Vefasız zenginler, nankör fakirler

Erdoğan’ın hem “karnı doyup oy vermeyen” alt sınıflara hem “17 yıldır semiren” üst sınıflara aynı anda tavır koyması, güvendiği alanlarda gördüğü destek zafiyetinden çok, bu iki alandaki mızırdanmanın birbiriyle ilişkisi yüzünden.

Kemal Can kcan@gazeteduvar.com.tr

Cumhurbaşkanı Erdoğan, partililerle yaptığı bir toplantıda, İstanbul Sultanbeyli’de muhalefetin aldığı oyları örnek göstererek “karınlarını doyuruyorsunuz ama oy vermiyorlar” dedi. Sonra hukuk dışı uygulamaları, seçimin yenilenmesini ve ekonomi yönetimini eleştiren TÜSİAD üyelerine de benzer bir tepki verdi: “17 yıl önce neredeydiniz, şimdi neredesiniz, bunu da açıklarım, içeriden saldırının hesabını sorarım” tehdidini savurdu. Yani en fakirler için de, en zenginler için de; yardım paketi alan için de, milyarlık kredi kullanan için de mealen şunu söyledi: “Aldıklarınızın hakkını vermiyorsunuz, nankörlük ediyorsunuz.” “Artık midelere değil kafalara girmek gerek” dedi. Mideye girenin kafaya da sokulmasındaki eksikliğe dikkat çekti. Bunu kendiliğinden idrak etmeyene hatırlatmak, yetmezse hesabını da sormaktan söz etti. Erdoğan’ın baktığı yerden, otobüsün üzerinden atılan 200 gramlık çay poşeti ile bir kalemde silinen milyarlık borçlar, aynı lütuf-minnet dinamiğinin parçası. Erdoğan’ın şimdiye kadar aldıklarının karşılığını verenlerin, biraz zayıflama görünce nazlanmaya başlamasını anlayamaması, biraz “doğuran kazan-ölen kazan” mantığına benziyor. İşler yolundayken paylaşılan faydanın zor günde zarar bölüşülürken destek olarak devam etmemesine kızıyor. Ama daha önemlisi bunun bir gönüllülük meselesi gibi algılanmasına, şartlara göre değişebilir hale gelmesine itiraz ediyor. Bir kez kabul edilmiş, takdir edilmiş, gereği yerine getirilmiş lütfun, öyle kurulmuş bir ilişkinin; sonradan sırt çevrilecek, burun kıvrılacak, yokmuş gibi yapılacak hale dönmesine cevap veriyor.

Erdoğan’ın karın doyurma ile oy ilişkisi hakkında söyledikleri üzerine muhalefet çevreleri haklı olarak tepki verdi. Siyasetçilerin halkı beslemesinin değil, halkın siyasetçileri var etmesinden bahsetmek gerektiğini söylediler. Eğer bir borç söz konusuysa, halkın değil siyasetçilerin borçlu olduğuna dikkat çektiler. İş çevrelerinden gelen itirazları da, “konuşma zamanının” başlaması veya korku eşiğinin aşılması olarak yorumlayanlar oldu. Evet, temsili demokrasi ve liberal demokratik soyutlama, böylesi yorumları mümkün kılacak bir siyasi alan tarifini kullanışlı bulur. Ancak müesses nizamın farklı formlardaki iktidarlarının ve düzenin sürekliliğine göre şekillenen siyasetin böyle işlemediği de bir hakikat. Halkın özgür iradesiyle oluşmuş iktidarlar ve varlıklarını destekçilerine borçlu siyasetçilerin halka hizmet için çırpındığı bir hikaye, sadece seçim sloganlarındaki “hizmet aşkı” veya “memleket sevdası” gibi altı boş ifadeler için geçerli. Ne iktidarların yoksul kalabalıklardan ürettikleri “siyasi rıza”, ne de hakim sınıfların iktidarlarla kurduğu ilişki böylesi soyutlamalarla tarif edilebilir. İktidar sahiplerinin birilerinin kendi sayesinde doyduğuna inanmaları, bir grup insanın da iktidar sayesinde ayakta kalabileceğini düşünmesiyle ilişkili. Siyasetin ve iktidarın kaynak bölüşümüyle -mide ile kafa arasındaki bağlantıyla- ilişkisi sonradan ortaya çıkmıyor, daha kurulurken öyle biçimleniyor, hatta zaten öyle kuruluyor. Hakim sınıfın ihtiyaçları iktidarın formunu, iktidar da ihtiyaçları karşılamak için “rızayı” veya “zoru” üretiyor. Dolayısıyla, iktidar ile destekçileri arasındaki ilişki Erdoğan’ın söylediği kabalıkta bir tek taraflılık içermiyor olsa da, bunun tersi de çok doğru sayılamaz.

AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılı öncesinde ortaya koyduğu vaatle desteğini talep ettiği iki önemli toplumsal kesim vardı. En alttakiler ve en üsttekiler. AKP içinde uluslararası sermayenin de yer aldığı en üsttekilere, kendi tabiriyle “memleketin kaymağını yiyenlere” vaadi, sistemin kârlılığının devamı için ihtiyaç duyulan toplumsal rızayı en sorunsuz biçimde temin etmekti. En alttakilere vaadi ise, merkez aktörlerinin dolaylı temsili yerine otantik temsil desteğinde, doğrudan ekonomik ve kültürel fayda kapıları açmaktı. Her iki taraf için de, geriye doğru rövanş, ileriye doğru imkan tatmini. Kaybedilmiş, yeterince alınamamış, engellenmiş olanları telafi; yeni ve kârlı (faydalı) bir geleceğin önündeki engelleri kaldırma. Bu iki destek çevresine dönük vaatlerini karşılayabildiği, beklentiyi sürdürebildiği ölçüde iktidarını genişletti, desteği devam ettirdi. Bugün gelinen noktada, hem ekonomik hem de siyasi kriz, Erdoğan iktidarını her iki kesimle de sorunlu bir ilişkiye taşıyor. Hakkı Özdal’ın Gazete Duvar’daki “Bir kuru dal ağaçtan kopar gibi” yazısında ekonomi elitleriyle Erdoğan’ın yaşadığı restleşmenin bir “boşanma protokolüne” dönüşme ihtimalinden söz ediliyor. En alttakilerdeki rahatsızlık ise, dile gelen bir tepkiye dönüşmemiş olsa da, bizzat Erdoğan tarafından söylenen “pasif nankörlükle” kendini gösteriyor. Dramatik sonuçlar üretmemiş, hâlâ başka siyasi araçlarla baskılanabilir ve açığa çıkmamış bir potansiyel bile endişe yaratıyor. Çünkü alt sınıfların dizginlenemeyen nankörlüğü, üst sınıfların temin edilmesini beklediği “rızayı” tehlikeye sokuyor.

TÜSİAD’da dile getirilenler, bir süredir ekonomik krizin nedenleri ve çözümü için işaret edilen hukuk, demokrasi, şeffaflık gibi eksiklikleri öne çıkartıyor. Ekonomik verimlilik ile demokrasi, hukuk arasında doğrusal bir bağ kuran hakim ve yaygın eğilimlere link veriyor. Fakat aynı çevreler, aynı sorunların zirveye çıktığı, bu konudaki fütursuzluğun ilan edildiği, alt yapısının hazırlandığı pek çok aşamada, açık desteklerini sunmaya devam etmişlerdi. İktidar yönetebilir olduğu sürece, nasıl yönettiğiyle fazla ilgilenmemişlerdi. Bu yüzden de, Erdoğan’ın tehdit kokan hatırlatmalarını daha önce sineye çekmek zorunda kalmışlardı. Büyük sermayenin bugünkü derdine ilişkin Ümit Akçay’ın “Büyük sermaye iktidar gerilimi” başlıklı yazısı,  mevcut iktidarın sermaye için neden işlevli olmaktan çıktığını anlatıyor. İşin siyasi tarafına dönersek, Erdoğan’ın hem “karnı doyup oy vermeyen” alt sınıflara hem “17 yıldır semiren” üst sınıflara aynı anda tavır koyması, güvendiği alanlarda gördüğü destek zafiyetinden çok, bu iki alandaki mızırdanmanın birbiriyle ilişkisi yüzünden. En üsttekiler, karnını doyurarak veya başka yollarla tatmin sağladığı kalabalıkları arkasında tutmakta zorlanan bir iktidardan; en alttakiler de elitleri posta koyarak hizaya sokma kabiliyetini kaybeden bir liderden memnun kalmazlar. Her iki kesime dönük olarak da, “eksiğimiz nedir, sizin için ne yapabiliriz?” demek işte bu yüzden zorlaşıyor. Memnuniyetin değil mecburiyetin daha güvenilir bir destek oluşturacağına inanan iktidar için bu nedenle, mecburiyetleri hatırlatmak, memnuniyeti artırmaktan daha kolay. Elbette, memnuniyet yaratmak konusunda elde çok malzeme, fazla imkan olmaması da önemli faktör.

Tüm yazılarını göster