Savaşın emrinde din, soykırıma Nobel

Batı kapitalizmiyle Doğu kapitalizmi arasında bir o yana bir bu yana savrulurken her iki tarafın kendi ölülerine şehitlik payesi tanıyarak halkları, çarpıtılmış din ile ifsat ediyor oluşu hayatın en yalın gerçeği. Bir başka çıplak gerçek de bu savaşın illa ki biteceği. Bittiğinde hâlâ yan yana ve iç içe yaşamaya devam edeceğimizden daha katı bir gerçek olamaz.

Berrin Sönmez bsonmez@gazeteduvar.com.tr

“Galeyan geldiğinde mantık savuşurmuş… Doğru”

Savaş günlerinde askere yapılan hayır duadan bile mantık savuşmuş. Akif bir kere daha haklı çıkıyor. Savaş çığırtkanlığının galeyana dönüşmesiyle Diriliş Ertuğrul’un günümüze taşıdığı dua herkesin dilinde. Hani şu bir çivi bir nal, bir nal bir at, bir at bir süvari kurtarır anlayışıyla dillendirilen dua. Ayağına taş değmesin. Askere değil askerin kazaya uğramaması için atlara edilen duaydı vaktiyle. Yaratıcılıktan yoksun kılan kof hamasetin, tarih bilincini körelttiği toplumdan başka ne beklenir ki?

Bir kere daha ihtiyarların aldığı kararlarla gençlerin, ölmeye ve öldürmeye gönderilişini kutsayanların sesi sardı afakı. Ölmeye gönderdikleri gençlerin tabutları başında şehadet nutukları atmalara doymuyor yaşlılar. Şehadetmiş. Peygamber ocağıymış. Yalan. Yalanın feriştahı üstelik. İnsanları Allah ile aldatmaların en büyüğü. Ve yazık ki en uzun soluklusu, en geçer akçe olanı. Hakimiyet politikalarının bu en eski silahıyla savaş başlamadan önce toplumların duygu ve düşünce dünyası vurulur ilkin. Dine dayandırılan ifsatlarla zehirlenerek bileylenir insanların öldürme güdüsü. “Savaşta verilen ilk kayıp hakikat” olduğundan. Tabii bu kadim gerçek kimsenin umurunda değil. Hatta gerçek bile sayılmayıp naif bulunur. Her devir ve toplumda bolca türeyen şahinlerin günümüz versiyonu “duyar kasma” der insani gerekçelerle savaşa karşı durulmasına. Katı gerçeklerden söz ederler akıllarınca.

Katı gerçek isteyenlere hatırlatalım o zaman savaş kayıplarının oranlarını. Savaşlardaki sivil ve asker ölüm oranlarının nerelerden nerelere geldiğine bakalım. Geçmişte ama çok çok uzak geçmiş olan orta ve ilk çağlarda değil delikli demirin icadından sonraki Yeni Çağ'dan günümüze yaşanan sivil kayıp oranları dudak uçuklatan boyutlarda. Geçmişte ateşli silahların topun tüfeğin kullanılmaya başladığı ilk zamanlardan birinci dünya savaşına kadar geçen uzun yüzyıllar boyunca yapılan savaşlarda ortalama otuz askere karşı bir sivil can kaybı yaşanırdı. Birinci Dünya Savaşı'nda bu oran siviller aleyhine büyük bir sıçramayla dörtte bire yükseldi. Her dört askere karşı bir sivil can verdi savaşta. İkinci Dünya Savaşı'nda ise bu oran tepetaklak olup tamamen tersine döndü. Bir askere karşı dört sivil can kaybı yaşandı İkinci Dünya Savaşı'nda.

Medeniyetin, gelişmişliğin ölçütü olarak öldürme becerisi(!) o günlerden bu yana çok daha yükselmiş olan savaş sanayii, yeni silahlarla bu oranı nerelere taşıdı buyurun hesap edin. Her taşın altından Ortadoğu analisti fışkıran ülkede sivil can kaybını hesap edecek bir uzman bulunur elbet. Maharetse insaniyetin ölçütü olan savaşsız çözümü bulmakta.

Belirli grupların iktidar oyununda yaşanan çıkar çatışmalarıyla Türkler ve Kürtler birbirini ve o topraklarda yaşayan sivilleri öldürürken emperyalizmin savaş endüstrisine can veriyor. Tuhaftır hepsi de emperyalistlerin bu topraklardaki hegemonyasına karşı savaştıklarını söyleyerek bitimsiz kan bağışı yapıyor silah sanayiine. Batı kapitalizmiyle Doğu kapitalizmi arasında bir o yana bir bu yana savrulurken her iki tarafın kendi ölülerine şehitlik payesi tanıyarak halkları, çarpıtılmış din ile ifsat ediyor oluşu hayatın en yalın gerçeği. Bir başka çıplak gerçek de bu savaşın illa ki biteceği. Bittiğinde hâlâ yan yana ve iç içe yaşamaya devam edeceğimizden daha katı bir gerçek olamaz. Bunca can kaybından sonra birlikte yaşamaya devam etmenin yolunu illa ki bulacağız. Galeyan halinde savaş çığırtkanlığına girişmesek karar vericileri, illa ki bulacağımız o yolu savaşmadan önce açmaya zorlayabiliriz. Diplomasiyle, politik çözümlerle savaşsız yaşamanın yolunu birlikte bulmak varken vahşete sarılmak insanlığın terk edilişinden başka bir şey değil. Kimse toplumu insanlıktan çıkarırken dinden bahsetmesin. Dinler insanları vahşetten uzaklaştırmak misyonunu yüklenmiştir, tahrif edilmeden önceki hallerinde tabi.

Kendisinden önceki semavi dinler gibi İslam’ın da insanın hırsı ve nefsi emrine verilerek Allah’ın ayetlerinin şeytan ayetlerine dönüştürülmesini eleştiren Salman Ruşdi hakkında “katli vacip” fetvaları veren Müslüman dünyadan şimdi Handke adı altında soykırıma verilen Nobel ödülüne itirazlar yükselmesi gibi çelişkiler pek çok. Soykırım savunuculuğuyla Hıristiyanlık tahrifinin ödüllendirilmesine itiraz ediyor Müslümanlar, İslam’ın iktidar hırsıyla savaşçılıkla tahrifine yönelik itiraza tahammül edemezken. Kitle psikolojisinin akıl tutulması yarattığı ilginç zamanlarda yaşadığımızı gösteren örneklerden birisi. Tıpkı Miloşeviç’i savunan ve kendisini “Kosova’da savaşan bir Ortodoks rahip gibi hissettiğini” söyleyen Peter Handke’ye Nobel edebiyat ödülü verilmesi gibi. Soykırımı tüm Bosna’da değil sadece Serebrenitza’da tanıyan uluslararası mahkemenin tanıdığı bu soykırımın suçlusunu bulamayışı(?) gibi. Handke’nin “Müslümanlar kendilerini öldürüp Sırpları suçluyor” diyebilmesi gibi. İnananlar kendi iktidar savaşlarında Allah’ı ordularının neferi saydıklarında insanlık ölüyor. Mavi kelebeklerin izini sürecek tek bir insan bırakmamacasına sadece insanlar değil insaniyet bilinci yok oluyor.

Tüm yazılarını göster