu, Soğuk Savaş döneminde de Duvar’ın geçtiği bölge. Bugün burada “Terör(ün) Topoğrafyası Müzesi” bulunmakta. Nazi vahşetinin üzerini örtmek yerine sergilemek gerektiği fikrinden hareketle yeniden ele alınan alanda yapılan kazılar, Gespato’nun siyasi mahkumlara işkence ettiği bodrumun duvarını ortaya çıkardı. Bugün müze binasının yanında bu duvar boyunca düzenlenmiş bir açık hava sergisi hem Nazi terörünün belgelerini hem de bu duvarı -uyandırdığı dehşet duygusuyla birlikte- sergiliyor. 

Terör(ün) Topoğrafyası Müzesi

Halının altına süpürülenin üzerini açıp gün ışığına çıkarmak belli bir yüzleşme iradesi gerektiriyor açık ki. Ama burada ince bir çizgi var; şeytanlaştırılmış bir faile atfedilen suçla yüzleşmek kolay. Peki ya kolektif suçun mekânsal yüzleşmesi mümkün mü?

BERLİN’İN BOŞLUKLARI

Savaş sonrası, yıkılanlar ve onların yeniden inşası üzerine tartışmalar yapılırken üstünde konuşulması en zor konu Berlin’in Yahudileriydi. Yok edilmiş bir topluluk nasıl temsil edilebilir? Hem Berlin’in Yahudilerini -yani (bir zamanların) varlığı-, hem de yok edilmiş olmalarını -yani yokluğu (ve üzeri örtülmemesi gereken suçu)- temsil etmek mümkün mü?

Bu soruya mimarlık yoluyla çarpıcı bir yanıt veren mimar Daniel Libeskind oldu. 1988’de açılan ve o zaman Berlin Müzesi’ne ek olarak düşünülen yapı, Libeskind’in tasarımında boşluğun etrafında örgütlenen bir mekânsal dizge biçiminde yorumlanmıştır. Gerçekten de erişilemeyen bir boşluk binanın omurgasıdır; ve bina keskin hatlı bir zikzak biçiminde bu omurgaya tutunur. Binanın irkiltici tasarımına getirilen “köşeleri sivri, kenarları keskin” eleştirisine Libeskind “Berlin tarihinin köşelerinin sivri, kenarlarının keskin olduğu” cevabını verecektir.

Berlin Yahudi Müzesi

Burada mimari, Holokst’un temsil edilemez olduğu iddiasını somutlamak gibi neredeyse imkânsız bir işe soyunur. Bunun bir yolu temsile direnmek ise, diğeri bedensel deneyimi (seyirlik ziyarete) indirgenemez kılmaktır. Ana binaya ek olarak tasarlanan iki elemandan biri olan Holokost Kulesi, ısıtılmayan ve aydınlatılmayan, yalnızca tepeden küçük bir yarıkla ışık alan soğuk ve karanlık bir hacimdir. İkinci eleman ise, yerden açılı biçimde yükselen beton prizmaların oluşturduğu Sürgün Bahçesi’dir. Bu prizmalar arasında dolaşırken hissettiğimiz denge kaybı, yersiz sürgünün deneyimini anıştıran tekinsizliği besler.

Yahudi Müzesi Holokost Kulesi'nin tavandan gelen ışığı (solda), Sürgün Bahçesi (sağda)

Berlin Yahudi Müzesi, bir müze olarak açılmadan, yani içinde sergilenen malzeme yerleştirilmeden önce kendisi bir nesne-mekân olarak anıtlaştı; binanın tamamlandığı 1999 ile müzenin açıldığı 2001 tarihi arasında boş binayı 350 bin kişi ziyaret etti.

ANMAK/ANIMSAMAK: ANITIN ÖTESİ

Başta da vurguladığım gibi Berlin’in mekânsal-siyasal tarihi içinde önemli elemanları listelemek bile bu yazıya sığdırılamayacak bir iş. Burada sadece üç mimari örnekle ele almaya çalıştığım şey, Berlin’in başka kentlerde bulunamayacak bir özelliği. Berlin, hafızası politik olan, daha doğrusu hatırlamanın politik bir edim olduğunu unutması mümkün olmayan bir şehir. Bu yüzden de hatırlamanın anıtlaştırmak olmaması gerektiğini, anıtlaştırmadan anmanın imkânının ve olasılıklarının araştırılabileceğini gösteriyor. Türkçede, anıt olmayan anma mekânını anlatacak kelimenin olmadığı düşünüldüğünde, Berlin’in yapılı çevre tarihinden mekâna, belleğe ve siyasete dair öğrenebileceğimiz çok şey var gibi görünüyor.[2]


NOTLAR:

(1) Bu yazıyı yazmak bir süredir aklımdaydı fakat bir türlü fırsat olmamıştı. Yazıyı şimdi kaleme almama teşvik eden Kirsty Bell’in Türkçe’ye yeni çevrilen kitabı oldu: Kirsty Bell, Dip Akıntıları, çev. Yasemin Çongar, Siren Yayınları, 2024. Bell, Berlin’i benim burada yaptığım gibi yapılar üzerinden ele almıyor. Kentin belli bir bölgesinden kurduğu otobiyografik perspektife, aşama aşama tarihsel katmanlar eklerken kentin peyzajını bu katmanların nirengi noktaları olarak okuyor.

(2) Bu ayrım Almanca’da denkmal/ mahnmal ve İngilizce’de monument/ memorial kavram çiftleriye yapılıyor.


Bülent Batuman Kimdir?

Adana’da doğdu, Ankara’da yaşıyor. ODTÜ Mimarlık Bölümü’nden lisans ve yüksek lisans derecelerini aldı, doktorasını New York Eyalet Üniversitesi-Binghamton’da tamamladı. Bir süre Mersin Üniversitesi’nde görev yaptı; halen Bilkent Üniversitesi’nde Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı ile Mimarlık Bölümlerinde öğretim üyesi. Kentsel tasarım ve modern şehirciliğin kültürel politikaları üstüne dersler veriyor. Araştırma konuları arasında yapılı çevrenin toplumsal üretimi, modern mimarlık ve şehircilik kuram ve tarihi, kentsel siyaset bulunuyor. Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nde ve Avrupa Mimarlar Konseyi’nde yönetim kurulu üyeliği yaptı. Journal of Urban History ve Praksis dergilerinin yayın kurulu üyesi. Yayınlanmış kitapları şunlar: The Politics of Public Space (2009), Mimarlığın ABC’si (2012), New Islamist Architecture and Urbanism (2018; Milletin Mimarisi başlığı ile Türkçeleştirildi, 2019), Kentin Suretleri (2019), Cities and Islamisms (derleme, 2021).