Babanın ölümüyle tamamlanan oğul

Kemal Varol'un romanı 'Babamın Bağlaması' cenazesi taşınan bir babanın hikâyesi gibi görünse de, esasında bir oğulun gözünden içi boşaltılmış bir erkekliğin hikâyesidir...

Google Haberlere Abone ol

Kemal Varol’un ‘Babamın Bağlaması’ romanının girişinde ölen bir babanın arkasında bıraktığı duygusal bir boşluktan bahseder. Oğulun içinden geçen bu sözler tuhaf bir belirsizliği, öfkeyi, çaresizliği, hüznü anlatır. Duyguların karışık olması sebepsiz değildir, babanın oğluna bıraktığı miras kederle hatırlanan anılar toplamından başka bir şey değildir çünkü. “Babam, çocukluğumun ellerinden tutup tüm hatıralarımı bir anda yutan o puslu ve kapkaranlık ormana girdikten sonra ince ince bir yağmur başladı Kars’ta. Oradan çıkacağını umarak bir süre çaresizce bekledim. Lakin sık çamların uzayıp gittiği orman çok geçmeden hepten kararıp yok oldu. Yere yağmur yerine, mürekkebi dağılmış bir noktaya benzeyen tuhaf, yapışkan, hüzün kadar ağır bir keder yağdı o andan sonra.”[1]

Bu sözler, romanın kahramanı Yusuf’un babası Heves Ali’nin ölümünün ardından düşündüklerine dair. Yusuf’un aklının karışık olması nedensiz değildir, çünkü kısa süre önce hayatının bütün yanlışlarının toplamı olarak gördüğü babasını birlikte yaptıkları bir yolculuğun ardından kaybetmiştir. Heves Ali’nin oğlu Yusuf’la yolculuk esnasında konuştuklarından ne bir suçluluk ne de bir af dileme görürüz. Yusuf’un öfkesinin nedeni bu sessizlikken, kederli olmasının nedeni iyiliği ve kötülüğüyle kaybettiği babasına dair anılarıdır. Bu açıdan hem ‘Âşıklar Bayramı’ hem de ‘Babamın Bağlaması’nda baba ile oğul arasında yaşanan sessiz bir çatışmaya tanıklık ederiz. Fakat ‘Babamın Bağlaması’nı yalnızca bu bağlamda değerlendirmek haksızlık olur.

EDEBİYATTA BABA OĞUL

Günümüz edebiyat yazınında baba oğul çatışmasına dair pek çok metin kaleme alındığını biliyoruz, bunun nedeni bu kadim meselenin sıcaklığını hiçbir zaman kaybetmemiş olmasıdır. Firdevsi’in Şahname’si, Sofokles’in Kral Oidipus’u, Orhan Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadın’ı, David Vann’ın ‘Bir İntihar Efsanesi’, Yusuf Atılgan’ın ‘Aylak Adam’ı, pek çok yönüyle Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’ı, Dostoyevski’nin ‘Karamazov Kardeşler’i bu çatışmaya dair yazılmış bazı örneklerdir. Varol’un Âşıklar Bayramı’nı da bu metinlerin yanına koyabiliriz. Firdevsi’nin ‘Şahname’sinde, edebiyat tarihi açısından oldukça önemli bir baba oğul karşılaşması vardır. Savaş meydanındaki bu karşılaşma baba oğul çatışmasının arkaik nedenleri hakkında çok şey söyler bize. Kitapta Rüstem ile Sohrap savaş meydanında üç kez karşılaşır, iki savaşçı da birbirlerinin kim olduğunu bilmeden savaşır. İkinci karşılaşmada Sohrap, gücünden etkilendiği Rüstem’in kılıcını düşürür fakat onu öldürmeye kıyamaz. Düşünceli ayrılır savaş meydanından, bu durum Efrasyab’ın savaşçılarından Human’ın hoşuna gitmez, Sohrap’ı ağır sözlerle eleştirir.[2]

Nitekim Human haklı çıkar, savaş meydanındaki üçüncü karşılaşma Sohrap’ın ölümüyle sonuçlanır. Göğsünden aldığı yarayla yerde boylu boyunca uzanan Sohrap’ın son sözleri edebiyat tarihi açısından bir tirada dönüşür adeta. “… Benim bu halimi gören şu ünlü pehlivanlardan biri, bu haberi ne yapıp yapıp Rüstem’e ulaştıracak. Ona: Sohrap öldürülerek cesedi hor bir durumda yerlere atıldı ve ölürken hep seni aradı’ Diyecektir. Bu sözleri duyan Rüstem iyice sersemleşti, dünya gözünde zindan kesildi. Dermanı kesilip kendini kaybetti, bayılıp yere yığıldı.”[3]

ERİL DÜNYANIN BİR TÜRLÜ TAMAMLANAMAYAN ERKEKLİĞİ

Sohrap’ın sözlerinden babası tarafından öldürüldüğünü anlarız. Benzer bir hikâye Sofokles’in ‘Kral Oidipus’unda karşımıza çıkar. Hatta Freud’un psikanalitik çalışması Oidipus Kompleksi’nin fikrini bu antik hikâyeden aldığını biliyoruz. Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere baba ile oğul arasındaki çatışmayı anlatan pek çok hikâye vardır, her ne kadar en bilindik olanları Rüstem ile Sohrep ve Kral Oidipus olsa da benzer hikâyeler oldukça fazladır. Hatta bu mesele öyle kadimdir ki baba ve oğul arasındaki çatışmanın kökeni Tevrat’a kadar uzanır. Her iki hikâyede Kitab-ı Mukaddeste geçen Salomon ve Abşalum anlatısına dayanmaktadır. Özü itibariyle “Baba-Oğul” çatışmasını toplumsal yönüyle esas aldığı için ne Kral Oidipus, ne Rüstem ile Sohrap ne de benzer konuları işleyen günümüz yazarlarının yazdıklarını bu hikâyeden bağımsız değerlendirebiliriz.

Babamın Bağlaması, Kemal Varol, Everest Yayınları, 212 S, 2022

Bu açıdan bakıldığında baba oğul çatışması geçmişe doğru ilerledikçe sıkça karşımıza çıkan ve anlatısı oldukça güçlü bir olgudur. Üstelik bu meseleler geçmişe doğu ilerledikçe zengin bir anlatının da kapılarını aralar. O halde günümüz yazını benzer konulara neden ihtiyaç duyar? Galiba bunun nedeni eril dünyanın bir türlü tamamlanamayan “erkekliğidir.”

İYİLEŞMEYEN ERKEKLİK

Her ne kadar ‘Babamın Bağlaması’, ‘Âşıklar Bayramı’nın devamı gibi yazılsa da konu itibariyle ilk kitaptaki gibi bir baba oğul çatışması yoktur. Nitekim ikinci kitapta kaybolan babalık-erkeklik mefhumunun yerine başka bir şey konduğunu görüyoruz; bu da babanın yitirilmesiyle keşfedilen erkekliktir. Bu noktada Varol’un ‘Babamın Bağlaması’nda erkeklik mevzusunu tartışmaya açtığını, bunu bir problemin öznesi haline getirdiğini görüyoruz. Bu meseleyi tartışan pek çok metin baba ve oğul arasındaki çatışmayı ya babanın ya da oğulun yenilgisi üzerine kurar, fakat erkekliği tartışmaya açmaktan özellikle uzak durur. Hâlbuki bu çatışmanın temelinde iyileşmeyen “erkeklik” vardır. ‘Babamın Bağlaması’ romanı da meseleyi bu açıdan gördüğü için diğerlerinden ayrışır. Dolayısıyla diğer metinlerde baba ve oğul arasında bir yenişememe hali varken ‘Babamın Bağlaması’nda iyileşemeyen bir erkeklik göze çarpar.

Nitekim Yusuf’un, Heves Ali’nin ölümünden sonra düşündükleri buna dair bir ipucu verir bize: “Onu anlıyordum. Herkes gibi, zor zamanlar geçirdiğimi, bu acıyı tek başıma göğüsleyemeyeceğimi, yalnız kalıp daha da kötüleşeceğimi düşünüyordu. Fakat ben sahiden babamı kaybettiğim için mi kötüydüm, yoksa hayatım boyunca hafızamın içinde kavga edip durduğum o baba imgesinden artık yoksun kalacağım için mi kendimi çaresiz hissediyordum, bilmiyorum.”[4]


YUSUF’UN İÇİNE DOĞAN KARANLIK

Yusuf’un kaybettiğini düşündüğü şey hem babasıdır hem de babasının yokluğunda yerine koyduğu erkekliktir. ‘Âşıklar Bayramı’ndaki baba oğul çatışmasının yerini ‘Babamın Bağlaması’nda oğulun babasının cenazesini kaldıracak kadar yakınlaştığı ve üstesinden gelinmesi gereken bir erkeklik metaforuna bırakır. “Sen kendi hayatını yaşayacak, onun bunun koynuna girecek, bu lanet topraklarda keyfince dem süreceksin diye el kadarken terk ettin gittin lan beni!”[5]

Yusuf’un öfkesi yersiz değildir; itirazı babasının kurduğu eril dünyayadır. Ardından Heves Ali’nin cenazesini kaldırır Yusuf, çünkü o artık babasının yokluğuyla bir birey, babasının eril dünyasının çelişkilerini yaşayan biridir. Nihayetinde babasının ölümüyle önce kendini bulur, ardından eksik kaldığı tarafıyla içindeki erkeklik mefhumuyla çatışmaya başlar. Heves Ali gider, oğlu Yusuf’un içinde babasına benzeyen başka bir karanlık doğar; burası hesaplaşma yeridir. Bu karanlık, babayı oğuldan uzaklaştıran ve aynı zamanda ölümünün ardından arzu ettiği insana yaklaştıran bir tamamlanmadır. Nitekim ‘Babamın Bağlaması’nda Yusuf’un Aylın hakkındaki düşünceleri onun kendi içindeki bu karanlık boşluğa, bu eksik tarafa işaret eder. Baba gitmiştir, geride yalnızca o boşluğu dolduracak biri- bir şey kalmıştır; bu da Aylın olmalıdır. Ya da öyle sanır Yusuf. Fakat roman git gide bu boşluğun bir aşkla dolmasını beklerken tam tersi olur, yakınlaşmak için çaba sarf eden Aylın ile Yusuf bir türlü arzu ettikleri kadar yakınlaşamazlar. Bunun nedeni babanın ölümünün Yusuf’un içinde hala tamamlanmamasıdır. Dolayısıyla önce babanın defnedilmesi gerekir.

Fakat bu defin toprakla buluşmasıyla değil gerçek anlamda babasının Yusuf’un içinde gömülmesiyle mümkün olur. Çünkü baba yani erkeklik, oğlunun içinde ölmediği sürece bu boşluk asla başka bir şeyle doldurulamayacaktır; Aylın’la bile.


OĞULUN GÖZÜNDEN İÇİ BOŞALTILMIŞ ERKEKLİĞİN HİKÂYESİ

‘Babamın Bağlaması’, ölen babanın oğlu tarafından defnedilmek için çıkılan yolculuğu anlatır. Roman bu tarafıyla cenazesi taşınan bir babanın hikâyesi gibi görünse de, esasında bir oğulun gözünden içi boşaltılmış bir erkekliğin hikâyesidir anlatılan. Netice itibariyle her büyülü hikâyede olduğu gibi baba ve oğulun çatışmasının sona ermesi, babanın oğulun içindeki karanlığa gömülmesiyle mümkün olabilir. Belki o zaman, bu kadim hikâyeler de erkekliğin karanlık kuyusunda nihayete erer. Böylece babasının ölümüyle eksik kalan her oğul ‘Babamın Bağlaması’ndaki gibi kendisini tamamlayacağı başka bir hikâye bulur kendine.

[1] Kemal Varol, Babamın Bağlaması, Everest yayınları, S. 11
[2] Firdevsî, Şâhname, Kabalcı Yayınları, Çev. Prof. Necati Lugal, S.391
[3] Kemal Varol, Babamın Bağlaması, Everest yayınları,  S. 393
[4] Kemal Varol, Babamın Bağlaması, Everest yayınları, S. 107
[5] a.g.e. s. 38