Sedat Peker'in örgütü

Kamuoyunun karşısına beyaz gömlekle çıkan “devlet adamlarının” arka bahçede işledikleri suçların önemli kısmının tanığı veya aktörü olan Peker’in itirafnamesi buradan itibaren başka aşamaya geçiyor.

İrfan Aktan iaktan@gazeteduvar.com.tr

Sedat Peker iddia ettiği gibi gücünü bir kamera ve tripottan veya zannedildiği gibi cesaretinden, hitabetinden, kızları için dünyayı yakacak deliliğinden, devlete fedailiğinden değil, devletle birlikte, “devlet için” işlediği veya tanık olduğu suçlara dair bilgilerinden alıyor.

Peker’in “suç örgütü lideri” sıfatına bu kadar öfkeli olmasının nedeni, hakikaten de örgütün lideri olmamasından. Zaten çizdiği çerçeveye, itirafnamelerine bakıldığında kendisi “örgütün” sadece bir üyesi ve bu “üyeliğini” de muhafaza etmeye yeminli görünüyor.

Başından beri yayınladığı itiraflarda kamuoyuna “samimiyetini” veya inandırıcılığını göstermek için bulaştığı büyük suçlardan küçük birkaç tanesini faş ederken, hasımlarıyla ilgili bildiklerini de önce parça parça, son videoda ise “avuç avuç” ele vermeye başladı.

Samimiyetle ifade ettiği ve gayet iyi bildiği üzere “temiz toplum yoktur” ve itirafları da mevcut kirleri temizleme maksadı taşımıyor. Temiz toplum olsaydı, Peker gibi bir ismin miting yapıp etrafına on binlerce insanı toplaması mümkün olamazdı.

Peker’in başından beri ele vermeyeceğini, halel getirmeyeceğini söylediği bir “devlet” var. O devleti de son videosunda soyutlaştırarak, ilahlaştırarak her türlü suçtan azade kılmaya yöneldi. Çünkü dünkü devlete olduğu gibi bugünkü devlete de, yarınki devlete de ihtiyacı var.

Peker, “temiz değil” dediği topluma da halel getirmiyor. Çünkü onun etrafında toplanan topluluklara ihtiyacı var.

Dolayısıyla Peker örgüt arkadaşlarını ve çıkar çatışması nedeniyle zamanla yolları ayrılan eski yoldaşlarını ele verirken “örgütün” kendisini, merkezini, bütün “işlerin” esas organizatörü olan “ebed müddet” gördüğü yapıyı ele vermekten, bu yapıyı avuçlarının üstünde tutarak yücelten toplumu karşısına almaktan imtina ediyor. Bununla beraber işlenmiş tüm suçları üstlenmeye, bu devrin kurbanı olarak harcanmaya hiç niyetli olmadığını ama merkeze sadakatinin de sürdüğünü göstermek istiyor.

Peker o yüzden de ısrarla “fedaisi”, “delisi”, “serdengeçtisi” olduğunu söylediği “yönetimden” adalet (iade-i itibar, yahut iade-i vazife) istiyor ve bu sağlanmadığı sürece itiraflarına devam edeceğini bildiriyor.

Peker’in bugüne kadar yayınladığı videoların tümüne hâkim olan itirafçılık, bir zamanlar beraber iş tuttuğu ama kendisini gözden çıkarmış isimlerin kirli çamaşırlarını ortalığa sermekten ibaretti. Fakat 7. videosunun sonunda 1990’ların ilk yarısından itibaren Kürt iş insanlarına yönelik cinayetlerden, Diyarbakır Cezaevi vahşetinden bahsederek meseleyi kişilerden çıkarıp bizzat kendisini de var eden, onu ve “davadaşlarını” her türlü cezai yaptırımdan azade kılan yapıya dayanıyor: Devletin arka bahçesi…

Kamuoyunun karşısına beyaz gömlekle çıkan “devlet adamlarının” arka bahçede işledikleri suçların çok önemli bir kısmının tanığı veya aktörü olan Peker’in itirafnamesi buradan itibaren başka bir aşamaya geçiyor.

Fakat Ağar ve benzerlerinin isimlerini veren Peker, YouTube izleyicilerine, “her şeyi sorgulayın” dediği “40 yaş altı kardeşlerine” o arka bahçeyi de, bahçenin sahibi olan bütünleşik yapıyı da göstermiyor. Çünkü biliyor ki, “devlette devamlılık esastır.” Kişiler kullanılıp atılır ama arka bahçede “Türklük için”, “Turan için” insanlar doğranmaya, soyulmaya devam edilir. Ama Peker, herkes kurulduğu tahtında otururken kendisinin harcanmasına da tahammül etmiyor.

Buna rağmen Kürt iş insanlarının katledilişini Mehmet Ağar’ın cumhurbaşkanlığı hedefiyle ilişkilendirerek kişiselleştirirken "örgütüne" "kişileri harcarım ama devleti asla" diyor ve böylece hem devleti aklamaya hem de yedek biletini yakmamaya özen gösteriyor.

Peker’e inanacak olursak Mehmet Ağar’ın Emniyet Müdürlüğü döneminde, “Behçet Cantürk, Hüseyin Baybaşin, Savaş Buldan uyuşturucu işi yapıyorlardı. (Ağar) Hepsinden para aldı. En son siyasete girdi. Hayali cumhurbaşkanlığıydı. Adam oraya çıkarken geçmişi temizlemek için Tansu Hanım’ı (Çiller) ikna etti. Milli Güvenlik Konseyi’ne sunum yaptı. Milli Güvenlik Konseyi’nde ‘devletler kendi gelecekleri için bu tip eylemler yapabilir’ diye sözlü karar çıkarıp başladılar hepsini öldürmeye. Vatan millet için değil kendi geçmişini temizlemek için yaptı.”

Buna inanmak, dönemin MGK’sının, Çiller ve hükümetinin, devletin bütün adamlarının ve çetelerinin Ağar tarafından kandırıldığına inanmakla eş anlamlı.

Buna inanmak, devletin kandırıldığı için faili meçhul cinayetler işlediğine inanmakla eş anlamlı.

Buna inanmak, faili meçhul cinayetlere ilişkin açılan davaların hemen hepsinin AKP döneminde önce Türkiye’nin muhtelif bölgelerine nakledilip sonra da beraatle sonuçlandırılmasını “adaletin tecellisi” olarak kabul etmekle eş anlamlı.

Oysa AKP döneminde yeni derin devlet organizasyonu kurulurken 1990’lardaki tüm suçlar teker teker cezasız bırakıldı ve bu sayede Peker dâhil eski “kadrolara” vazifeler verildi.

Sadece çeteler değil, 1990’larda halka karşı işlenen suçlara bulaşmış asker-polis teşkilat mensupları da cezasızlık zırhıyla kuşatılarak AKP dönemi suçlularına açıktan cesaret verildi.

Bir kısmını hatırlayalım:

1993’te Mardin’de 13 köylü infaz edildi. Tuğgeneral Musa Çitil hakkında ‘birden fazla kişiyi aynı sebeple öldürme’ suçundan 8 Eylül 2012 yılında Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 13 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istemiyle dava açıldı. Dava daha sonra Çorum’a nakledildi. Burada yapılan birkaç duruşmadan sonra Çitil’in beraatine karar verildi.

1993’te Muş’un Altınova ilçesinde aynı aileden dokuz kişinin evlerinde yakılarak öldürülmesi ile ilgili çok sayıda jandarma görevlisinin yargılandığı dava “güvenlik gerekçesiyle” Muş’tan Kırıkkale’ye nakledildi. 10 Haziran 2015 tarihinde Kırıkkale Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmasında esas hakkındaki mütalaasını sunan savcı, ihmal sebebiyle ölüme sebebiyet vermek suçundan 9 ölümün her biri için 20 ila 25’er yıl, yani toplamda her sanık için 180 yıldan 225 yıla kadar hapis cezası verilmesini istedi. 1 Mart 2016 tarihli karar duruşmasında savcı, mütalaada yaptığı değişiklikle Bülent Karaoğlu dışındaki sanıkların beraatini istedi. Mahkeme heyeti ise tüm sanıkların beraatine hükmetti

14 Temmuz 1993'te Şırnak'ın Silopi ilçesi Görümlü beldesi yakınlarında, ikisi baba-oğul ve biri köy imamı olmak üzere 6 köylünün gözaltına alınıp kaybedilmesi, daha doğrusu katledilmesiyle ilgili Ankara 9. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen davada dönemin 23. Jandarma Tugay Komutanı, Emekli Tuğgeneral Mete Sayar ve emrindeki 5 asker hakkında "birden ziyade kimseyi öldürmek suçunu işledikleri subuta ermediği" gerekçesiyle Temmuz 2015’te beraat kararı verildi. 

22 Ekim 1993'te Lice’de dönemin Jandarma Bölge Komutanı Bahtiyar Aydın faili meçhul bir suikast sonucu öldürüldü. İzleyen askeri operasyonda çoğu sivil 16 kişi öldürüldü. O tarihte Lice dış dünyaya kapatıldı ve ateşe verildi. Gerçek manada Lice yakıldı. 400 ev ve 242 dükkanın yakıldığı Lice’nin 13 bin olan nüfusu 2.500’e indirildi. Sonradan katledilecek olan Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi’nin üstün gayretleri sonucu Lice Davası 20 yıl sonra, zamanaşımına günler kala açıldı. İddianamede emekli Diyarbakır Jandarma Alay Komutanı Albay Eşref Hatipoğlu ile Üsteğmen Tünay Yanardağ hakkında "Taammüden öldürme", "Halkı isyana ve birbirini öldürmeye teşvik", "Cürüm işlemek üzere teşekkül oluşturma" suçlarından ağırlaştırılmış müebbet hapis ve 24 yıla kadar hapis cezası istendi. 27 klasörlük dava dosyasında hem davacı tanıkları, hem de o dönem Lice'de görev yapan birçok resmi yetkili, 22 Ekim 1993 günü Lice'de herhangi bir çatışmanın olmadığını ve ilçede yaşanan tahribatın "operasyona çıkan askerler tarafından" yapıldığını ifade etti. Dava güvenlik gerekçesiyle Diyarbakır’dan Eskişehir’e, oradan İzmir’e nakledildi. Bu arada sanık Tünay Yanardağ öldü ve davanın tutuksuz yargılanan tek sanığı Eşref Hatipoğlu Aralık 2018 tarihinde beraat ettirildi. 

Diyarbakır'ın Kulp ilçesinde 1993 yılında 11 sivilin kaybedilmesiyle ilgili 2013 yılında açılan davada yargılanan dönemin Bolu 2'nci Komando Tugay Komutanı emekli Tuğgeneral Yavuz Ertürk, Aralık 2018 tarihinde beraat ettirildi. 

Şırnak'ın Cizre ilçesinde 1993-1995 yılları arasında meydana gelen 20 faili meçhul cinayetle ilgili olarak haklarında dava açılan aralarında emekli albay Cemal Temizöz ile Cizre eski Belediye Başkanı Kamil Atağ'ın da bulunduğu 8 sanık, Aralık 2018 tarihinde beraat ettirildi.

Hakkari’nin Yüksekova ilçesine bağlı Aşağı Ölçek (Yekmal) köyünde çobanlık yapan Nezir Tekçi, Gelibolu Piyade Tugayı’na bağlı askerlerce 26 Nisan 1995’te gözaltına alındı ve kaybedildi. 1997’de babası Halit Tekçi’nin başvurusu üzerine askeri savcılık soruşturma başlattı, kısa sürede “kovuşturmaya yer olmadığına” karar verdi. Nezir Tekçi’nin ailesi iç hukuk yollarının tükenmesi üzerine AİHM’e başvurdu. 2010’da Yunus Şahin, askerlik yaptığı dönemde Tekçi’nin ölümüne tanık olduğunu söyledi, savcılığa ifade verdi. İfadesinde, PKK’ye düzenlenen operasyonda Nezir Tekçi’nin gözaltına alındığını açıkladı. Bunun üzerine emekli Albay Ali Osman Akın ile Yarbay Kemal Alkan hakkında Hakkari Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan dava “güvenlik gerekçesiyle” Eskişehir’e nakledildi. Eylül 2015’te sanıklar beraat ettirildi. 

Bu ve benzeri sayısız cinayetin işlendiği 1990’larda “devletine-milletine bağlı”, “delifişek” bir “dava adamı” olan Peker, muhtemelen Tansu ablası, Mehmet-Korkut abileri tarafından verilen vazifeleri yerine getirmekle meşguldü.

Yukarıdaki olaylarla ilgili açılan davaların hemen hepsinin çözüm sürecinin bitirilmesinden sonra kapatılması tesadüf olmadığı gibi, Ağar, Peker, Çiller gibi aktörlerin bu tarihten itibaren AKP gemisine binmeye başlamaları da tesadüf değildi.

Zira Kürtlerin Türklerle eşitlenme tehlikesi belirmiş, “ebed müddet devletin” imdadına yetişilmesi gerekmiş ve 1990’ların kadroları, devlet koruması altında işe alınmıştı. Peker ve benzerlerine sunulan devlet olanakları, iktidardakilerin açıktan işleyemediği suçları halletmelerinin karşılığıydı.

Nitekim 1990’lardaki faili meçhullerle ilgili davalar bir bir kapatılırken bu sefer faili meçhullerle değil, “çağa uygun” yöntemlerle aynı işlere girişildi.

Örneğin Yeni Şafak gazetesi, 1990’lardaki suçlarla ilgili davaların birer birer beraatle sonuçlandırıldığı günlerde, 23 Ekim 2018 tarihinde “Sıra PKK’lı işadamlarında” başlıklı haberinde şu ifadelere yer veriyordu: “İçişleri Bakanlığı bu defa terör örgütüne finansman sağlayan iş adamlarını hedefine koydu. Örgütün en büyük gelir kaynakları arasında bulunan uyuşturucu ticaretinin önünü kesen bakanlık, örgüte para aktaran firmaların peşine düştü. Terör örgütünü bitirmek için harekete geçen bakanlık, MİT ve Emniyet İstihbarattan terör örgütü PKK’ya para aktaran iş adamları ve şirketler hakkında rapor istedi. Yapılan çalışmalar sonucu, çoğunluğu batı illerinde olmak üzere yüzlerce iş adamının terör örgütünü finanse ettiği tespit edildi.”

Bu haberden sonra kaç Kürt iş insanı çağrılıp mallarına çöküldü, bilemiyoruz. Fakat Çiller’in 4 Kasım 1993’te “PKK’ya yardım eden işadamlarının ve sanatçıların listeleri elimizde. Onlardan hesap soracağız” açıklamasıyla aynı kalemden çıkmış gibiydi.

Çiller’in söz konusu açıklamasından sonra, Ankara-Altındağ Nüfus Müdürü Mecit Baskın, avukat Yusuf Ekinci, avukat Faik Candan, oyuncu Yılmaz Erdoğan’ın amcası ve dönemin Sağlık Bakanlığı’nda ihale yolsuzluklarına karşı mücadelesiyle tanınan Teftiş Kurulu Başkanı Namık Erdoğan, işadamı Behçet Cantürk, şoförü Recep Kuzucu, Cantürk’ün yakını müteahhit Fevzi Aslan ile kardeşi Şahin Aslan, Cantürk’ün avukatı Medet Serhat, Serhat’ın şoförü İsmail Karaalioğlu, iş insanları Savaş Buldan, Hacı Karay ve Adnan Yıldırım, ANAP’lı Keskin İlçe Başkanı Metin Vural’ın da bulunduğu 19 kişi ‘faili meçhul’ cinayetlere kurban gitti.

Susurluk davası hükümlüsü eski özel harekat polisi Ayhan Çarkın, aralarında Namık Erdoğan’ın da olduğu dört faili meçhul cinayete bizzat katıldığını itiraf etmiş ama sonradan “deliren” Çarkın’ın uzattığı ipin ucu tutulmamış, o ip çekilmemiş, duvar yerli yerinde durmuştu.

1990’ların mühendisleri, AKP’nin çözüm süreci sonrası rejiminin inşaatında müteahhitlik, mimarlık, işçilik, kalfalık vs, yapmanın karşılığında ihalelere, rantiyeye, kirli işlerden kazanılan paralara boğuldular. Zaten söylendiğinin aksine Türkçü-İslamcı ittifak 15 Temmuz darbe girişiminden sonra değil, bir yıl önce, 2015’te çözüm sürecinin bitirilmesiyle birlikte kuruldu.

Dikkat edilirse Peker 1990’lardaki suçlar hakkında ipuçları verirken, 2015 sonrası yaşananlara, yapılanlara hâlâ değinmedi. Çünkü Soylu’yla “yaktığı” dönüş biletinin yedeği belki tam da bu bilgilerdir. Şehirlerde patlayan bombalar, kitlesel katliamlar… Sırf Ankara’daki Gar katliamı sırasında yaşanan “skandalların” arka planına dair bilgiler bile her şeye yeter. Ama Peker henüz buraya gelmedi ve belki de hiçbir zaman gelmeyecek.

Çünkü Peker’in buzdağının sadece görünen kısmını aktarmakla yetinmesinin kişisel olduğu kadar ideolojik sebepleri de var. Her ne kadar “sokaktan yetişme bir delifişek” veya “mafya” dense de, Peker ideolojik bir organizasyonun başından beri üyesi. Sokakta piştiği kadar Türkçü-Turancı-İslamcı-Kemalist devlet ideolojisiyle de yoğrulmuş bir militan o.

Son videosunda çözülmesi gereken iki sorundan bahsediyor: Kürt meselesi ve Alevi meselesi. Peker bunları Türkçü-Turancı ideolojinin bir neferi olarak söylüyor. Bu açıdan Peker, hedefindeki Mehmet Ağar’ın 2006 yılında söylediği “dağda silah tutacağına düz ovada siyaset yapsın” açılımının takipçisi. “Derin” Ağar, AKP henüz çözüm sürecinden söz etmezken şu “icazeti” vermişti AKP’ye: “Bugün dağda çocuklar varsa, yolunu bulup indireceksin. Hükümetin bir projesi varsa desteğe hazırız. Bir görelim projelerini. Bir daha silah patlamamasını sağlamak lazım. Bu süreç yürütülmeli. Devlet husumet yeri olamaz, kendi insanına husumet duyamaz. Her devletin geçmişinde vatandaşını affetmek vardır. (Af mı diyorsunuz, sorusu üzerine) Gerekirse af da. Ama hükümeti görelim, ne önerecek. Ha yukarıda silahla mı dolaşsın, ovada siyaset mi yapsın.” 

Peker de tıpkı 15 yıl önceki Ağar gibi, kendilerini var eden devletin tıkanıp kaldığını, örülen duvarın esen sert rüzgârlara karşı dayanıksız hale geldiğini biliyor. Söz konusu “ebed müddet devlet” ise, Kürt sorununun çözülmesi bile sağlanabilir!

Peker veya Ağar gibi devlet tarafından her iktidara monte edilen kişileri sadece kişisel çıkar hesapçısı olarak sunmak, bunların devleti kirlettiğini ve nihayet devletin bağırsaklarından boşalmaya başladığını söylemek, devletin halka karşı yaptıklarını görünmez kılmaktır. Devlet “bir şeyler” yemiş ki, bağırsaklarından bu kötülükler akıyor.

Anlıyoruz ki, devleti kirleten bu insanlar değil. Bilakis, devlet kirli işlerini bunlara yaptırıyor ve bunun karşılığında mükafatlandırıyor, cezai yaptırımlardan muaf tutuyor ve ilelebet koruyor.

Korumadıklarını da yok ediyor. Sedat Peker ise yok edilmeye razı gelmedi. “Uyuyan canavar” bu yüzden “uyandı.” Tekrar uykuya yatması için pışpışlanması gerekiyor. Fakat bunu mevcut iktidarın yapması artık mümkün görünmüyor. Belki de Peker son kertede geleceğin iktidarına oynuyor ama durumu, iktidarın değişmesini bekleyemeyecek kadar acil göründüğü için “anlaşmayı” şimdi yapmak istiyor. Bunda muvaffak da olabilir. O zaman başlattığı film yarıda kalacak ve dosya kapanacak mı? Muvaffak olamazsa, geleceğin muhtemel iktidarı Pekergiller için nasıl bir görünüm arz ediyor? Bu sorudan devam edeceğiz…

Tüm yazılarını göster